08.03.10-Pazartesi- Robot Konuşuyor

Haftanın Masalı dizisi 

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ben nenemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken Orhan isimli dokuz yaşında çelimsiz, biraz sinirli, gayet akıllı bir çocuk varmış. Babası bir şirkette muhasebeci annesi ise bir bakanlıkta orta dereceli bir memurmuş. Başkentte yaşayan bu çekirdek ailenin diğer ailelerden pek de farkı yokmuş. Gündüzleri işlerine, okulla gider, akşamları televizyon karşısındaki kanepede yer kapışırlarmış. Bazı hafta sonları göl başına kahvaltıya giderler, uzun bir yürüyüş diye başlayıp en kısa dönemeçten geri döner, mütevazi arabalarının rahatlığına gömülürlermiş. Bazen annenin ısrarıyla popüler bir konser ya da gösteriye de gittikleri de olurmuş tabi. Doğrusu hayatları sakin denilebilirmiş.

Ara sıra Orhan’ın uyumsuzlukları ve çevreden gelen şikâyetlerle boğuşurlarsa da bunu da fazla dert etmezlermiş. Bütün kadın programlarını kaçırmadan takip eden anneanne onlara bir yaşam koçu tavsiye etmiş. Orhan’ı belli dönemlerde ona götürüyorlarmış. Gerçi durumda pek bir değişiklik olmuyormuş ama yapabilecekleri başka bişey de bilmiyorlarmış.

Neyse işte günler böyle birbirinin benzeri geçip giderken, okullar kapanmış, yaz tatili gelip çatmış. O sene Orhan’ın dedesinin yaşadığı kıyı köyüne misafir olmayı planlayan aile, tüm hazırlıkları tamamlamış, yola çıkmışlar. Güzel bir havada, güzel bir yolculuktan sonra beldeye varmışlar. Uzun zamandır görüşmeyen aile büyükleri küçükleri hasretle kucaklaşmış. Bavullar açılıp çekmecelere yerleştirilmiş.

İlk iki günün ardından Orhan’ın yüzünde, kollarında, sırtında, kızarıklıklar kaşıntılar peydahlanmış. Telaşlanan aile hemen cildiyeci bir doktor arayışına girişmişler. Fakat o küçük beldede yalnızca oldukça yaşlı pratisyen bir hekimden başka olanak yokmuş. Böylece Orhan’ı ilk çare olarak, çevre sakinlerinin çok sevip saydığı bu doktora götürmüşler.

Rengârenk çiçeklerle bezeli bahçenin ahşap kapısı şık şık diye latif bir ses çıkarmış onlar içeri girerken. Belki de sesi duyduğu için küçük beyaz evin kapısı açılmış ve orta boyda, hafifçe toplu, beyaz güzel saçları olan bir adam dışarı çıkmış. Güneşten gözlerini kırpıştırarak “gelin gelin” anlamında el sallamış onlara. 
Tanışma, gülüşmeler arasında, doktorun muayenehane olarak kullandığı sevimli odaya girip, oturmuşlar. Yaşlı adamın mavi gözleri berrak bir su gibi yumuşak ve aynı zamanda parlakmış. Önce sorunu dikkatle dinlemiş, bazı sorular sormuş aileye dair, sonra çocuğun kızarık bölgelerine göz atmış, hafif bir muayeneden sonra demiş ki,

“Hımmm… Ne güzel bir gün değil mi? İsterseniz siz işlerinize bakın, biz de Orhan’la baş başa konuşalım biraz. Zaten bugün gelen giden de yoktu, arkadaşsız canım sıkılıyordu” demiş ve eklemiş “isterseniz ben onu eve getiririm sonra, babanızı tanıyorum, gelmediğim ev değil” diye kıkır kıkır gülmüş.

Böylece çocuğun annesi babası gitmişler. Orhan biraz tedirginmiş ama yine de geride kalmaya itiraz etmemiş. Önce birer külah dondurma yemişler, bahçede çiçek tarhlarının arasında dolaşırken, havadan sudan konuşmuşlar. Yaşlı adam buraya geleli iki gündür neler yaptığını sormuş çocuğa. O da saat saat anlatmış, böyle hevesli bir dinleyici bulduğuna sevinerek. Anlatılanlardan biri dikkat çekiciymiş. Önceki gün plaja yüzmeye gittikleri gün olanlar.

O gün denize üç kez girip çıktıktan sonra arkadaşsızlığın getirdiği iç sıkıntısı ile kumları ayağı ile tekmelemekte olan Orhan, kulak paralayıcı bir kız sesi ile yerine çakılıp kalmış. Kız şöyle diyormuş “aptal! Ne yaptığına dikkat etsene!”

Meğer tekmelediği kumlardan bir kısmı, kızın hevesle yapmakta olduğu kumdan şatonun üstüne düşmüşler. Yedi sekiz yaşlarında görünen kız bir elinde malası diğer elinde plastik su kovası, kızgınlıktan kedi gibi parlayan kısılmış gözleriyle ona bakıyormuş. Adeta savaşa davet eder gibi bir hali varmış. İşte o andan sonra beş dakikada olanları hiç hatırlamıyormuş Orhan. Ama daha sonra babasının anlattığına göre, çocuk atılıp tüm şatoyu ayaklarının altında ezmiş, kıza da okkalı bir tokat yöneltmiş ama Allahtan rastlatamamış. Kızın dehşetli çığlıkları ile plaj nerdeyse ayağa kalkmış bir anda. Ve bu güzel minik kedinin annesi, ondan da daha çok bağırarak çocuğu azarlamış. Çakmak çakmak gözlerle babasına gidip onu şikâyet etmiş.
Olay kısa zamanda yatışmış, baba oğul daha eve dönmeden unutulup gitmiş. Şu an yaşlı amca hatırlatmasa sonsuza kadar yitip gidecek binlerce sevimsiz anıdan biri olacakmış aslında.

Güneş artık yakmaya başladığından içeri girmişler, doktor her ikisine de koca bir kupayla sütlü çikolata pişirmiş. Ağızları yana yana üfleyerek içerken birbirlerinin haline bakıp gülüşmüşler. Çikolataları bitmeye yakın adam ona şöyle demiş; “Sanırım bu kaşıntılarının sebebini buldum Orhan.” , “öyle mi” demiş çocuk pek de ilgilenmeyerek. “evet evet” demiş yaşlı adam hevesle , “kolayca tedavi edebileceğimizi de biliyorum. Ancak bunun için sana bir sır vermem gerekiyor”

Bu kez çocuğun iri kahverengi gözleri ilgiyle parlamış.

“Sen sır nedir biliyor musun?”
“Tabi” demiş çocuk “saklanması gereken bişey”
“Ah evet işte öyle. Sana bir sır vereceğim ve bu ikimiz arasında kalacak, buna ne dersin?” Çocuk merakla onaylamış adamı. Sandalyesinde kıpırdanmış, sırtını dikleştirmiş.

“Şimdi bak, belki biraz tuhaf bulacaksın ama yine de bunu seninle paylaşmaya karar verdim. Biliyorsun biz insanlar doğduğumuzda çok minicik oluruz, kardeşin olmadığı için belki sen bunu fark etmemişsindir.  Çok küçük ve korunmaya muhtacızdır. Gözlerimiz henüz görmez, kulaklarımız senin bildiğin şeyleri duymaz. Kendimizi başka şeylerden ayıramayız bile.  Dikkatle ve şefkatle korunmamız, sabırla büyütülmemiz gerekir. Peki bunu kim yapar?”

“Annemiz” demiş çocuk kesin bir tonda
“Ah evet, annemiz. İyi ki varlar onlar değil mi? Annemiz yapar ama onun da kendine göre bir hayatı başka sorumlulukları var, o sebeple bir anne her saniye bebeği kucağında tutamaz, onu korumak için bütün anlarını gözleyemez. İşte bu sebepten bebeğinin içine minik biiiirrrr… Hımmm… Nasıl desem… Minik biiirrrr robot koyar. Koruyucu robot.” Derin bir nefes alıp çocuğun tepkisini ölçmüş. Orhan sandalyesinde öne doğru eğilmiş, gözbebekleri olağanüstü büyümüş, nefesini tutmuş biçimde ona bakıyormuş.

“Eh işte bu robota, bebeği her halükarda koruması için kesin emir verilmiştir. Onun bu koruma işinden başka hiç bi amacı yoktur. Böylece bebek büyürken robot da onunla beraber büyür. Normalde içimizde bi yerde uyur vaziyettedir. Hani bodyguardlar var ya bilirsin sanırım?”

“Eeeveet, tabi biliyorum, filmlerde var, oynadığım bilgisayar oyunlarında da var” demiş çocuk heyecanını saklayamayarak.
“Hah işte aynı onun gibi,  Ya da güzel bir köpek gibi de düşünebilirsin onu, sahibine bağlı ve onu ölümüne korumaya gönüllü bi şey.”  Durup kendi benzetmelerine gülüyor gibi yapmış. Aslında amacı çocuğun yükseldiğini fark ettiği tansiyonunu biraz düşürmekmiş. Gerçekten de işe yaramış, çocuk dizlerinin altına dimdik kilitlediği kollarını çıkarıp, geriye doğru kaykılmış.

“Herkeste var mı bu robottan?” diye sormuş “Hem ben bunu neden şimdiye kadar duymadım?”
“Güzel sorular” demiş doktor gülümseyerek “akıllı bir delikanlı olduğun belli zaten. Evet hepimizde var. Bunu şimdiye kadar duymadın çünkü anneler bu robotu yerleştirdiklerini unutuyorlar. E onlar unutunca kimse de bilmiyor doğal olarak.  Peki ben nerden biliyorum? Bunu soracaktın değil mi?”

“Evet tabi, sen nerden biliyorsun?”
“Hımmmm… Bak bu şöyle oldu, büyük büyük dedemin annesi, bir gün bu robotu yerleştirdiğini hatırlamış. O bunu hatırladığında çocukları zaten büyük insanlar olmuşlarmış ve artık kendilerini koruyabilecek güçtelermiş. O zaman demiş ki, artık bu robotlara ihtiyaç kalmadı, onları çıkarıp atayım bari. Fakat bunun nasıl yapılacağına dair hiçbir fikri yokmuş. Nasıl takılacağını kendiliğinden biliyormuş, bütün annelerin bildiği gibi, yani kimse ona öğretmemiş. Ama nasıl çıkarılacağını bilmiyormuş işte. Büyük ninem çok akıllı bir kadınmış, uzun zaman bunu nasıl yapacağını düşünmüş, yine de bulamamış. Sonra bir gün rüyasında bir çözümün olduğunu görmüş. Sabah uyandığında sevincinden minik kuşlar gibi şarkılar söylemiş.”

“Nasılmış?” Çocuğun sesi çatal çatal çıkmış, ikisi de buna kahkahalarla gülmüşler.

“Dur şimdi onu da söyleyeceğim, sırasıyla. Daha önce robotun nasıl çalıştığının örneğini göstermeliyim sana. Hani az önce bahçede bana anlattığın plaj olayın vardı ya, işte bu gayet güzel bir örnekti. Senin tekmelediğin kumlar o minik kızın şatosuna değince, kızın uyuyan robotu birden uyandı ve öne geçerek onu korumaya hazırlandı ve sana bağırdı. Robotlar birbirlerinin sesini gayet iyi tanırlar. Böylece kızın robotunun sesi senin robotu uyandırdı. Senin tehlike içinde olduğunu sanan robotcuğun seni hemen arkasına savurdu ve saldırıya geçti, kum kaleyi yıktı daha bişeyler işte. Tabi kızın annesinin robotu bu sesleri tanımakta gecikmedi ve yardıma koştu.”

“Olamaazzz…” diye bağırdı oğlan “gerçekten böyle mi oldu?”

“Aynen” dedi adam “robotlar öylesine kesin emir almışlardır ki, işe giriştiklerinde sahiplerini hemen kendi arkalarına savurarak ona siper olurlar. İşte bu yüzden sen o sırada olanları hatırlayamadın, çünkü hem savrulurken sersemlemiştin hem de robot önünde olduğu için olanları seyredemedin!”

“Şimdi anlıyoruuuummm” diye gürlemiş çocuk, oturduğu sandalyeden atlamış, heyecanla iki kez yerinde zıplamış. “Çünkü bana hep böyle oluyor”

“Ehhh…” demiş yaşlı adam bıkkınca “hepimize böyle oluyor.”sonra durup oğlanın yatışmasını beklemiş.  “İşte hayatımızda her gün bir çok kez robot bizim yerimize geçtiği için hafızamızda bütünlük yok, neyin nasıl olduğunu çoğu kez hatırlayamıyoruz.”

“E tamam tamam… Ninenizin bulduğu çözüm neydi, ben onu merak ediyorum” diye bağırmış çocuk, o sırada minik bir kek parçası genzine kaçtığı için öksürüklere boğulmuş. Yaşlı adam ona bir bardak limonata getirmiş, gidişattan memnun, fark ettirmeden gülümsemiş koltuğa otururken.

“Hımmm… Evet ninemin rüyada gördüğü çözümmm” diye uzatmış diyeceğini “rüyasında gördüğü çok ama çok yaşlı bir kadın ona bir bilezik yapmayı öğretmiş. Bu bilezik kolunda olduğu sürece robotun hareketlerini izleyebilirmişsin”

“Nasıl yani, robotu çıkarmıyor muyuz yani?”

“Hayır hayır çocuğum, robot bir kere konulduğunda artık çıkarılamazmış, ancak onu izleme şansımız varmış, böylece hafıza kopukluğumuz olmaz, neyin ne olduğunu bilebilirmişiz. Bu da bişeydir yani, değil mi?”

“Eh evet öyle herhalde” demiş çocuk hafif hayal kırıklığıyla

“Hem robot bizim düşmanımız değil en sadık dostumuz, bunu unutma lütfen. Onun tek kusuru, her şeyi sahibi için tehlike görmesi ve daha da kötüsü sahibinin artık büyüdüğünü ve kendini birçok tehlikeden koruyabilecek denli güçlenmiş olduğunu anlamaktan aciz olmasıymış. Eh o nihayetinde bir robot, makine yani, bizimle boy ölçüşemez. Sanırım ben onu anlayabiliyorum hatta seviyorum bile” diye gülümsemiş. Bu arada ahşap küçük masasının sol alt çekmecesinde bi şeyler arıyormuş, sonunda aradığını bulmuş ve sevinçle yerinde doğrulmuş.

“Büyük büyük ninem zamanından beri, bizim ailede senin yaşlarına gelen çocuklara bu bileziklerden bir tane hediye edilir, nasıl çalıştığı öğretilir ve tabi sır olduğu da hatırlatılırmış. İşte ben de böylece haberdar oldum robottan ve bilezikten.” Elinde tuttuğu hasır gibi bişeyden örülmüş bileziği havada salladı “şimdi eğer istersen ben de sana bir tane hediye edeceğim” demiş

“Çocuk hevesle masaya doğru atılmış “evet evet kesinlikle istiyorum onu” demiş.

“Gel o zaman onu takalım ve nasıl çalıştığını anlatayım. Bu bileziğe ben robot yakalayıcı diyorum, sen de istersen başka bir isim koyabilirsin tabi” Bileziğin ortasındaki siyaha yakın koyu renk yassı taşı tam bileğinin içine denk gelecek şekilde takmış ve sıkıca bağlamış. “Nasıl? Güzel değil mi? Fazla gösterişli de değil, her yerde rastlanan bilekliklere benziyor”

“Evet öyle hakikaten” demiş çocuk, sağ kolunu şöyle havada bikaç kez çevirmiş, sanki özel bir şey hissetmeye çalışır gibiymiş.

“Önemli olan görüntüsü değil işlevi tabi. Neyse, bu bilezik nasıl çalışıyor onu da anlatayım, az sonra akşam olacak sizinkilerin meraka düşmesini istemem. Şimdi senin robot uyandığı anda bu bilezikteki taş kırmızı renge döner ve bileğine aniden bir sıcaklık yayılır. Bunu fark ettiğinde sen hemen üç kez, “robot uyandı, robot uyandı, robot uyandı” diyeceksin. Bazen bunu dudaklarınla söyleyemeyebilirsin ama içinden de söylesen kulağın bunu duyacaktır. Kulakların bunu duyduğunda artık robotun önüne geçmiş olduğunu ve seni korumak için bişeyler söyleyip yaptığını anlarsın. Tabi anlar anlamaz onu seyretmeye başladığını da göreceksin.”

“Nasıl amaa? Onu yakalayıp yerine tıkmam gerekmez mi?”

“Hayıır hayır çocuğum. Böyle bişey yapmaya kalkarsan onu üzebilir, küstürebilirsin. Ki bunu da hiç istemeyiz. Dostlarımızla iyi geçindiğimiz için dosttur onlar, onlara saygı duyduğumuz için bize arka çıkarlar, öyle değil mi?”

“Evet ama?”
“Güven bana, sana kaç nesildir ailemizin uyguladığı ve rahat ettiği bir sırrı veriyorum. Onu sadece izle, ne yapıyor, ne konuşuyor, sanki heyecanlı bir film izliyormuşsun gibi, merakla ve zevk alarak izle minik robotcuğunu.” Durup nefeslenmiş “Bir süre bu işlemi sürdür, sonra bana gelip neler olduğunu anlatırsın. Daha bir ay buradasın nasıl olsa.”

Çocuk gözleri bilekliğinde, düşünceli bir şekilde başını sallamış.

Aradan günler haftalar geçmiş, bir gün ahşap bahçe kapısı yine şık şık diye çınlamış, Orhan, annesi ve babası doktoru ziyarete gelmişler. Babası elindeki kitap destesini masanın kenarına bırakırken “okumak için getirdiğim kitapları size bırakmak istedim belki buralarda bulmakta zorlanıyorsunuzdur demiş. Annesi de özenle pişirdiği yaş pastayı onun üzerine bırakırken “ah size çok borçlandık doktor bey, Orhan öylesine güzel bir tatil geçirdi ki, hepimiz çok çok mutluyuz.” Diye şakımış. “Öğrettiğiniz oyunu çok sevdik, hani bileklik oyununu, hatta ben de bazen oynamaya başladım” diye eklemiş babası.

O an yaşlı adamla çocuk göz göze gelmişler. Konuşmadan anlaşmışlar. Doktor onları yolcu ederken geride kalan Orhan onun kulağına fısıldamış “Sırrı söylemedim, onları oyun diye kandırdım” demiş özür dilercesine. “Anlamıştım demiş adam, peki robot yakalayıcısıyla neler oldu?”

“Oooo… Hiç sormayın neler neler seyrediyorum onun sayesinde. Hem bişey söyleyeyim mi, benim robot yakalayıcım başkalarının robotunu bile yakalıyor!” Durup yaşlı adamın mavi bir deniz gibi hafif çalkalanan gözlerine bakmış  “peki bu da normal mi?”

“Neden olmasın. Bak ne diyeceğim, eğer bir şekilde bilekliği kaybedersen ya da koparsa, bişey olursa bunun ne anlama geldiğini sana söylemeyi unutmuşum.”

“Yoo, onu asla kaybetmem” demiş çocuk kararlılıkla”

“Tabi biliyorum. Ya olursa diye söylüyorum. Ninem bana demişti ki, bir gün eğer bilezik kaybolursa, bu artık ona ihtiyacım kalmadığı içinmiş. Bilezik her zaman ihtiyacı olan birine gidermiş, özgürmüş o! Bunu unutma istedim.”

 Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş, birini Orhan kapmış, diğerini annesiyle babası paylaşmış, üçüncüyü de bu masalı ünleyen yemiş.

Gelelim kıssadan hisseye güzellerim. Kıssasını diyelim ki, boşa gitmesin çekilen acılar. Deyin bakalım bu masal ne anlatır?

Sa

08.03.10 – Beylerbeyi

3 Yorumlar

  1. […] 08.03.10-Pazartesi- Robot Konuşuyor Mart 8th, 2010 Ekleyen: Sibel […]

  2. says:

    orlando diyor ki:
    08 Mart 2010, 17:39 (Düzenle)
    nasıl güzel bir masal bu ya…:) bunca işin gücün arasında aldı çekti beni kendine..bir bilgi, 10 yaşındaki bir çocuğa ancak bu kadar etkileyici anlatılabilirdi..’ benim robot yakalayıcım başkalarının robotunu bile yakalıyor!” ‘..bayıldım bu kısmına…evden sakin kafa ve bölünmeden devam edeceğim sevgili masalcı desibel..sen çok yaşa emi:)

    2. Orlando diyor ki:
    08 Mart 2010, 21:49 (Düzenle)
    bir bebek dünyaya doğduğunda yapılan ilk şey ona isim koymaktır.isim onu dışardan ayıran kaptır.o artık kabın şekli, muhteviyatı dahilinde gelişecektir..bebeği büyüten anne, ona dünyayı anlatmaya başlar yavaş yavaş..bu kendine de anlatılmış, bütün annelerin bebeklerine anlattıkları ve bu nedenledir ki oldurduğumuzu söyleyebileceğimiz dünyadır..bu oldurma o kadar güçlüdür ki , hepimizin dünya algısı, birleşim noktası aynı yerde sabitlenmiştir..yeni doğan bebeğimizin inanılmaz esnek, hareketli birleşim birleşim noktası, annesi tarafından kendisine öğretilen dünya bilgisiyle giderek katılaşır ve ilerleyen yıllarda, tıpkı annesi ve diğer diğer tüm insanlar gibi, sabit bir birleşim noktası, diğerleri gibi aynı dünya algısı vardır..anne bunu neden yapar?elbette bunun iyi birşey olduğunu düşünür ve aslında bazı açılardan gerçekten de iyidir..bu bitmek bilmez tanımlamalar, öncelikle çocuğa benlik duygusunu kazandırır..ben ve onlar, benim vs gibi birey olma yolunda kavramsal malzemelere sahip olur..birleşim noktası son derece oynak bir insanın bu dünyada olabileceği iki durum vardır..ya deli yada savaşçı..dünya limanındaki ipini çözmüş ve asla geri dönemeyecek şekilde sonsuz okyanuslara açılmıştır.sonu kaybolmaktır..savaşçı, birleşim noktasını ustalıkla hareket ettirmeyi öğrenmiştir..dünya limanını unutmadan, dilediği zaman okyanusa çıkar ve geri dönmeyi başarır..sevgili annelerimiz, benlik robotlarını içimize binlerce yıllık öğretilmişlikle ustaca ama bilmeden yerleştirirler..çıkarma işi ne yazık ki bize düşer:)..bu masalla ilgili o kadar çok şey var ki..robotlarımızın aslında gurdjieff in olağanüstü örneğindeki atlar olduğu gibi..onlar bizim duygularımızdır..egolarımızdır ve varoluşumuzu yani benliğimizi korumak için her daim hazırdırlar..duygular dizginleri ele aldıklarında zihin orda yoktur artık..kendini kaybetmek, kendinde olmamak deriz o duygusal patlamaların hemen sonrasında..duygu ve ego iyidir, güzeldir, yüzmeyi bilmeyeni sığ sularda güvenli yerlerde tutar ama yüzebilmek için derin sulara gitmeniz gerekir..robotumuzun bize neler yaptığını belki ilk anlarda göremeyiz ama( çünkü o anda biz değil o vardır sahnede) başka insanların robotlarını, tıpkı bu masaldaki çocuk gibi görebilme imkanımız var..ilgiyle bakmamız yeter..”dışarda olan içerdedir” bilgisi bize kendi robotumuzu da gösterecektir elbette..benlik duygumuzu, bu dünyada olduğumuz sürece yitirmemiz çok olanaklı değil.(.yitirirsek artık bu dünyada olmayız zaten)..ama en azından bu duyguyu gelmeye başladığı an yakalayabiliriz..masalda da anlatıldığı gibi , fazlasına gerek yok..farkedildiğini anladığında sessizce kaybolacaktır:

    3. DeSibel diyor ki:
    09 Mart 2010, 11:06 (Düzenle)
    Varoluşumuzun hikayesini anlatmışsın Orlando sister. Diline sağlık. Aslında robotumuuz farkedildiğinde zevki kaçar çünkü o farkedilmeden bizim adımıza bişeyler yapma hevesindedir.Onu izlediğimizde tüm hevesi ve zevki kaçar, iştahı kaybolur. Eski dünya öğretilerinin hemen hepsi ona diş biliyorlardı ve robot da bunu biliyordu. Bu şekilde olumsuz olarak bile kaale alınmak onun hoşuna gidiyordu. Ama şimdi biz sadece izliyoruz, fazlaca önem yüklemeden
    Masalda bazı unsurlar geçiyor, gündelik hayatta karşılaştığımız, bu simgelerin de ele alınmasıyararlı olabilir

    4. orlando diyor ki:
    09 Mart 2010, 11:27 (Düzenle)
    Don Juan ‘ın ‘kendini önemsemeyi bırak’ diyerek defalarca anlattığı konu geldi aklıma..burada’ kendi’ dediğimiz robotumuz oluyor dimi..:)..aslında her ‘kendim’ dediğimizde robotumuzdan mı bahsediyoruz?

    5. DeSibel diyor ki:
    09 Mart 2010, 11:31 (Düzenle)
    Evet aynen öyle, “kendim” dediğimizde haberli olduğumuz kendim çoğu kez robotumdur. Ancak onu izlemeye başladığımda bir başka kendim daha olduğu ortaya çıkar

    6. orlando diyor ki:
    09 Mart 2010, 11:44 (Düzenle)
    izleyen, islediğini bilen, islediği robotun robot olduğunun ayırdında olan kendimden bahsediyoruz sanıyorum.bu kendim için ‘zihin’ diyebilir miyiz peki?..ben gene gurdjieff in at araba sürücü örneğinden gitmek istiyorum…sürücü dizginleri ele aldığında, atların kontrolü de ondadır artık..hatta kontrol etmese bile en azından ne yaptıklarını nereye gittiklerini bilir görür..zihin, bu örnekte ki at mıdır?

    7. DeSibel diyor ki:
    09 Mart 2010, 11:53 (Düzenle)
    Gurdjieff Atlı araba örneğinde zihin yok hatıırladığım kadarı ile. Arabacı AKILdır. Bizim masalımızda izleyen AKIL mıdır bi düşünelim? Arabacının görevi atları yani duyguları yöneten onların bakımını yapandir.Bu durumda masaldaki izleyici konumuna uygun düşmez sanırım, çünkü o yöneten ya da bakım yapan değildir. Belki de arabacınının gözlerini kullanan yolcudur?
    Robot için duygu ya da düşünce gibi ayrımlar yapamayız, robot bunların hepsini kapsayan bir öğrenilmişlik, taşıyıcı makinadır. Rüyalara kadar derinleşmediğin takdirde görünen ve görünmeyen tüm kimliğimdir. Ben bir hamurdum, beni bir kurabiye kalıbı ile “kırt” diye kestiler ve pişirdiler.

    8. orlando diyor ki:
    09 Mart 2010, 12:02 (Düzenle)
    akıl yerine zihin yazdığım ve karıştırdığım için, senin yazını okuduğum an robotum bir an da çıktı ortaya mesela )..robot için genel bir algım var….o zaman burada izleyen, farkında olan için öz mü demeliyiz..yolcu yani..sürücünün gözlerini kullanan..arabanın içinde oturan..perdeler sıkı sıkıya kapalıdır ve o nedenle görünmeyen..

    9. DeSibel diyor ki:
    09 Mart 2010, 12:22 (Düzenle)
    Belki o dur diyebiliriz. Öyle iç içe katmanlardan oluşuyoruz ki, karar vermek güç
    Burada insan olarak farkında olmadan tanrıcılık oynuyoruz. Tanrı da kainatı kendini izlemek için yaratmamış mı? Buradaki izlemenin hiç bir “yargı” taşımaması işte bu sebepledir. Eski Dünya öğretilerinde “izleyen” yargı doludur. İyi ve kötüyü ayırmaya çalışır, iyiler için ödül, kötüler için cezalar verir. Öyle ki eski öğretilerin izleyicisi sanki daha büyük kapsamlı bir robot olmuştur! Hani Terminatör Sarah Connor dizisindeki gibi robottan gelisip süper robot olan o kadını hatırlayacaksınız (küçük kızı olan, istediği an sıvıya dönüşen).
    Oysa masalımızdaki izleyici yanlızca izler hatta bundan zevk alır. Tek gayesi izlemektir. Yargılayan olamaz çünkü amacı robot izlemektir

  3. […] “Sırrı söylemedim, onları oyun diye kandırdım” demiş özür dilercesine. “Anlamıştım demiş adam, peki robot yakalayıcısıyla neler oldu?”  (Bakınız Robot Konuşuyor) […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir