Beyninin Olgunlaşma Evreleri-10

Beynin işletim sistemi ile uğraşan bilim adamları “The brain can be called an anticipation machine, constantly scanning the environment and trying to determine what will come next.” şeklinde bir genelleme yaparlar (Siegel 1999, Freyd 1987). Türkçesi: Beyin, sürekli olarak yaşanılan ortamı araştırıp, biraz sonra ne olacağını saptamaya çalışan bir “tahmin yürütme makinesi” olarak tanımlanabilir.

Bu genelleme, doğa ve dünyamızın sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi içinde olmasının doğal bir sonucudur. Sadece beyindeki hücreler çevrelerinde neler olup-bittiğini araştırmak için uğraşmazlar, doğadaki her varlık, her atom, her molekül çevresinde kendisini etkileyebilecek kuvvet türlerini (çeşitli türlerdeki enerji yığışımlarını) algılar ve olasılık hesapları yaparak kendine bir yer ve yön belirler. Bir çekül bu nedenle bulunduğu sistemin ağırlık merkezine, bir mıknatıs manyetik kutba yönlenir.

Biz insanlar sadece kendimizi akıllı ve bilgili görmeye şartlandırmışız. Şimdi son yapılan bir araştırma sonucunu aktararak, bitkilerle parazitleri arasındaki ilişkiye (bilgi oluşturmaya) dayalı karşılıklı taktik savaşlarına bir örnek vermek ve bitki dediğimiz varlığın ne derecede bilinçli davrandığını göstermek istiyorum.

Nicotiana attenuata isimli bitkinin yapraklarını Manduca sexta adlı bir tırtıl yer. Geocoris pallidens adlı böcek ise o tırtıllarla beslenir. Bitki, tırtıllardan korunmak için, ısırıldığı anda “green leaf volatiles (GLVs)” adı verilen bir koku yayar. Ancak bitki bu kokuyu kendisini ısıran tırtılın ağzından çıkan salgının bileşimini analiz edip, o salgıyla birleştiğinde, o tırtılın kimliğini ele veren özel bir kimyasal bileşim olacak şekilde salgılar! Bitkinin salgıladığı bileşim, tırtılın ağzından çıkan salgılarla birleştiğinde, Geocoris böceğini çeken bir kokuya dönüşür ve çevredeki Geocoris’ler tırtılın peşine düşer! (Allmann & Baldwin 2010).

Doğadaki tüm varlıklar arasında bu şekilde karşılıklı bilgi edinmeye dayalı ilişkiler vardır. Bizim beynimizdeki hücrelerimiz de, bedenimizin nelere bağlı, nelerle iyi, nelerle kötü ilişkilerde olması gerektiği konularında milyarlarca faktörü değerlendirip, sorunlarına en iyi çözüm yollarını arayan bir “hesaplama aracıdır”. Hem de yaşanılan deneyimlerden yararlanarak bedenin davranışlarını kontrol altına almaya çalışan bir kumanda merkezidir.

Beyinde milyarlarca hücre vardır ve her bir hücre farklı görevler üstlenmişlerdir. Beyindeki her bir nöron ortalama on bin farklı faktörü değerlendirip, bir sonuca varır ve ulaştığı sonucu ilgili diğer nöronlara bildirir (Siegel 1999). Dolayısıyla, beyindeki her bir nöron, diğer milyarlarca nöronun neler yaptığını bilmek zorundadır, çünkü ulaştığı sonucu, ilgili olanlara iletemediğinde bedendeki denge ve düzen bozulmaktadır.

Beynimizin 1 topluiğne başı büyüklüğündeki bir kısmında on bin ila yüz bin kadar nöron bulunur. Ve tüm beyinde yaklaşık yüz milyar nöron vardır. Bu nöronların her biri belli türde bir bilgi işler. Bilgi işlemeyen nöronlar yok olurlar, yani beyin “ya kullan, ya kaybet” prensibiyle çalışır. Kullanılmayan devreler, silinip-yok olurlar. Beyinde her gün yaklaşık bir milyon yeni bağlantı yapılır (Hougan & Altevogt 2008).

Milner, Squire, ve Kandel’in (1998)  belirtikleri üzere, her bireyin beyin yapısallaşması, o bireyin yaşadıklarına bağlı olarak gelişir ve tüm diğer bireylerden farklı olur. Bu nedenle bireylerin beyin yapısallaşmaları, bireyin yaşam öyküsüne göre şekillenir. Beyin yapısallaşması da çocuk daha ana karnında iken başladığına göre, şimdi cenin döneminden başlayarak, bir insanın kişiliğini belirleyen beyin yapısallaşmasının ana hatlarını görelim.

Döllenmeden sonraki 3. haftada beyin oluşmaya başlar ve 30. günde sinir sisteminin ana hatları belirginleşmiş olur (Bloom & Lazerson 1988). Beyindeki nöronların birbirleriyle bağlantı sayısı çocuk doğduğunda çok azdır. Bağlantı sayısı az olmak zorundadır, çünkü çocuğun hayatta nelerle karşılaşacağı henüz bilinmemektedir. Çocuk geliştikçe, yaşadığı deneyimlere uygun olarak beyindeki hücreler birbirleriyle bağlantı sayılarını artırırlar ve oluşturulan o bağlantılara göre de çocuk davranışlarda bulunur.

Nöronlar arasında bedenin nasıl davranması gerektiğini belirleyecek ilişki sistemlerinin bu şekilde düzenlenip-geliştirildiği, gözlemsel araştırmalarla denetlenip-ispatlanmıştır. Şöyle ki: Sonografik yöntemlerle ana karnındaki bebeklerin görüntülenmesinin mümkün olmasından sonra bazı araştırmacılar, ana-karnındaki ceninin yaşadıklarıyla, doğumdan sonraki çocukluk davranışları arasında bir paralellik olup olmadığını, yani cenin evresine ait verilerin beyin hücrelerince kayıt edilip- edilmediğini araştırmışlardır (Piontelli 1999). Sonuçlar beklendiği gibi olmuştur: Yani beyin ana karnındaki deneyimleri kayıt altına almakta ve çocuğun doğumdan sonraki yaşamında etkili olmaktadır. (Örn. ikiz ceninlerin birbirleriyle ana-karnında karşılıklı olarak dostça veya düşmanca davrandıkları ve bu davranışın ikizlerin doğumundan sonra aynı şekilde devam ettiği, vs. saptanmıştır. Böyle bir ikiz cenin hamileliğinde, doğuma iki hafta kala, ceninlerden biri ölmüş ve diğer cenin iki hafta süreyle cansız duran kardeşini sürekli yoklayıp, onun hareketsiz kalmasından duyduğu rahatsızlığı, doğum sonrası bebeklik döneminde bir fobi halinde yaşamaya başlamıştır. Şöyle ki, yürümeye başladıktan sonra, çevresinde rastladığı her nesneyi eline alıp sallamakta ve o nesneyi hareket ettirmeye, canlandırmaya çalışmaktadır (Piontelli 1999))

Bir çocuğun beynindeki sinir sistemi hücrelerinin çevreleriyle etkileşim içinde yapısallaşmaları, ana karnında başlar ve doğumdan sonra da devam eder. Birinci yaşın sonuna kadar sinir sistemi hücreleri sadece “sympathetic” denilen hızlandırıcı (teşvik edici) bir iletişim hattı kullanırlar.  Bu hat hep gelişme, artırma, büyüme, vs gibi sürekli ilerleyici (motorlarda gaz pedalı işlevi görücü) işlemlerde kullanılan bir hattır. Çocuk ikinci yaşına girdiğinde, engelleyici ikinci bir hat devreye sokulur, ona da “parasympathetic” hat denir ve motorlardaki fren pedalı işlevini görür. Bir yaşına kadar çocuklar çişlerini tutamazlar, çünkü frenleme sistemi olan “parasympathetic” hat henüz devreye girmemiştir. Çocuklar yaklaşık 1 yaşından sonra yürümeye başlarlar, çünkü yürüyen bir çocuğun bir tehlike karşısında durması için (parasympathetic)  frenleyici hattın işletimde olması gerekir. Yani birinci yaş sonuna kadar çocuğa, durdurucu veya engelleyici bir işlem yaptıramazsınız, çünkü  (parasympathetic)  frenleyici hat henüz olgunlaşmamıştır. Utanma, ayıp, vs gibi duygular da ancak bu devrenin faaliyete geçmesinden sonra oluşur ve çocuğun kendi kendini kontrolü gelişmeye başlar.

Yaşa bağlı olarak gelişen diğer önemli bir faktör de, sağ ve sol beyin denilen beyin yarılarının faaliyetlerinin birbirleriyle koordinasyona sokulması zamanıdır. Önce sağ ve sol beyin yarıları hakkında temel bir bilgi verelim. Sağ beyin, vücudun sol tarafını, sol beyin ise sağ tarafını kontrol eder. Örneğin sol kolu felç olan birinin sağ beyninde bir hasar var demektir. Bunun haricinde sağ ve sol beyinler arasında başka görev dağılımı farkları da vardır. Sol beyin genellikle sayısal, sözel faktörleri değerlendirir, örneğin kullandığımız tüm sözcükler sol beyinde depolanıp, işlenirler. Bu nedenle konuşma merkezi de sol beyindedir. Sağ beyin ise, genellikle yüz ifadeleri, ses tonları gibi sayısal-sözel olmayan (duygusal) verilerle uğraşır.  Ancak bilgilerin işlenmesi ve değerlendirilmesi her iki beyin yarısının da işbirliği ile olur. Sol beynin daha çok yakınlaşıcı (dar bir bakış açısı ile) sağ beyin ise daha çok uzaklaşıcı (genel bir bakış açısı ile) olaylara yaklaştığı şeklinde gözlemler yoğundur (Siegel 1999). Üç yaşının sonuna kadar bir çocuğun sağ ve sol beyin yarıları ayrı ayrı çalışacak şekilde işlev görürler, çünkü sağ ve sol beyni birbirleriyle bağlayan ve aralarında bilgi alış-verişini sağlayan “corpus callosum” üç yaşından sonra devreye girer.  Bu nedenle çocuklar ancak 4 yaşından itibaren daha bütüncül ve çevrelerini dikkate alacak şekilde davranmaya başlarlar.

►2.2- Şimdi bilinç ve bilinçaltı ayrımının neden ve nasıl oluştuğunu açıklayalım.

Önceki bölümlerde gösterildiği üzere doğadaki tüm varlıklar birbirleriyle bağlantı ve ilişki içindedir, çünkü hepsi enerjisini kuantum denilen en küçük atom-altı-öğelerden alırlar. Bu atom-altı öğeler zamanla değişik madde (varlık) kombinasyonları şeklinde örgütlenerek, doğadaki enerjinin farklı şekillere bürünmesine yol açarlar. Böylelikle doğada sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi oluşur ki, bu sistemin nasıl oluşup-geliştiği, son çeyrek asır içinde gelişen dinamik sistemler fiziği ilkeleriyle aydınlatılmıştır.

Dinamik sistemlerde gittikçe karmaşıklığa doğru gidişim nedeni, enerjinin gittikçe değişik üst modüller şeklinde depolanmasıdır.. Örn. fotosentez denilen olayla kuant dediğimiz temel enerji öğeleri (fotonlar), şeker molekülüne bağlanır

6 H2O + 6 CO2 + Güneşten gelen fotonlar è C6H12O6 + 6O2

Bu eşitliğin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülünde güneşten gelen fotonlar depolanmıştır. Görüldüğü üzere, enerji maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir attractor) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olunur. Tüm varlıklar enerjiye gereksinim duyarlar. Zaman içinde, enerji değişik varlıklar şeklinde depolandıkça, her yeni oluşan varlık, doğadaki bu gittikçe karmaşıklaşan enerji depolanma türlerini algılayıp, onlardan yararlanma yollarını araştırmak zorundadır.

Sözün kısası, doğa ve dünyamızı oluşturan en temel öğeler bilardo topu gibi pasif, cansız, ölü, bilinçsiz varlıklar değil, yukarıda belirtildiği gibi, çevrelerini algılayan ve komşularının durumlarına göre davranışlarını belirleyen ve daha rahat durumlara geçmek için yeni üst-sistemler içinde bir araya gelme çabası içinde olan varlıklardır.

Varlıkların yapısal-dokusal durumları, enerjinin nerde az, nerde çok depolanacağı bilgilerini içeren içsel özelliklere sahiptirler. Örneğin bir kuvars minerali hem dış görünüşü itibariyle çok farklı büyüklükte ve görünüşte yüzeylere sahiptir, hem de içsel olarak, içine giren ışık, vs. gibi kuantsal öğelerin farklı yönlerde farklı derecelerde hareket etmelerini sağlayarak enerji akışını yönlendirici bir etki oluşturmaktadırlar. Enerji akışını farklı yönlerde farklı hızlarda yönlendirilecek şekilde oluşan tüm yapısallaşmalara “anizotropi” denir. İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi teriminin anlamak için şunu düşünün: Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları, vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları varlıklarda “strain” denilen gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler nedeniyle farklı yönlerde farklı davranışlar sergilerler. Örneğin sıcaklık değerindeki farlılıklar (soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek denizlerde çeşitli türlerde akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası, atomlardan tutun, su, kuvars, litosfer, hidrosfer, galaksiler vs. nin hepsinde çeşitli türlerde enerji depolanması farklılıkları oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu hareketlenmeleri oluşturan ve nerde ne kadar enerji depolanacağını belirleyenler ise (1)- kuant dediğimiz temel enerji paketçikleri ve (2)- maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir.

Doğadaki bilgi oluşturma ve depolama sisteminin temeli bu anizotropik özelliklerle sağlanır. (Her mineralin ayrıca ısıyı basınca, basıncı elektriğe dönüştürme gibi bir sürü başka özellikleri daha bulunur ki, bu özellikler de farklı “bilgi” türleri oluşumuna yol açarlar.) Dolayısıyla, doğadaki kuvvet oluşumları, yani enerjinin nerden nereye akacağını gösteren faktör, anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki, buna başka bir ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını belirleme işlemidir.

Doğadaki tüm kuvvet oluşumları, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında gerçekleştirilen atomik-moleküler düzeydeki değişimlere bağlı olarak enerjinin akış-güzergahlarının yönlendirilme olaylarıdır.

Canlıların bilgi işlem sistemleri de tamamen buna benzer şekilde işlemektedir. Bedendeki (ve beyindeki) tüm hücreler, enerjiyi belli yönlerde (alanlarda) az, belli yönlerde fazla ileterek veya kullanarak, yapısallaşmasını ayarlamakta ve çevre koşullarına uyumlu kılmaktadır. İnsan bedenindeki hücreler, çevrelerindeki değişim-dönüşümleri algılamaya çalışarak, beden denilen ortaklık sistemini en ekonomik bir şekilde ayakta tutmaya ve doğadaki değişim-dönüşüm sistemi içinde kendilerine bir yer bulmaya çalışan, çok çalışkan varlıklardır.

Bedenlerimizi yapısı ve işleyiş mekanizması hakkındaki, tüm temel bilgileri yapısal-dokusal durumlarında kayıt altında bulunduran hücreler neden bizlere “bilinç” gibi bir serbest irade vermişlerdir?

Beyin uzmanlarının tanımına göre, “… when processes become linked within consciousness, they can be more strategically and intentionally manipulated, and the outcome of their processing can be adaptively altered. = Olaylar bilinç devresine aktarıldığında, daha stratejik ve daha amaca yönelik olarak işlenebilir, bu şekilde oluşturulan sonuç koşullara uygun olarak değiştirilebilir” (Siegel 1999, s. 263). Yani bilinç, bedenin kalıtsal davranış kalıplarından kurtularak, çevredeki değişim-dönüşümlere daha kolay uyum sağlanması için oluşturulmuştur.

Beyin araştırması uzmanlarının yaptıkları bu bilinç tanımından ne anlaşılması gerektiğini açıklayalım.

Domates, patates ve tütün ülkemize yaklaşık 500 yıl önce girmiştir. Daha önceki insanların beyinlerinde bu ürünleri tanıyıcı-tanımlayıcı devreler bulunmamaktadır. Hücreler bu ürünlerin hangisinin ne kadar yararlı veya zararlı olacağı konusunda karar vermek zorundadırlar, ama bu konuda kalıtsal bilgi depolarında hiçbir veri yoktur, çünkü bu ürünler yaşanılan ortamda yeni ortaya çıkmışlardır. İşte bilinç sistemi burada yararlı olur. İnsanlar bu ürünlerin ne işe ne kadar yararlı veya zararlı olduklarını, kendi gözlemleri veya deneyimleriyle ve birbirleriyle konuşarak belirlerler ve bu şekilde bu yenilikler hakkında kısa sürede bilgi sahibi olurlar.

Bir başka örnek: Bir toplantıda bir konuyu tartışmak ve bilgi toplamak istiyorsunuz. Yine bilinç devresi gerekli, kimler bu konuda neler biliyor, kimler hangi sırayla hangi konuda söz almalı, vs. Bu konuları ancak bilinç devresi olursa kolayca çözersiniz; konuyu hücrelerin bilinç-altı sistemine bırakırsanız, asırlarca sürecek deneme yanılma prosedürü sonuçlarını beklemeniz gerekir.

Bizler yeni bir şey öğrenirken epey zorlanırız. Örneğin araba kullanması olayına bakalım. Öğrenilmesi gereken işlev 5 tanedir. Gaz, fren, debriyaj, vites değiştirme ve direksiyon kontrolü. Bu 5 farklı faktörü el, ayak ve gözlerimizle birbirleriyle uyumlu olacak şekilde kontrol edebildiğimizde, araba kullanma denilen şeyi öğrenmiş oluruz. Dikkat edilmesi gereken konu sadece 5 faktör olmasına karşın, bu 5 faktörü birbiriyle uyumlu olacak şekilde davranmayı ancak aylar süren çabalar sonucu öğreniriz. (Hâlbuki hücrelerin dikkate alıp değerlendirmeleri gereken faktörler binlercedir!) Öğrenme olayı gerçekleştikten sonra, sık sık araba kullanmaya başladıysak, artık hiç zorluk çekmeyiz; arabaya biner binmez araba çalıştırılır ve hiç düşünmemize gerek kalmadan araba uygun vitese konur, gaz verilir ve istenilen yöne gidilir. Tüm bu işlemler yapılırken artık kişinin dikkatini bu olaylara ayırması gerekmez. Kişi yanındaki bir arkadaşı ile değişik konular üzerinde sohbet edebilir. Yani kişinin bilinci başka konular ile meşgul iken, kişi otomatik olarak arabayı kullanır. İşte bu durumda, araba kullanma olayı öğrenilmiş ve otomatik sisteme aktarılmış, ‘sabitleştirilmiş’ olunur.

Yaşamımızda sık sık yaptığımız tüm eylemler hücrelerimiz tarafından “alışkanlık” dediğimiz otomatikleşmiş-‘sabitleştirilmiş’ bilinçaltı sistemine alınırlar. Sabitleştirme işlemi, belli kimyasal moleküllerin oluşturulmasıyla yapılır. Her yeni bir şey öğrendiğimizde, bedenimizde belli molekül düzenlemeleri gerçekleşir. Yani bilgi denilen olgu, varlıkları oluşturan bileşenlerin (örn. hücrelerin) yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılması şeklinde varlıkların temel yapıtaşlarında oluşturulup-saklanır.

Yıllardır oturduğunuz evinizde bir değişiklik yapıp, içe doğru açılan bir kapıyı dışa doğru olacak şekilde değiştirdiğinizi düşünün. Bu değişikliği yaptıktan sonra, günlerce o kapıya gelip açmaya çalıştığınızda, kapıyı önce kendinize doğru çekmeye kalkışırsınız, çünkü beyninizdeki hücreler böyle bir otomatik alışkanlık devresi oluşturmuşlardır. Bu alışkanlık devresinin kaldırılıp, yerine yeni bir devre oluşturulması, haftalar sürer. Ama hücreler değişim-dönüşüm içinde olan bir doğada yaşadıklarını bildiklerinden, eski alışkanlıklara dayalı olarak oluşturulmuş otomatik-sabit devreleri de, yeni uygulama sonucu, bu yeni duruma uyacak şekilde düzenlerler.

Özetleyecek olursak, biz insanların bilinci 4-5 faktörü ancak değerlendirip bunları birbirleriyle uyumlu olacak bir sırada işleme koymayı zar-zor becerirken, hücrelerimiz on binlerce faktörü aynı anda değerlendirip, birkaç salise içinde bir sonuca varabilmektedirler. Yani bizlerin tüm işlerini, tüm sorunlarını gerçekte bedenimiz içindeki hücrelerimiz üstlenip, onlar yapmaktadırlar.

Bizlerin bilinci, çevremizdeki gelişimler hakkında en kısa yoldan yeterli bilgi toplamak için oluşturulmuştur. Bu bilgilerin ne kadar uzun vadeli geçerli oldukları, dolayısıyla hücrelerin kalıtsal veri depolarına aktarılıp-aktarılmayacağı, tamamen hücrelerin değerlendirmesine kalmıştır. Bu konuyu zaman ve zamanlama konusu içinde daha ayrıntılı göreceğiz.

Prof. İsmet Gedik

Hücre Yapısı

-devam edecek-

4 Yorumlar

  1. turan says:

    “Bu bilgilerin ne kadar uzun vadeli geçerli oldukları, dolayısıyla hücrelerin kalıtsal veri depolarına aktarılıp-aktarılmayacağı, tamamen hücrelerin değerlendirmesine kalmıştır.”

    Bu durumda özgür iradeden bahsedilemez ve Dawking’in de söylediği gibi “bencil genlerin” kölesi olmalıyız.

    1. says:

      Büyük oranda öyle evet, ama zaten bütün ciddi öğretilerde bunun izini görüyoruz. Velakin Sn Gedik de makalenin bi yerinde söylemiş, hücreler bulunduğu bedenin bütünlüğünün işaret ettiği noktaya yöneliyorlar! Yani onlar senin zihninden geçirdiklerini değil, niyetini takip ediyorlar! İşte burası evrimi devam ettiren mucize oluyor. Niyet nedir üstüne günlerce aylarca düşünmüşlüğüm ve yazmışlığım var; çünkü önemini çok önceleri fark etmiştim. CC de bunu onayladı.:)

  2. turan says:

    Sanki deterministik bir hayat yaşıyoruz gibi bir hal var. Ne kadar bağımlı bır hayatımız olsa da yine de hayatımızı değiştirme şansına sahip olduğumuz kanısındayım. Aksi halde yaptığımız hiç birseyden sorumlu olamazdik.

    1. says:

      Evet, radikal bir kararla algımızı özgürleştiremiyor oluşumuzdan sorumluyuz bence 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir