Yaratma cesareti ve sanatçı

Yeni biçimleri ve sembolleri hemen dolaysızca ortaya çıkaranlar sanatçılardır: oyun yazarları, müzisyenler, ressamlar, dansçılar, şairler ve de dinsel alanın şairleri olan ermişler. Yeni sembolleri -şiirsel, işitsel, plastik, dramatik- imgeler biçiminde resmetmekteler. Kendi imgelemlerini sonuna kadar yaşıyorlar. Birçok insan tarafından sadece düşlenen semboller sanatçılar tarafından grafik biçimde ifade bulmaktalar. Ancak yaratılmış bir ürünü -mesela Mozart’ın beşlisini- değerlendirdiğimizde de yara- tıcı bir edimi icra etmekteyiz. Kendimizi bir resme bağladığımızda -ki modern sanatı otantik olarak görebilmek söz konusu oldu ğunda özellikle yapmamız gereken şeydir- yeni bir duyarlık yaşarız.

Resme temasımızla içimizde yeni bir görünüm zembereği boşanır; içimizde eşsiz bir şey doğar. Bu da, yaratıcı kişinin resmini, müziğini ya da diğer yapıtlarını değerlendirmenin bizim açımızdan da yaratıcı bir edim olmasının nedenidir. Eğer ki bu semboller tarafımızdan anlaşılacaksa, onları algılarken onlarla özdeşleşebilmeliyiz. Beckett’in oyunu Godot’yu Beklerken’de zamanımızdaki iletişimin iflasına dair entelektüel tartışmalar bulamayız; iflas basitçe orada, sahnede sunulmuştur. Mesela bunu en canlı şekilde, Lucky’nin efendisinin “düşün” emri üzerine girdiği, felsefi bir nutkun tüm debdebesine sahip, oysa gerçekte salt tantanadan ibaret, tükürükler saçan uzun konuşmasında görürüz. Kendimizi piyese, giderek daha bağladığımızda, sahnede, otantik olarak insanca iletişim kurmada topyekún iflasımızı yaşamdakinden daha büyük boyutlarda görürüz.

 

 

Sanatçılar bu yaşantıları müzikte, sözcüklerde, çamurda, mermerde ya da tuvallerde görüntüleyebilirler çünkü Jung’un “kolektif bilinçdışı” dediğini ifade etmektedirler. Jung’un tabiri, en yerinde olanı olmayabilir, fakat biliyoruz ki her birimiz varlığımızın gizli boyutlarında kısmen kökensel ve kısmen deneyimden kaynaklanan bazı temel biçimleri taşımaktayız. Sanatçının dışavurdukları bunlardır. Bu nedenle sanatçılar -bundan böyle bu kavramla şairleri, müzisyenleri, oyun yazarlarını, plastik sanatçıları ve ermişleri kastedeceğim- McLuhan’ın tabiriyle sabahın “çiyleri”derler; bize, kültürümüzün başına gelen “uzak bir erken uyarı” verirler. Gürümü- zün sanatında yabancılaşma ve kaygının sembollerini bol bol görüyoruz. Ama aynı zamanda ahenksizliğin göbeğinde biçim, çir kinliğin ortasında güzellik, nefretin ortasında insan sevgisi -ölü- mü geçici olarak yenen ama uzun vadede hep yitiren bir sevgi- var. Sanatçılar böylece kültürlerinin tinsel anlamını dışavuruyorlar. Sorunumuz: Onların anlamını doğru okuyabiliyor muyuz?

Eğer toplumumuzun mantığını kabul etmek üzere yetiştirildiyseniz, sorarsınız: “Niçin aşkına ‘sahip olduğu için ağlasın’? Niye askının keyfini çıkartmıyor?” Mantığımız bizi durmadan uymaya itiyor, deli bir dünyaya ve deli bir yaşama uymaya. Daha da kötüsü, kendimizi burada Shakespeare’in ifadettiği deneyimin engin derinliklerini anlamaktan engellemiş oluyoruz. Hepimizin böyle yaşantıları oldu, ama eğilimimiz bu deneyim- lerin üstünü örtmeye yöneliyor. Baktığımız güz ağacı göz alıcı renkleriyle öyle güzeldir ki, gözlerimizin yaşardığını hissederiz; ya da duyduğumuz müzik öylesine hoştur ki varlığımızı bir hüzün bürüyüverir. Ağacı hiç görmemiş ya da müziği hiç duymamış ol- manın belki daha iyi olduğu, bu soysuz düşünce, bilincimize sürünerek sokulur. O zaman bu huzur kaçıran paradoksla yüzleşme- miş olurduk – “zamanın gelip aşkımı götüreceğini” bilmenin paradoksuyla; sevdiğimiz her şey ölecek. Oysa insan olmanın özü budur, dönmekte olan bu gezegenin üzerinde varolmakta olduğumuz şu kısa anda, zamanın ve ölümün sonunda hepimizden hak- kını alacağı gerçeğine karşın bazı insanları ve şeyleri sevebiliriz. Kısa anı uzatmayı arzulamak, ölümümüzü bir sene kadar daha ertelemek anlaşılabilir mutlaka. Ancak bu erteleme, duraklamaya ve sonunda savaşı yitirmeye bir bağlanmadır da. Bununla birlikte, yaratıcı edim ile ölümümüzün ötesine ulaşabiliyoruz. Bu, yaratıcılığın böylesine önemli olmasının ve yaratıcılık ölüm ilişkisinin yüzleşmemiz gereken bir sorun oluşunun nedenidir.

Rollo May’in Yaratıcı Cesaret kitabından kesip doğramaya kıyamadığım bir bölümünü aynen alıntıladım. 

Sanat, kapitalizm gölgesinde buradaki anlamını ne derece taşımaya devam ediyor acaba?

 

not: resim bana ait 25×25 soyut suluboya

@@ yazı yayınlandığında haberdar olmak istiyorsanız sitemize abone olmayı unutmayın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir