Mısır – RA’nın Ülkesi

Egypt 2006

 

İlk gün…

 

Havaalanına iki saat kadar önce geldim. Checkin yaptırabilmek için kontuarın açılmasını bekledim. Yarım saat geçmesine rağmen EgyptAir kontruarı bi türlü açılmıyordu, hatta kalkış saati bizden epey sonra olan uçuşların bile kontuarları açıldıktan çok sonra Mısırlılar da masayı açtılar. Bunu çok normal kabul ettim hatta içimden epeyce güldüm. Mısırlıların çok rahat insanlar olduğunu, kurallara ve zamana öyle büyük dikkat göstermediklerini duymuştum.

Havaalanına ilk gittiğim anda gördüğüm ve mısırlı olduğundan kesin emin olduğum orta yaşlıca bir bey ile bi kaç kez gözgöze geldik. İnsanlar çoklukla beni pek görmezler, bi hayalet olma konumu vardır bende. Dolayısı ile bu durum bana biraz ilginç gelmişti. Sonra uçağa bindiğimizde öndeki çapraz koltukta oturuyordu ve gülümserek bana selam verdi; sanki “senin bu uçağa bineceğinden emindim” der gibiydi yüzünün ifadesi.

Uçakta toplam yirmidört kişiydik, rahat sakin, çok güzel bir yolculuk oldu.

Kardeşim ortada görünmüyordu. Kapının önünde sakin sakin yarım saat kadar bekledim. Gideceğim yerin adresi olmadığı gibi yanımda Mısır parası da yoktu. Buna rağmen içimde hiç bi telaş da yoktu. Sanki kendi ülkemde gibiydim.

Uçaktaki bey yanıma yaklaşıp yardım teklif etti. Ben de birisini beklediğimi söyledim, nezaketi için teşekkür ettim. Sonra bikaç kişi daha yardım teklifinde bulundu. Ben de en azından bi telefon edebileceğimi ama cep telefonumun çalışmadığını, paramın da olmadığını söyledim gülerek. Bir bey hemen kendi telefon kartını kullanabileceğimizi söyledi ve nihayet kardeşimle konuştuk ve arkasından da hemen buluştuk zaten.

Bu ülkeye dair ilk izlenimlerim; huzur ve güven.

Bütün gece boyunca içimde sebebi belirsiz bir sevinç vardı; sanki bir randevum vardı burada. Sabaha kadar kimbilir kaç kez RA aklımdan geçti; o mu beni çağırıyordu yoksa ben mi onu bilemiyorum. İlginç bir ruh halindeyim. RA’nın ülkesindeyim!

Sabah erken kalktım, Şubat’ın onyedisi ve bahçede oturuyorum, yaz güneşi var. Üzerinde güneş batmayan ülke burası sanırım.

İçimde gizlice takip ediliyormuşum gibi bir his var!

 

İkinci gün…

 

Kahvaltıdan sonra Rehab bölgesinde iki saate yakın yürüdüm. Güneşin bu kadar yakıcı olduğunu anlayamamışım, etkileri akşama doğru ortaya çıktı; yüzüm yanmış, üstelik galiba güneş tutulması oldum. El Rehab, New Cairo denilen bölgede çölün tam ortasına kurulmuş modern bir vaha! Villalar, bakımlı bahçeleri ve derin sessizliği ile insanı kendinden geçirir burası.

Tam ben evden çıktığımda Cuma namazı sırasıydı, camiden yumuşak, güzel bir ezgi  duyuluyordu. Bu yumuşak tonu ülkemde din vesilesi ile hiç duymamış olduğumu farkederek üzüldüm. Galiba biz Türkler, dini bir gönül işi gibi değil başka bir savaş vesilesi gibi algılıyoruz. Zaten insan dilini bilmediği bir dinden nasıl fayda umar onu da hiç anlayamamışımdır! Evet kelimeler büyüdür, siz anlamasanız da onların etkileri devam eder; ancak kelimelerin telaffuzunun çok önemli olduğunu sanıyorum. Ve belki bizdeki müslümanlar bilmeden bir çok kez farklı anlamlar için dua etmişlerdir.

Yürüyüş esnasında daha önce bahsetmiş oldukları spor kulübünü gördüm. Fevkalade büyük bir alana yayılmış, henüz sayamadığım birçok kapısının üçünde şansımı denedim; ancak bir türlü meramımı anlatamadım. Üye olmadan squash tesisinden yararlanabilmenin yollarını arıyordum. Üçüncü kapıda Ahmad isimli güzel gözlü bir güvenlik memuru vardı. Sonunda o, beni Ofisten bir yetkili ile görüştürmeye ikna oldu. Yetkili de günübirlik bilet alıp tesise girmeme yeşil ışık yaktı. Şimdi iş raket ve top bulmaya kaldı; çünkü onlar vermiyormuş!

Bu arada çıkarken Ahmad’la biraz sohbet ettik. Benden Türkiye’ye gitme konusunda yardım istedi. “Ne yapabilirim?” deyince iş bulmak istediğini öğrenmiş oldum. Ülkemdeki işsiz sayısını ve tepetaklak giden düzeni düşününce mecburen acı acı iç geçirmekle yetindim!

Herneyse, öğleden sonra bowling oynamaya gittik ve gece Nil kıyısında fish market isimli restoranda yemek yedik. Şimdiye kadar kendi ülkem hariç hiç bu kadar lezzetli şeyler yememiştim!

Bütün bu tatil günü faaliyetlerinde bize orta yaşlı Güney Afrikalı bir çift de katılmıştı. Hoş ve konuşkan insanlardı. Henüz tam anlayamadığım bir sebeple Mısırlıları sevmiyor, her fırsatta onları küçük düşürücü cümleler kuruyorlardı. Hani doktor doktoru beğenmezmiş ya Afrikalı da afrikalıyı beğenmiyordur belki! Kendileri beyaz olan bu çift, Mısırdaki ırk ayrımcılığının dünyadaki her yerden daha fazla olduğunu söyledi!

Bakalım göreceğiz inşallah.

Piramitleri görmek için beklerken duyduğum ilginç heyecanı uzatmak istiyorum!

Kardeşimin eşi, Gizza tarafında yüksek binaların bazılarında piramit manzarası oldugunu söyledi (Bi arkadası yenı tasınmıs oyle bır eve).

RA’nın ülkesinde olduguma hala inanamıyorum. Madem bu kadar sevinecektim aylardır neden gelmeyi erteliyordum bu da meçhul!

Aksam dönerken tam karsımızda kılometrelerce sırıtkan kırmızı bir ay seyrettık. Benım karnımda bir burulma oldu yine!

Açıkçası şu anda hissetiklerim normal değil, ben don yagının dolmasıyımdır normalde!

Allah hayra cıkarsın.

 

Burada şu ana kadar gorebildiğim insanların çoğu kilolu ve bunun sebebini galiba biliyorum 😉 Olağanüstü lezzetlı yiyecekler ve tasasız ruh hali!

Güzel yemek pişiren ınsanların gelişmiş ve estetik bir iç dünyaya sahip olduklarını düşünürüm hep. Zaten insanın yaptığı herhangi basit bir hareketinde onun gelmişini/geleceğini görmek neredeyse mümkün oluyor. Örneğin, yemek pişirişini, yürüyüşünü, bulasık yıkayışını üst üste farkettirmeden izleyin ınanılmaz ipucları yakalayacaksınız. Kişi diliyle ne söylerse soylesin eğlediklerı onu ele verıyor.

Bu hesapta İngilizler kendilerini ”üzerınde günes batmayan BB” olarak istediklerı kadar tanımlasınlar, yemeklerine bakın ne olduklarını kolayca anlayın! Hahhaahahaha Yine de İstisnalar kaideyi bozmaz… O istisnalar ki evrimin olmazsa olmaz gereği zaten.

 

Üçüncü gün

 

Bugün öğleden sonra eve yakın olan SUK’a gittik (çarşı anlamına geliyormuş), mümkün olduğunca çok meyvenin tadına bakmak istiyordum. Gerçi mevsim itibariyle daha önce tadına bayıldığım eşta yoktu, mangolar da kötüleşmişti. Fiyatlar çok ucuz, esnaf güleryüzlü ve yardımsever, hele Türk olduğumuzu bilenler daha çok özen gösteriyorlar. Beleh (hurma), harakeş, queva meyvelerinden aldık. Sonra hemen karşıdaki meyvesuyu dükkanında yine bilmediğim meyvelerden yapılmış bir kokteyl içtim. Olağanüstüydü.

Rüzgarlı bir gün ve ben önceki günden tutulmuş vaziyetteyim.

Acıkınca Mısırlıların simit gibi her köşe başında bulunuveren bir yiyecek olan falafel (tamia) yedik. İlginçti. Nohut ve bakladan yapılmış müjver gibiydi ve taze bir sandöviç içine konulmuştu. Zaten burada bildiğimiz ekmek yok. Fırınlarda çıkan ekmek bizdeki döner sandöviçlerine benzeyen yuvarlak pidemsi bir şey. Sıcak haliyle nefis. Ancak sanırım içine katkı malzemesi filan konmadığı için günlük tüketilmeliymiş, ertesi gün hemen küfleniyormuş.

Mısırlılar kendilerine Masri, ülkelerine Masr diyorlarmış. Ben de bütün dünya Egypt derken biz neden Mısır diyoruz diye meraktaydım.

Bir kafeye, restorana oturunca, çağırıncaya kadar kimse size aldırmıyor. Hele bir de standart olmayan bişey isterseniz, bu çok basit bi fark da olabilir (örneğin buzsuz), uzun süre derdinizi anlatamıyorsunuz, garson gidiyor, bi toplantı yapıyorlar, sonra şefleri geliyor, sonra tekrar toplantı yapıyorlar! Böylece çayınız için istediğiniz bir dilim limonun size bir saate patladığını sıkıntıyla fark ediyorsunuz. Açıkçası bunu hemen ilk günlerden farketmiş olmam bana epeyce zaman kazandıracak. (İstedikleri özel şeyleri ille de anlatmak isteyen zevk sahibi yabancılar uğraşsınlar vallahi, hiç işim olmaz!)

O havaalanında gördüğüm ve derhal mısırlı olduğunu anladığım kişiyi neden tanıdığımı şimdi farkettim. Burada çok az sayıda kişinin yüz hatları aynen eski mısır tabletleri, resimlerindeki yüzlere benziyor. Hani Türkiyede bir yörük gördüğünüzde ondan nasıl emin olursanız öyle belirgin. Ama neden sayıları az?! Belki Kahire dışında başka yerlere gittiğimde bunun sebebini öğrenebileceğim.

Mısır’ı tanıtan turistik bir kitapta “aile” başlığı altında verilen bir resim gördüm. İki gündür aklımı meşgul ediyor. Resim büyükbaba ile başlıyor, onun yanında baba, sonra anne ve son olarak oğul! Sanki herşey sırf büyükbabadan erkek toruna yaratabilecek fark için varmış gibi bir anlam çıkıyor bu resimden. Anne ve baba şimdiyi temsil ediyorlar bir yanlarında geçmişleri, diğer yanlarında geleceklerini, şimdi ve burada olduruyorlar gibi.

Bir erkekten diğer erkeğe yaratılabilecek farkı kim sağlayacak? Cevap bana çok açık gibi görünüyor; tabii ki kadın. Çünkü o, her iki ebeveyninden alınmış X kromozomuyla genetik mirasın tümünü taşıyor. Kadın yalnızca deneyim bankası! O, hep bulunduğu yerde, onun geçmişi ve geleceği yok. Tüm deneyimler bu bankada birikiyor, erkek akıl edip bundan yararlansın da varoluş için bir fark yaratabilsin diye.

Belki de bu akıl yürütmelerim yalnızca bir hüsnü kuruntudur.

 

Artık günleri sayamıyacağım J

 

Tozlar altında bir şehir; Kahire

Heryere boz bir renk hakim, soluk çöl…

Mısırlılar evleri boyamıyorlar, duyduguma göre tozla başedilmiyomuş. 

Neyse bu konuları kendi bilgisayarımda biraz etraflıca yazabilmeyi umuyorum.

 

Apartmanların ve caddenin arkasından birden bire ortaya cıkan piramitler bir an nefessiz bıraktı beni. Muhtemelen bu karşılaşma anını her zamanki gibi düşünmeden düşünmüştüm. Ve kendime duygusal bir sahne yazmıştım!

Ne diyecegimi bilemiyorum.

Keopsun özel bir cekiciligi var. Taşları da daha degişik geldi bana.

Zamanın dışında kalmışlık duygusunu bundan önce bir kez  Küba’da, bir kez de Kızıl Meydan’da hissetmiştim. Gerci bu sefer başka karışık şeyler de var, bunların netleşmesi icin belki zamana ihtiyacım var. Ne tuhaf degil mi! Önceki iki cümle adeta birbirini yok ediyor ;)))

Papiruslardaki RA resimlerini inceledim biraz, Horus’la aralarındaki farkı anladım galiba. Her ikisinin de yüzü şahin ama baslarındaki işaretler farklı; RA’nın başında altın sarısı bir daire var.

Binlerce yıl öncesini hayal ettim gözümün önünde, caddeler ve şehir yokken, göz alabildigine cöl icinde 3 piramitin heybetli duruşlarını…

Bunların yapılış amaclarının pek ceşitli oldugunu biliyorum; ama önemli bir tanesi muhtemelen “meydan okuma” olmalı. İnsanın gündelik ölümlü hayatına meydan okuma!

Gize, yaklaşık 5000 yıl önce Mısır’ın başkenti Memphis’in, kralların gömüldüğü mezarlığı olmuş. Firavun öldükten sonra cesedi bir tekneyle vadi tapınağına getirilir,  geçide alınıp , piramidin altına gömülmeden önce bir dizi işlemden geçermiş.

Piramitlerin zirvesinde, güneşin ilk ışınlarını yakalayan, altın kaplama pyramidionlar varmış. Piramidin içindeki havalandırma yolları, hala ne işe yaradığı çözülemeyen gizli odaları, konumun bazı takımyıldızlarla ve yönlerle yaptığı doğrultular, eski Mısırlıların kralın ruhunun “sonsuz yıldızlar” ile birleşmek üzere yükseleceğine dair inanışıyla tutarlılık içinde görünüyor.

Büyük piramit Keops, piramitlerin en eskisi ve büyüğü, 4. sülale firavunu Keops tarafından İÖ.2589 yıllarında yaptırılmış.

Piramidin yapımında kullanılan blok taşların en küçüğü 5 ton geliyor, tabanda kullanınların 15 ton olduğu ve bu taşlardan iki milyon adet kullanılmış olduğu söyleniyor. 19.cu YY.a kadar dünyanın en yüksek yapısı olan Keops,un nasıl ve hangi amaçlarla yapıldığına dair bir başka önerme de RA Bilgileri adlı kitapta verilmiştir. Örneğin o kitapta; bu taşların düşünce gücü ile oluşturulduğu ve canlı oldukları söyleniyor. Piramit, Dünyanın manyetik alan dengelerine göre özel konumda; şifa ve bilinçlendirme amacı ile yüksek boyutlu gezegenlerden gelen öğretmenler tarafından yapılmış ve öğretileri firavun ve rahiplere büyük uğraşılarla aktarılarak; Dünyanın genel bilinç seviyesinde bir zıplama (ortalama bileşim yerinin oynatılması) amaçlanmıştır. İşin bu kısmı metafizik kabul edildiği için halen görmezden geliniyor.

Keopsun oğlu Kefren’in kendi adına yaptırdığı ikinci piramit biraz daha küçük; üzerindeki değişik kaplama Muhammed Ali Paşa tarafından söktürülerek bi cami yapımında kullanılmış. O değişik kaplamanın bi kısmı piramıdin yukardaki dörttebirlik kısmında halen görülebiliyor.

Kefrenin oğlu Mikerinos’un yaptığı piramit ise cüsse açısından öncekilerden de küçük. Gize Platosunda üçü büyük olmak üzere dokuz piramid bulunuyor.

Gize Platosunun bekçisi olan aslan biçimli Sfenks, araplarca Ebu el-hol, “korkunun babası” olarak bilinirmiş. Bu sfenks gerçekten de insanda korkuyla karışık bir saygı hissi veriyor.

Tüm dünyaya 2006 yılında bile meydan okumaya devam eden Piramitlerin girişi ve çevresini bir görseniz hayretten dudağınız uçuklar! Girişte bilet kesen tavuk kümesine benzer baraka ve görevli kişiler sanki piramidin çevresindeki gecekondu sakinlerince el birliği ile oluşturulmuş gibiler! Hani bizim Deli Dumrul gibi, sanki bi gece aralarında şöyle konuşmuşlar: “yahu elimizdeki nimetten biz de biraz yararlanalım, şu piramitlerin önünde duralım, gelen geçenden biraz para toplarız hiç değilse!”

O koca arazi içinde hiç bir sistemli yapılanma yok. Deve üzerinde gezen muhafızlar (güya) turistlere poz verip, bahşiş istiyor. Ayrıca kendilerine rehber süsü veren bazı kişiler, bu muhafızlara sus payı (yine güya) verip, turistlere yasaklanmış şeyler gösteriyor ya da anlatıyomuş gibi yaparak yüklü bahşişler istiyorlar! Büyük piramidin hemen solunda eskiden fena olmadığı anlaşılan bir bina boş ve kaderine terkedilmiş vaziyette bütün bu ilginç durumu seyrediyor. Bütün bunlar gerçekten normal değil!

Acaba bu tuhaflıkların, müslümanlıkla bir alakası var mı? Bilerek ya da bilmeyerek eski uygarlıklarını (aynen biz Türklerin yaptığı gibi) red mi ediyorlar?

 

Toz yağıyor

 

Bugün Pazar. Sabah bir uyandık ki üzerimize toz yağmış! Şaka yapmıyorum, evin içinde yattığımız yerde toz altında kalmışız.

Yeğenimde bi kaç gündür bi alerjik durum var, bunu da toza bağlama eğilimindeyiz, şimdi annesiyle doktora gittiler, bakalım ne diyecek.

Buradaki Türk topluluk daha önce böyle bi şey görmediğinden telaşlı, daha ne kadar devam eder acaba diye birbirlerine telefon ediyorlar.

(Ben de satır arasında -tozdan geldik toza karışacağız, dert etmeyin, telaşa mahal yok- mesajı geçtim ama duyan oldu mu bilmem!)

Burada iş gücü inanılmayacak denli ucuz. Sanırım bu sebeple kimse evde iş yapmazmış (mısırlı hanımların çok rahat oldukları, yalnızca çocuklarının yetiştirilmesinden mesul oldukları söyleniyor), çamaşır, ütü, yemek gibi şeyler hep dışarıya yaptırılıyor. Kapıya kadar gelip teslim ediyorlar. Kadınlar için korkulu rüya erkek çocuk sahibi olamamak! Çünkü kanunlar gereği, eğer kocaya bişey olursa ve erkek çocuk yoksa, mirasın tamamına yakını müteveffanın erkek kardeşlerine gidiyor! Yaslı eş, yalnız başına ya da kızlarıyla kendi evinin bile dışında kalıveriyor!

Beni hayrete düşüren diğer bir husus da, mısır genelinde halen oldukça yüksek oranda devam eden kız çocuk sünneti! Aslında dini yasalarda yok ama sanırım afrika geleneği olarak devam ediyor. Amaç sünnetli kızın, evlendiği erkeğe sadık kalacağı, zevklerine yenik düşmeyeceği beklentisi. Daha geçenlerde bir hastanede yapılan sünnette 12 yaşında bir kız çocuğu ölünce epey skandal olmuş.

Bilirsiniz Çinliler de kız çocuklarına demir ayakkabı giydirirler, aynı amaçla; kadının namuslu kalabilmesi için! Bedeni büyürken, ayakları küçücük kalan kadın iki koluna hizmetkarlar girmezse yürüyemiyor, böylece kocasını aldatmak için evinden uzaklaşamaz!

Tekvin’i (yaradılış) okuduysanız, her şey kendi sulbünden mümkün olduğunca çok kalabalıklaşmak üzerine kurulu. Tanrılar, ademoğluna kendi isteklerini yaptırabilmek için hep bu bahşişi veriyorlar; “soyunu sürdüreceğiz, aileni büyüteceğiz!” (Bu konu uzundur, hatırlamışken bir ara yaradılış hikayesinden anladıklarımı anlatmak isterim).

Devlet okulları üniversiteye kadar oldukça zormuş. Bütün tedrisat ezberleme üzerine yapılandırılmış. Çocuklar saat dörtte eve gelir ve hemen annelerince çalışmaya oturtulurmuş, her gün en az beş saat ezber yapılırmış! Bütün bu yılların çocuklar ve anneleri için cehennem azabı olduğunu söylüyorlar. Belki bu sebeple yabancı dille öğretim yapan özel okullar bütçeleri oranında her mısırlı ailenin kurtuluş ümidi!

Fakat her nasılsa, iş üniversiteye gelince, birdenbire işin ucunu bırakıveriyormuş Devlet. Üniversiteden çalışmadan, kolayca herkes mezun olabiliyormuş. Buradaki özensiz, yetersiz tüm işleri, üniversitedeki berbat eğitime bağlayanlar var. Devlet üniversitelerinden mezun olanların, iyi maaşlı bi iş bulabilme ihtimali yokmuş zaten, hepsinin fevkalade zor şartlarda hayatlarını sürdürebildiklerini söylüyorlar.

 

Sıcak ve kapalı bir hava var. Dün ünlü Mısır müzesine gittik. O devasa binayı iki saatte gezip bitirdim. Gördün mü deseler gördüm diyeceğim işte! Hahahahaha

Ben zaten bu işlerden pek anlamam, diyolar ki; her objeye bi dk ayrılsa müzeyi gezmek altı ay sürermiş. Ben o zamana kadar ruhumu teslim ederim! 🙂

Ayakta hareketsiz durmak kadar yorulduğum başka bi iş yoktur.

Sfenksler ve büyük heykeller çok hoşuma gitti. İnsan bedenini çok güzel biçimlemişler, hakkaten de Tanrı diyesi geliyo insanın. Fakat özellikle bazı dönem heykellerinin yüzlerinde Romalı ve Yunanlıları ayan beyan görmek mümkün.

Zaten dün otobüse bindiğimizde bi delikanlı aynen yunan heykeline benziyordu! Sanırım romalı ve yunanlı askerler burada epeyce faaliyet yapmışlar.

Eski dönem mısırlılar sanki yalnızca öbür dünyaya çalışmışlar; her şey ölüm sonrası için özenle hazırlanmış.

Mumyalar, altın oymalı tabutlar (üzerlerine oymalarla dünyanın yedi ceddi resmedilmiş sanki!), iç organların konulacağı kaplar, mezar odaları… İnanılır gibi değil.

Fakat Kahireyi gündüz hiç görmemek lazım! Hani Atatürk’ün sesini sevdiği bi sanatçıya söylediği gibi; burayı da gece gezmek lazım. Zaten masriler de öyle yapıyo galiba çok geç vakitlere kadar yollarda sokaklarda yaşıyorlar. Gündüz gözüyle dünyanın en çirkin metropolü burası olabilir zannımca. Ama gece bütün o çirkinlikler gözden uzaklaşıyor, elektrik ucuz, her yer ışıl ışıl…

Hele trafik? Aman Allah! kural filan hakgetire. Arabaların çoğu nuhu nebiden kalmış, taksiler murat 124 lerin en derbeder en bakımsız hali. İnsan binerken yahu ağırlığımdan dağılıvermese bari diye düşünmekten kendini alamıyor.

Ve fakat insanların siniri alınmış! Bu karmaşa ve çirkinlik ortasında nasıl sakin ve mutlular anlatamam 🙂 Caddeler çok geniş, üstelik bir çok yerde iki hatta üç katlı yollar oluşuyor. O geniş caddelerde yan yana dört bazen beş arabanın birbirine değecek şekilde gayet kıvrak ve yumuşak şekilde nasıl ilerlediklerini görseniz inanamazsınız! Korna sürekli kullanılıyor; çünkü yollarda şerit, trafik ışığı ya da yaya geçidi gibi lüzumsuz(!) şeyler yok. Herkes kendini devasa akışın içine terk etmiş, kaza filan da olmuyor! Arabaların yanları, burunları yer yer ezik ama ne gam! Kimse bunu dert etmiyor. Kaotik uyum bu olsa gerek. Mısır trafiği bende şu görüntüyü hatırlattı: Ortaköy sahilinde yerlerde yüzlerce güvercin bir anda havalanırlar, sağınızdan solunuzdan, burnunuzun dibinden hızla uçarlar; ama ne bir insana ne de birbirlerine çarparlar! Bunu hep merak etmişimdir. Belli ki bilmediğimiz bir yöntemle hem ayrı hem de bütün bilinci içindeler.

Yine de hani şu farklı yüze sahip az miktardaki masrilerin daha uyanık oldugunu farkettim! Onlar insanı görüyorlar!

Mısır’ın Atatürk’ü de Balkanlardan; Kavalalı Mehmed Ali Paşa 🙂 Çağdaş ve reformcu bir paşa, burada çok saygı ve sevgi besleniyor kendisine.

Taksilerde, yolda sokakta Kuran öğreten kasetler çalıyo, insanlar onu herhangi bi şarkı gibi dinliyorlar. Sıradan gündelik bir olay onların hayatında, özel bir saygı ya da ritüel gösterilmesine gerek duymuyo olabilirler. Muhtemelen parmağa değil, işaret ettiğine bakıyorlar 🙂

 

 

Mezar evler

 

Ölüm her zaman içim Mısırlıların yaşamının önemli bir parçası olmuş. Ülke firavunlar dönemindeki inançlarını bırakıp önce Kopt, sonra da müslüman olmuş ama ölülerle ilgisini galiba hiç kaybetmemiş. Mezarlarını değişik büyüklüklerde evler gibi yapmaya devam ediyorlar. Firavunlar mezarları için piramit dikmişlerse halkı da kendi çapında mezar evlerle bu iddiayı sürdürmüş. Şehrin her yanı kulübe biçiminde mezar evlerle dolu, görüntü zaman zaman insanın içini titretiyor. Kentin evsizleri 14.yüzyıldan beri bu mezar evleri günlük yaşamlarında kullanır olmuşlar. Kahire’de yüzbinden çok insanın halen bu mezarlarda yaşadığı söyleniyor. Bu sebeple turistler bu bölgelere yalnızca dışardan bakmaya cesaret ediyorlar; çünkü kimsenin o fakirlik ve ölümle yüzleşmeye cesareti yok. Soyulabilir belki de öldürebilirsiniz, ya da hiç bişey olmaz aslında, denemediğim için bilemiyorum.

 

Masrı Kadima

 

Eski Mısır bölgesine hızlı bir ziyaret yaptık bugün. Her üç dinin inançlarının hemen yan yana mezar evlerinin yanında yükselişini görmek anlamlıydı. Sarkan Kilise, antik Babil kulesinde yapılmış kiliselerdenmiş. Adı ise, iki Roma kapı kulesi üzerinde asılı durmasından geliyormuş.

Belli başlı yapılar şunlar; Mar Girgis Kilisesi, Kopt Müzesi, Sarkan Kilise, Sitt Barbara Kilisesi, Ben Ezra Sinagogu, Ebu Serga Kilisesi ve tabi mezar evler…

185 metre yüksekliğindeki ünlü modern Kahire Kulesini yanından arabayla geçerken bikaç kez gördüm, kuleye çıkma niyetim şimdilik yok J

İslami Kahire ise camiler ve diğer yapılarıyla özel bir zaman ayırmayı gerektiriyor. Belki de zaten bir islam ülkesinden olduğum için fazlaca ilgimi çekmiyorlar.

 

Hanü’l Halili Çarşısı

 

İşte beklentim yoktu desem de aslında beklediğim Mısır’ı bu çarşıda buldum 🙂

Meğerse benim kayıtlarda saklı Mısır buymuş! :)))

Han’ül Halili, bizdeki Kapalı Çarşıyla-Sultan Ahmet arası bi yer. Hem otantik hem de turistik izler taşıyan, renkli, kalabalık ve sımsıcak bir yer. Çok geniş bir alana dağılmış (Kuzeyden güneye bir km deniyor). Hediyelik eşyalar, kahveler ve aynen bizdeki gibi ısrarcı satıcılar 🙂

Bu arada mısırlıların sarışın kadınlardan etkilendiklerini de anlamış olduk biraz.

Fazla alışveriş yapmadım; çünkü Luksor ve Asuan gezisinde nelerle karşılaşacağımı henüz bilmiyorum. Zaten bu çarşıyı dönmeden bir iki kez daha ziyaret etmek hoş olur diye düşünüyorum.

Bu arada giderken otobüste, dönerken takside Kuran dinlemeye devam ettik. Artık neler diyordu bilemiyorum. Otobüsteki yolcuların yüzlerinden de pek bişey anlaşılmıyordu.

Mısırlı genç kızların fıkır fıkır olduğunu da antiparantez geçeyim. İzin alıp bir gurup genç kızın kahvehane dedikodusunun fotoğrafını da çektim. 

A bir de Türk olduğumuzu anlayan erkeklerin ilk ve değişmez lafı şu:

    Yavaş yavaş

    Hasan Şaş

Artık bu ne demekse J

 …

 

Nil yolculuğundan az önce döndüm, henüz sarhoşluğum sürüyor. Fotoğraflara baktım ama hiç biri zihnimdekilerle boy ölçüşemez. Bir kez daha neden fotoğrafları pek sevmediğimi anlamış oldum.

Beşbin yıllık bir yolculuktan döndüm, kendimi yeniden bu zamana fiksleyebildiğimde, oturup aklımda kalanları yazacağım.

 

 

Nil yolculuğu

 

Aslında bu yolculuğu ince ince anlatmaya başlamadan önce biraz eski Mısır dininden bahsetmek istiyorum. Çünkü yolculuk boyunca gördüğüm şeylerden çıkarımlarımı aktarırken bazı ana unsurların ne anlama geldiğini bilmekte yarar var.

Eski Mısırlıların dini; kökleri doğal dünyanın unsurlarına dayanan çok sayıda tanrıyı içeren, karmaşık bir inanç sistemidir. Bu tanrılar daha belirgin kişilikler kazanmaya başladıkça, her topluluk kendi tanrılarıyla ilgili mitler geliştirmiştir.

Yaradılış miti: Başlangıçta kaos denizi Nun dışında hiç bir şey yoktu. Daha sonra Atum, kendisini düşünerek oluşturdu ve hapşırarak Şu‘yu, sonra da Tefnut‘u yarattı. Denizleri geri çekti ve bütün bitkilerle hayvanları ortaya çıkardı. Şu ile Tefnut’tan iki çocuk doğdu; yer Geb ile yıldızları doğuran gök Nut.

Başlıca tanrılar:

Ra: Güneş Tanrısının üstün biçimi

Amon: Güçlü yerel Teb tanrısı

Atum: Güneş tanrısının yaratıcı yönü

Geb: Toprak tanrısı

Hathor: Aşk, zevk ve güzellik tanrıçası

Horus: Her firavunla özdeş tutulan şahin başlı tanrı

İsis: Büyü tanrıçası

Khepri: Bokböceği şeklindeki güneş tanrısı

Maat: Doğruluk ve evrensel denge tanrıçası

Neftis: İsisle birlikte ölülerin koruyucusu

Nut: Gök tanrıçası

Osiris: Yeraltı tanrısı

Seth: Kaos tanrısı

Şu: hava tanrısı

Tefnut: Nem tanrıçası

Thoth: İbis başlı erdem tanrısı.

Anubis: Çakal başlı mumyacıların tanrısı

 

Güneş:

Mısırlılar için en önemli varlık olan güneş, bütün yaşamın kaynağıydı ve sonsuz döngüyü tekrar etmek üzere her gece karanlığın güçlerini yenip, şafakta zaferle ortaya çıkardı. Çeşitli adlar ve kişiliklerle ibadet edilen güneş, şahin başlı tanrı RA ile olduğu kadar, ATUM, KHEPRİ, HORAKTİ, ve güneş kursu ATON’la da temsil edilmiştir. Güneş tanrısının dünyadaki temsilcisi olan firavuna “RA’nın oğlu” denirdi.

Siyasi nedenlerden ötürü AMON baştanrılığa yükseltildiğinde, RA’nın üstünlüğüyle bağlantı kurulup “Tanrıların kralı” Amon-Ra yaratılarak statüsü geçerli kılındı.

 

En bilinen mit: Osiris, İsis ve Horus

Öyküye göre Osiris, Mısırlılara yaşamayı, ibadet etmeyi ve tahıl yetiştirmeyi öğreten bir kraldı. Kıskanç kardeşi Seth tarafından öldürülerek vücudu parçalandı ve Mısır’ın her herine saçıldı. Osiris’in sevgili karısı İsis ile kız kardeşi Neftis bu parçaları topladılar ve tanrı Anubis ile tanrı thoth’un yardımı ile biraraya getirerek ilk mumyayı yarattılar. İsis onu canlandırmak için büyü yaptı ve o anda, babasının öcünü alacak olan oğlu Horus’a hamile kaldı. Böylece yaşama yeniden dönen Osiris, ölüler ülkesine giderek ölülerin tanrısı ve yargıcı oldu.

 

Kalbin tartılması:

Öbür dünyaya yapılan yolculuğun son aşamasıydı. Tanrılar ölenin sonsuz yaşamı hak edip etmediğine karar vermek için toplanır, çakal tanrı Anubis, kalbi doğruluk tüyüyle tartardı. Ağır çeken kalbi Canavar Ammut’a verirler, o da bunu afiyetle yerdi. Ancak terazi dengede kalırsa, ölü sonsuza dek yaşardı.

 

Buraya kadar olan çok özet anlatımdan da anlaşılacağı üzere, yaradılış ve yaşam öyküsü; büyük ölçüde şamanizm izleri içeriyor. Hele Don Juan (CC) öğretileri ile ilgilenmiş olanlar, bu küçük özette pek çok tanıdık öğe bulacaklar kuşkusuz.

Her bölgenin kendine has mitolojisi içinde kulaktan kulağa bugünlere erişmiş yaratılış öyküsü var pek tabii. O halde Mısır’ın mitolojisini özel kılan nedir?! Bu konularda tamamen amatörce bir merakla ilerliyorum, eminim ki işin uzmanları bu sorunun gerçek cevabını biliyordur. Mütevazi bilgilerimle yüksek sezgilerimin bileşimi der ki; Mısırda bu mitoloji, sadece kulaktan kulağa geçmiyor, binlerce heykel üzerine renkli resimlerle kazınmış, onbinlerce sayfa tutabilecek hiyoroglif yazıyla tek tek ve defalarca kayıt edilmiş.

Bu şaşaalı firavunlar, rahipler dünyadaki yaşamlarına dair hiç iz bırakmıyorlar, hepsi yalnızca ölümleri için eser bırakmışlar. Niyetlerinin sarsılmazlığı insanın gözlerini kamaştırıyor.

 

Yolculuk

 

Perşembe akşamı saat 22 de Aswan’a doğru on iki saat sürecek tren yolculuğu için Kahiredeki Ramses İstasyonuna gittiğimde müthiş heyecanlıydım. Birincisi beni nelerin beklediğini bilmiyordum, ikinci ve daha önemlisi, dillerini bilmediğim müslüman bir ülkede yalnız bir kadın olarak seyahat edecektim. Bu endişe yalnızca dil bilmemekle ilgili değil takdir edersiniz, bütün adreslerin, tabelaların, biletlerin ve aklınıza gelebilecek her türlü hayatı kolaylaştıracak izlerin bilmediğim bir alfabe ile yazılı olmasındandı.

Trene bindiğimde bütün gün biriken gerilimim son safhaya varmıştı. Tren hareket etti ve ben tuvalete gitmek için yerimden kalktım.  First Class bir kompartımanda olabilmesi en hayal dışı olan tuvaletin pisliği beni dehşete düşürdü. Kapısı kapanmıyordu; belki kilitlenebiliyordu ama denemeye korktum, öyle bir tuvalette kapalı kalma düşüncesi feciydi. Dikkat edin, düşüncesi diyorum, başıma gelse o derece fecii algılamıyacağımdan eminim! Sanırım erkek olmadığıma hayıflandığım nadir anlardan biriydi, gerisin geri koltuğuma döndüm. Önümde 12 saat vardı ve o tuvalet kullanılamazdı! (Bu konularda hiç de titiz biri değilimdir üstelik) Sanırım “bilinmeyen” beklentisinin getirdiği gerilimin sonucuyla kendimi nerdeyse ağlayacak kadar çaresiz hissettim.

Bu ruh durumu bir iki dakika kadar sürdü, sonra galiba idareyi sol beyin lobum devraldı ve çözüm üretmeye başladı. Benim kompartımanda herkes araptı. (bu ingilizce anlaşamıyacağımız anlamına geliyor), aradaki kapıdan öndeki kompartımana göz attım ve orada başı açık bir kadın fark ettim, yabancı olmalıydı ve mutlaka ingilizce biliyordur diye düşündüm. Herhalde kadıncağızın bir ara tuvalet ihtiyacı olacaktı. Beklemeye başladım. Süreyi bilemiyorum.  Hakikaten bir süre sonra kadın iki kompartıman arasındaki bölmeye geçti. Hemen yerimden fırladım ve o tuvalet sırası beklerken, içerde kilitli kalma fobim olduğu için beni kapıda bekleyip bekleyemiyeceğini sordum. (böyle bi fobim olduğundan daha önce haberli değildim pek!) Kadın büyük bir anlayışla kabul etti.

Neyse daha fazla o berbat şeyden bahsetmesem de olur.

Bir süre kitap okudum. Sonra uyumaya karar verdim. Arada uyanıp sağ yanımız boyunca bizden hiç uzaklaşmayan Nil’i seyrettim. Karanlık bölgeler oldukça az, nil boyu çoğunlukla ışıklı. Bu elektrik bolluğunu sonra anlayacaktım.

Sabah erken saatte kahve ve kahvaltı istedim. Kendimi kesinlikle daha iyi hissediyordum. Saat onbuçukta Aswan’a vardık. Küçük bagajımı sürükleyerek kapı önüne çıktım. Hava müthiş nemli ve sıcaktı. Bana doğru koşturan taksicilerden birine gideceğim gemi otelin ismini söyleyip fiyat sordum. Artık bu konularda deneyimliyim. Şöförle 20 mısır paunduna anlaşıp taksiye bindim.

Beş yıldızlı gemi otel beklediğimden çok güzel çıkıyor. Sanırım bu oteller bir nevi sal mantığıyla yapılmışlar; dört katlı, diktörtgen prizma şeklindeler. Odama yerleşip öğle yemeğine iniyorum. Yemekler harika, klima çalışıyor, otel neredeyse dolu. Hepsi mutlu avrupalılar gibi görünüyor gözüme. Şef garson oturacağım masayı gösteriyor. Güneşten yanmış iki hanımın yemek yediği masama yerleşirken selam veriyorum. Yemeğimi aldıktan sonra nezaketen hangi ülkeden olduklarını soruyorum ve  Türkiyeden diyorlar!

Her gurubun kendi rehberi var. Yemekten sonra beni gezdirecek olan rehber geliyor. Ve hemen saat ikide ilk gezimiz olan “unfinished obelisk” yani bitmemiş dikilitaş’a doğru yola çıkıyoruz.

Aswan (Assuan), Mısır’ın en güneydeki şehri. Eskiden önemli bir ticaret merkeziymiş. Sanırım şimdi daha çok turizm yönü öne çıkıyor. Aswan, Nil’in en büyüleyici kısmında kurulmuş, çöl hemen Nil kıyısına kadar geliyor. Nehir içinde adalar bile oluşmuş. Şehirde kalabalık bir Nübyeli nüfusu var. Sanırım Nübyeliler firavun soyunun geldiği kişiler, daha koyu renkli (hatta zenci) ince, uzun bedenliler. Arap gibi görünmüyorlar, daha canlı ve zeki bakışları var.

Bitmemiş Dikilitaş, yeni krallık döneminden kalan, yarısı tamamlanmış dev bir dikilitaş; 1197 ton, 41 metre uzunluğunda. Taşta bir kusur bulunduğundan bir kısmı bitirilmeden bırakılmış.

Öğle saati olduğu için ve henüz bedenim de bu değişikliğe uyum sağlayamadığından sıcaktan hafif bi baygınlık geçirdim. Rehberim durumu farkedip elini çabuk tuttu. Klimalı arabamızla çölün içinde yapılmış güzel bir yoldan ünlü Assuan Yüksek Barajına doğru yola koyulduk. Devasa baraj 1960-1971 yılları arasında yapılmış, barajın karşıdan karşıya uzunluğu, 3830 m. Yüksekliği 111 m. Batı ucunda ise barajın yapımına katkısı olan Ruslarla Mısırlıların dostluğu anısına yapılmış lotus biçiminde bir kule var. Her taraf devasa trafo direkleri dolu. Bütün Mısırın elektriği buradan sağlanıyormuş. Fakat her iyiliğin bi zararı da oluyo, bu barajdan hiç hoşnut olmayanlar da varmış. Örneğin bu baraj yapıldıktan sonra İskenderiye Nil deltasında yapılan tarımda verimsizlik baş göstermiş, sebebi ise suyun içinde doğal olarak bulunan besleyici maddelerin baraj gölü içinde bozunuma uğramasıymış. Mısır’da ilk kez gübre kullanımı bundan sonra başlamış! Bu da Çöldeki kelebek etkisi! (Ayrıca sonra bahsedeceğim bir başka olumsuzluk daha var.)

 

Daha sonra esans üretimi ve konuldukları o nazenin cam esanslıkların yapıldığı bi yere gittik. Amacı biliyorum tabii. (Ne de olsa biz de beş sene turizmcilik yaptık.). Neyse güzel güzel seyrettim ve parfüm ve makyaj kullanmadığımı özür dileyerek söyledim. Oradan yeniden nil kıyısına döndük. Rehberim benim için bir feluka gezisi planlamıştı. Feluka; motorsuz, tek direkli küçük kayık tekne. Vakit ikindiyi geçtiğinden güneşin yakıcılığı azalmıştı, felukamız Nil üzerinde sessizce kayıyordu. Tepeye oyulmuş soylu mezarlarının ve dünyanın her yerinden zengin bitkileriyle ünlü botanik bahçesinin önünden geçtik. Nehrin ortasındaki adanın arka yanını dolanırken güneş de batmaya yaklaşmıştı. Dönüşe geçtik ama birdenbire rüzgar durdu. Felukamızın sahibi baba oğul işlerinde gayet mahirdi; kah sığ yerlerde sopayla tekneyi ittirerek, kah başka duran tekneleri ittirme noktası olarak kullanarak epeyce ilerledik. Güneş batmış ve sivrisinek ordusu çevreyi istila etmişti. Biz dönüş noktamıza daha çok uzaktaydık. Rehberim benim yorgun olduğumu düşünerek bu terslikten ötürü sıkıntılı görünüyordu. Ona aldırmamasını söyledim. Yarım saatte gitmiş olduğumuz yerden birbuçuk saatte dönememiştik. Baba-oğul gayet rahattı. Bu insanlar hiç birşeyden gerilmiyor galiba. Ben de onlara uymuştum, sadece 12 saatlik ayak sarkıtma olayının üzerine bir de bütün gün ayaküstü olmaktan bacaklarım ağrımıştı. Sonunda motorlu bi tekneye eriştik ve beni oraya transfer etmeyi önerdiler. Tekne değiştirdik ve beş dakika içinde karşı kıyıda, otel gemimde oluverdik. Rehberimle vedalaştık. Odama gidip yemeğe kadar ılık küvet terapisi yaptım, hatta bir de Bond filmi seyrettim J

Yemeği yine ana-kız Türk arkadaşlarımla yedik. Fevkalade hoş insanlardı. Yemekler harikaydı. Yemekten sonra bizi geminin içindeki bar bölümüne aldılar. Bizim için bir hoşgeldin sürprizi yapacaklarmış.

Hani bizim turistik merkezlerde yapılan adı “türk gecesi” olan ve aslında içinde Türklükle ilgili hiç bişey olmayan eğlenceler vardır ya, bu sürpriz de öyle bişeydi. Bizim Türk geceleri aslında arap gecesi oluyordu, onlarınki ise afrika gecesi oldu. Gösteri gurubunun gençleri Nubiandı ve üç ayrı darbuka çeşidi ile bir çeşit yerli tam tamı çalınıyordu. Diğerleri ise çeşitli afrika dansları ve küçük şovlar yaptılar. Giysileri renkli, kendileri daha da renkliydi. Sonraları izleyenlerden de büyük bir gurubu içine katan toplu eğlenceye dönüştü.

Beni en çok etkileyen ilk gösteriydi. Tam tam eşliğinde bir zenne çıktı ortaya, muhteşem güzellikte bir zenci erkek. Önce başı kapalıyken kadın zannettik çünkü o kadar güzeldi. Belinin çevresinde rengarenk kumaşlardan yapılmış bir disk vardı (aslında bu bir etekti ama dönüşle beraber disk halini alıyordu). Gösteri yalnızca dönüşten ibaretti! Ama inanılmaz güzel bir dönüş, bazen hızlanan bazen yavaşlayan. Sonra bu disk ikileşti. Bir tanesi dönerken yavaş yavaş yukarı çıktı ve baştan çıkarılıp atıldı. Acaba çöllerde uçan daire çok mu görülüyor diye düşündürdü bana! Tek kelimeyle muhteşemdi.

Türk arkadaşlarımın rehberi Hossam da onlarla birlikte seyahat ediyordu. Yolculuk boyunca zeki, tahsilli, ingilizcesi yeterli ve kibar Hossam’dan çok şey öğrendim. Eğlence bittikten sonra çok beğendiğim ilk gösteri için “sufi” etkilenim deyince şaşırdım.

Ertesi gün sabah sekizde başlayacak yoğun bir gezi programı olduğundan gece yarısını pek geçirmeden uyumaya gittik. Gemimiz Aswan’dan ayrılalı bir saat kadar olmuştu, ay ışığı altında kayarak ilerliyorduk.

 

Sabah uyandığımızda kendimizi sevimli bir tarım kasabasında bulduk. Hemen önümüzde bir tapınak binası duruyordu; Kavm Umbu Tapınağı ya da Kom Ombo. Bu kez yeni bir rehberle, tapınağı gezmeye gittik. İki girişi, iki salonu ve iki mabedi olan yapı tamamen simetrikti. Sol tarafı şahin tanrı Yaşlı Horus, sağ tarafı da yerel timsah tanrısı Sobeke adanmıştı. Nispeten yeni tarihte yapılmış yapılmış (İÖ2), tapınakta gerçek timsah mumyalarını da gördük. Ayrıca bahçesinde 8-10 metre çapında ve 10-12 mt derinliğinde bir kuyu vardı. Firavun, bu kuyudaki suyun seviyesine göre o yıl Nil’in taşkınlığını anlar ve verimlilik oranında vergi oranı belirlermiş.

Öğleden sonra ise Edfu Mabedine gittik. Burası Hurus’un, babası Osiris’i öldüren amcası Seth ile kıyasıya kapıştığı yer olduğundan epeyce önemliymiş. Yaklaşık 2000 yıl boyunca toprak altında kalan Horus Tapınağı, Mısırda yapılmış en büyük ve iyi korunmuş Ptolemaios dönemi tapınağı imiş. Detaya giremiyeceğim ama her yer Horus ve huthor’un düşmanlarına karşı yapmış olduğu savaşların ve zaferlerinin anlatıldığı sahnelerle süslü.

Gemiye döndüğümüzde ben yine cızırdıyordum. Neyse ki, gemi serindi. Biraz dinlendikten sonra en üst kata, yani güneşlenme bölümü olarak döşenmiş terasa çıktım. Orada küçük bir havuz, ve bildiğiniz tüm havuz başı aktiviteleri mevcuttu. Avrupalılar güneşlenme çılgınlığına kapılmış, sere serpe kızgın güneşin altına serilmişlerdi. Ben barın arkasında güneşten en korunmuş bir masaya geçip oturdum. Gemi hızla yol alıyordu ama korktuğum makina gürültüsü yoktu. Hareket halinde olduğumuzdan harika bir esinti vardı. Nil önümüzde nazikçe kayıyordu. Bazen bir deniz gibi hissedilecek kadar genişlediği oluyordu. Bazen de çöl bütün ihtişamıyla Nil’i sıkıştırıveriyordu. Her iki yakada da bazen daralan bazen orman gibi genişleyen yeşil bir şerit vardı. Her gittiğimiz yerde palmiye ağaçları Mısır’ın başında bir taç gibi yükseliyor.

Firavunlar ölüm sonrası ile neden bu denli ilgililer?

Sanırım buna cevap olabilecek bişeyler yazmıştım geçen gün bir arkadaşıma, hemen bulmaya çalışayım.

Gözlerinizle gördüğünüz dünya/maddi gerçeklikler yalnızca duygu/düşünce bileşiminizin dışa yansıtılmasından ibarettir. Ve bu haliyle de gerçektir tabi, sizde olandır. Gördüğünüz/algıladığınız dünya, kurduğunuz mantıksal bütünlüğe ve duygularınızın dalgalı ritmine boyun eğerek masumca varoluyor.

O varoluş, çocuklar için hazırlanmış yumuşak, renkli, güzel kokulu bir oyun hamurudur.

Dünyada en zeki olanlar, bu hamurla en çok oynayanlardır. Zevkli bi işlemdir. Mutluluk da acı da yaratsanız hamurdan, yaratma işleminin kendi zevklidir. Bu işlem, şu anda içinde bulunduğunuz (kendinize özenle biçmiş olduğunuz) fiziksel varlığınızın, yine kendi takdir ettiğiniz yaşam süresi ile de sınırlı değil.

Bu yaratma işlemi; düşünme ve hayal etme kabiliyeti ile yapılmakta olup, kullandığı araçlar ise başta kelimeler olmak üzere, dışarı üflediğiniz her şeydir.

Böylece düşündüğünüz/hayal ettiğiniz (bunu ister mistik isterse bilimsel yöntemle yapın fark etmez) her şey, olmak mecburiyetinde kalır. Eğer düşündüğünüzle özdeşlik kurabiliyorsanız sizin fiziki varlığınız bunu yaşar, yok özdeşlik kurmuyorsanız, fiziksel varlığınızın dışındaki ben’ler bunu yaşar.

Aynı anda olmuyo gibi görünmesinin sebebi; yeterli enerjinizin olmamasındandır. Yani zaman; DÜŞlerinizin taksitle fizikileştirilmesinin aracıdır. Zaman=Taksitlendirme

Yeterli erki olan kişi için zaman yoktur, her şey düşünüldüğünde maddileşir.

Siz de takdir edersiniz ki; bir çocuğa bir oyuncak aldığınızda onu deli gibi sevindirirsiniz. Çocuk, o oyuncağın girdisini çıktısını cıcığını çıkarana kadar evirir çevirir, zevkle oynar. Ve yine bilirsiniz ki; çocuk usanır! Artık o oyuncuğın keşfedilecek tarafı kalmadığında, kaldırır bi köşeye atar, bi daha da yüzüne bakmaz. İşte insanlık olarak her birimiz, bu oyunun değişik aşamalarındayız.

Benim nacizane teklifim; oyundan maksimum zevk almaya bakmaktır. Çünkü usanıp bi kenara attığınızda size başka bi oyuncak nasıl olsa verilir. Aslında elinizdeki oyuncaktan maksimum zevk aldığınız tepe noktasını aştığınız andan itibaren bilincinizin alt planında bir sonraki oyuncağın özelliklerini belirlemeye, yani geleceği şekillendirmeye başlamışınızdır zaten. Bütün oyuncakların beyhudeliğini fark edene de belki uçurumdan atlamak (ya da toza karışmak) yaraşır.

 

Mektubun bu bölümünde bahsettiğim oyun hamuru, oluşu öyle güzel anlatıyor ki, aslında üzerine tek kelime etmek istemiyorum.

Soruya dönecek olursak, firavunlar mevcut oyuncaktan sıkılmışlardı bence. Bu sebeple yeni oyuncak talep ettiler! İnsanoğlu için boş boş durmak neredeyse imkansız.

Piramitleri, devasa heykelleri, dikilitaşları, granitlere bıkıp usanmadan kazınmış resim ve yazıları seyrettikçe bu talebin (yeni oyun talebi) ne denli güçlü olduğunu anlayabiliyorsunuz.

Firavunlar hep arzu ettikleri ölümsüzlüğe kavuştular mı?

Bence evet.

Beşbin yıl sonra hala adlarını anıyor ve taleplerini hayranlıkla seyrediyoruz. Bakışlarımızdaki hayranlık ve şaşkınlık; onların yaşamak için gereksindiği enerjiyi sağlıyor!

Bundan memnunlar mı?

Bence hayır.

Onlar çoktan ölümsüzlüğün lanetini anladılar!

Eğer anlamasalardı ha bire yeniden mesaj iletmeye çalışmazlardı: “Yıkın bu putları, resimleri kaldırın atın, toza dönüşün” demezlerdi!

Bu durumda Ölümsüzlük için verdikleri bu göz kamaştırıcı gayret boşuna mıydı?! Tabii ki hayır… Ölümsüzlüğün lanetini anlayabilmek için önce ölümsüz olmak gerekiyor!

 

Güneş batarken Esna’ya varıyoruz. Programa göre bir gece burada kalacağız. Yeni arkadaşlarımla yemekten sonra kasabayı gezmeyi planlıyoruz ama az sonra Hossam gelip, gemiden inişe izin vermediklerini belki de bu gece lock dediği barajdan geçip yola devam edeceğimizi söylüyor.

Lock denilen yerden geçişimiz heycan verici oldu. Mesele şuymuş; Aswanla Luxsor arasında Nil, 7 metre farklı yükseklikteymiş. Bu sebeple oraya bir baraj yapılmış. Sistem Panama Kanalı mantığıyla işliyor. Geçiş boğazı çok dar, gemimiz her iki yandan nerdeyse iki kenarı sıyıracak şekilde Lock’a giriyor. Her seferinde içeri iki gemi alabiliyorlar. Milim milim, halatlarla hızımız kontrol edilerek içeri giriyoruz sonra su boşaltılıyor, gemimiz yedi metre aşağıya iniyor. Bildiğiniz gibi Nil Akdenize doğru akıyor, bu sebeple İskenderiye tarafına aşağı mısır, Aswan tarafına yukarı mısır deniyor. Yüksek sezonlarda Esna’nın her iki tarafında aynı anda ikiyüzden çok gemi otel birikiyormuş. Hem geliş hem de gidiş için aynı lock kullanıldığından ve her geçiş nerdeyse yarım saat sürdüğünden varın burdaki trafik sıkışıklığını siz hesaplayın J

Daha önceleri bu boğaz olmaksızın akdenize kadar gidilebiliyormuş ama Aswana yapılan büyük barajdan sonra böyle bir düzey farkı oluşmuş.

 

Gece yemekten sonra sohbetler ediyoruz aramızda. Dans ediyoruz. Onlar biralarını ben de taze limonatamı yudumluyorum. Gece yarısından sonra kimselerin kalmadığı terasa çıkıp geminin burnuna oturuyoruz. Hızımızın yarattığı gece rüzgarı iliklerimize kadar işliyor. Bir an Titanic filmindeymişiz gibi hissediyorum.

 

Sabah uyandığımızda Luxsor’a 7 km uzakta sahile yedinci gemi olarak yanaşmış olduğumuzu görüyoruz. Kıyıya çıkmak için bizim gibi beş yıldızlı altı geminin içinden daha geçiyoruz ve kendi gemimizin güzelliğinden bi kere daha emin oluyoruz.

İlk hedefimiz Teb Krallar vadisi… Hava çok sıcak. Yanımdaki beyaz yazlık şalı araplar gibi başıma sarıp bir tokayla tutturuyorum. Bugün nasıl geçecek bu sıcakta içten içe tedirginim.

Firavunlar, İÖ 1500 yılından itibaren, kendileriyle birlikte gömülen hazineleri hırsızlıktan korumak için, mezarlarını Teb tepelerine yapmaya başlamışlar. Krallar vadisinde tam 62 mezar var bazıları çok önemliymiş ancak hepsi ziyarete açık değildi. Hoş açık olsada o sıcakta bunları dağ tepe yürüyerek dolaşmak mümkün olmazdı. İçeri girerken alınan biletle yalnızca üç mezar gezilebiliyordu. Dilinden pek bişey anlamadığım dalgacı rehberim kendini bi gölgenin altına attı ve beni dağlara doğru sırtımdan iteledi. Şu anda kimin mezarı olduğunu bile hatırlayamadığım 3 tanesine dehlizlerden inerek, mutlu avrupalı ve japonlar arasında gezdik. İçerde fotoğraf çekilemiyordu. Duvarlar ölümsüzlüğe geçişin gereklerini resmeden binlerce şekil ve yazı doluydu.

İkinci durağımız Hatşepsut Tapınağı oldu. Etkileyici bir tepenin eteğine yapılmış ve kısmen kayalara oyulmuş olan mezar tapınağı, 18. sülaleden kadın firavun Hatşepsuta ait. Fakat ilginç olan şu; kadın kendisini diktörtgen, çinli sakalına benzer bir keçi sakalıyla resmettirmiş. Sebebini öğrenemedim; çünkü yeteneksiz rehberim muhtemelen beni sonra götüreceği taş oyma yerinde yapabileceğim alışverişten alacağı komisyonu düşünüyordu.

Tapınağın bir çok bölümü daha sonra gelen hırıstiyanlarca tahrip edilmiş. Bazı yerleri de rekonstrüksiyon nedeniyle halihazırda kapalıydı.

Bu arada Firavunenin ismini anlayabilelim diye biz turistlere yapılan standart açıklama şu: “hot chicken soup!” Kadıncağızın kemikleri sızlamasa bari J))

Çok uzun bir alanı güneş altında yürüyüp geri dönmek gerektiğinden içimden kendime sakin olma uyarıları geçirerek sonunda giriş kapısına dönmeyi başardım. Gerçi bu pek işe yaramadı; çünkü benimle aynı arabada bulunan Suriyeli bir balayı çifti tapınaktan bi türlü dönemediler. Onların rehberi ve benim rehber bu işi epeyce konuştular aralarında, artık ne diyorlarsa. Benden de beklediğim için özür dilediler, ayakta ve ciddi ciddi ekstra bi saat beklemiş olabiliriz yani. Neyse sonunda nazenin gelinle mutlu kocası geldiler ve oradan granit taşların kesilip oyulduğu ve muhtelif hediyelik eşyalar yapan bi yere gittik.

Bütün karşı koymalarıma rağmen bana bikaç şey satmayı başarabilen, tipik güler yüzlü, bol konuşan işyeri sahibinin elinden zor kurtuldum. Ordan çıkarken rehberim bir iyi niyet belirtisi olsa gerek, zorla bana sigara ikram etti!

Firavun 2. Ramses’in mezar tapınağı Ramesseum’u da gördükten ve parçalanmış 1000 ton ağırlığındaki Ramses heykeline üzüldükten sonra saat iki civarında gemiye dönebildim. Rehberden kurtulduğuma sevindiğim için yorgunluğum fazla gözüme batmadı! Kızgın güneş altında altı saat dolaşmak iştahımı hiç azaltmamıştı. Restoran, salkım saçak dökülerek dönen her gurubu bir anne gibi doyurmak üzere o gün saat dörde kadar hizmet vermeye devam etti.

Ana-kız güneşlenmeye çıktılar. Ben de onların rehberi Hossamla yine bir gölgenin altına sığındım. Kahvemizi içerken sohbet ettik. Hossam, sonsuz aşka inanıyor. Ben de “aynı kişiyle mi? diye sordum pek tabii, epeyce güldük. Kadınların boşandıktan sonra yeniden evlenmemeleri onun garibine gidiyordu. Türkiye’de boşanmanın boyutlarını sordu. Ben de son on yılda epeyce yükselmiş olduğunu söyledim. Sebebini ise kendimce, kadınların ekonomik özgürlüğe giderek daha çok sahip olmasını ve toplumsal baskının hafiflemiş olmasını gösterdim. Hayretle karşıladı. Örneğin ben bir erkeğe ihtiyaç duymuyor muydum? Neden tekrar evlenmiyordum? Gibi peşi sıra sorular yöneltti. Ona elektrikli battaniyeyi keşfettiğimi söyledim! Cevabıma hazırlıklı değildi, uzun uzun güldü ve beni pek bir dikkatle süzdü. Sonra bir ilişkinin nasıl uyum içinde yürütülebileceğine dair uzun bir açıklamaya girişti. Konuşmanın sonunda; bir kadını memnun etmenin erkeği ölümsüzlüğe taşıyacak tek yol olduğunu söyleyerek beni şaşırttı (bunu ben de bi aralar yazmıştım sanırım). Ben de içinde bulunduğu kritik yaşı (29) geçtikten sonra da bu söylediklerini hatırlamasını dileyerek onayladım.

Mısırda da askerlik görevi varmış ve bizdeki gibi tahsil durumuna göre üç kademeli uzunluktaymış. Açıkça söylemese de yukarı mısırı yani Nubiyalıları daha çok sevdiğini, araplıktan çok afrikalılığa önem verdiğini hissettim.

O akşam, yemekten sonra Türk arkadaşlarım ve Hossam’la Luxsor’u gezmeye gittik.

Ana caddesi bizim Mersin’i andırıyor, biraz düzgünce ama ilk arka sokağa geçer geçmez yine sefalet, yine pislik.

Sanki burada yere düşen bir şey, ya da bozulan kırılan bir şey orada sonsuza kadar kalıyor. Temizleme ve onarma denilen bu iki kelimenin lügatlarında olmadığına karar vermek üzereyim. Kafamın içinde Küba ile Mısır arasında bir mukayese yapmaktan kendimi alamıyorum. Fakirlikse fakirlik, hatta Kübanın onca ambargoya ve sistem karşıtlığına dayanan daha ağır şartları olmasına rağmen orada böyle bir DÖKÜLME durumu yok. Tam tersine kübalılar onarma konusunda uzman olmuşlar. Herşey devrim öncesinden kalma ama pırıl pırıl ve tıkır tıkır çalışuyor!

Oturduğumuz kafede biraz daha sohbet ediyoruz. Bu durumu çözmek istiyorum (aptalca bi gayretle!). Ve birden laf arasında bu ülkede yüksek oranda haşhaş kullanıldığını öğreniveriyorum. Bunu kimse bana daha önce söylememişti! Belki bu, insanların neden sinirlerinin alınmış olduğunu, neden bu çirkinlik ve pislik içinde mutlu mesut gülümsediğini bir nebze açıklıyor.  Dünya oyunundan usanmış atalarının genetik mirasını taşıdıkları da düşünülürse, insanların şartları değiştirmek için neden irade göstermediklerini anlayabiliyorum. Besbelli entropiden haberliler ve nasıl olsa kirlenecek/dağılacak o halde niye parazit yapalım diyorlar herhalde J Yolda sokakta, ortalama düzeydeki iş yerlerinde karşılaşabildiğim Mısırlıların anlama kabiliyetinde belirgin bir zorluk var. Hele sizi epeyce dinleyip “okey” dedilerse bunun kesinlikle tek kelime anlamadıklarına yeterli kanıt sayılabileceğini söyleyebilirim. Eğer okeyin bilinen manasına bakıp işin ucunu bırakırsanız vay geldi başınıza! İyi niyetlerinden kuşkum yok da, işinizin berbat olacağına hiç kuşkum yok J))

İçimde dolaşıp duran bi tanım var; “allahlık ali bey!” galiba şu ana kadar gördüğüm herşeyin özeti olabilir bu. (Üst düzeyde tahsil görmüş, görgülü ve/veya zengin kimselerle henüz tanışmamış olduğum için bu tespitimin yanlış olma ihtimali de var) Şu ana kadar hiç bir Mısırlının ağzından “hayır” kelimesi duymadım. Acaba hayır demenin, ya da anlamadım demenin bir nezaketsizlik olduğunu mu düşünüyorlar. “Hayır” demiyorlar ama bildiklerini yapmaya devam ediyorlar!

Dikkatimi çeken diğer bir husus ise gerek Aswan gerekse Luxsor’da ezan dışında dini birşey duymamış oluşumuz. Kahiredeki olağanüstü gayret buralarda yok.

Gece biraz daha sokaklarda dolaşıp toz yuttuktan sonra gemimize döndük. Sabahleyin kahvaltıyı müteakip gemiden ayrılacağımız için hazırlık yapmak ve bir an önce uyumak için odalarımıza yollandık.

 

Odada yine bir sürpriz bekliyordu; yatağın üzerine havluların muhtelif kıvrılma şekilleriyle bir timsah yapılmış, ağzını açık tutmak için televizyon kumanda aleti konulmuş, gözüne malum kara gözlüklerim takılmıştı. Çok sevimliydi. Önceki gece de güneşlenen bi adam yapılmıştı. Ertesi gün tip kutusuna atacağım bahşişi ayarlarken, odamın bakıcısına ekstra bi bahşiş vermenin iyi olacağını düşündürdü bana.

Son günümüze çok hızlı başladık. Otelle ilişkimizi kesip eşyalarımızı bizi bekleyen minübüse koyduktan sonra doğru Karnak-Amon Tapınağı’na yollandık.

Karnak nefes kesiciydi.

Karnak, Gize piramitlerinden sonra Mısır’ın firavunlar döneminden kalan en önemli sit alanı.

İÖ.2100 lü yıllarda 11.ci sülale devrinde yapımına başlanmış olan Amon tapınağı 1300 yıl boyunca sonraki gelen firavunların ilaveleriyle büyümüş ve 400 dönümlük bir alanda göz kamaştırıcı bir ihtişamla bu günlere erişmiş. 19.cu sülale döneminde, işçi, muhafız, rahip ve hizmetkar olarak 80000 kişinin çalıştığı söyleniyor.

2.Ramses’in muazzam heykeli, büyük hipostil salon, ki içinde 134 dev sütun var, çok etkileyici. Hossam, bu sütunların aralarında nispeten biraz kısa olanların aydınlatma amacıyla yapıldığını söyledi. Gece gündüz çalışıldığı için bu büyüklükte bir alanın çalışmaya uygun aydınlatılmasının zorluğu açıktı. Bu gerekliliği o zamanın mühendisleri şöyle halletmişler; ortalardaki bazı sütünları kısa yapmışlar ve onların üzerine %80 altın %20 gümüş alaşım ile  bir aydınlatma oluşturmuşlar.

Her biri en az beş ton gelen granitlerle yığma şeklinde yapılmış o duvarların yapım şeklini de anlattı bize. Önce kerpiç ve çamurdan bir duvar yapılıyor, o yavaş yavaş yükselirken gerçek duvarın dev taşları bunun üzerinden geçerek yükseliyormuş. Sonra bu kez ilk duvar kademe kademe yıkılırken her taşın üzerine o muhteşem resimler kazınıyor ve olağanüstü renklerle boyanıyormuş. Dörtbin yıldan sonra hala yer yer boyalı olan resimler görülebiliyor. Böylece yukardan aşağı resimleme işleri yapıldıkça yalancı duvar aşama aşama yıkılıyormuş.

Yine bu alan içinde gerçekten devasa iki dikilitaş var. Yekpare granit parçanın oraya nasıl dikildiğini kuma çizerek anlattı bize, tekniğe hayran kaldım.

Şu anda bile kendi oturdukları evler yıkılmakta gibi görünen, mimarlık-mühendislikten nasip almamış koca Kahirenin sakinlerinin, 4-5 bin yıl önce böyle şahaserler yapabilme bilgi ve kabiliyetine sahip olmalarının mümkünatı yok bence. Olağanüstü bir güç, muhteşem bir teknik ve planlama, şahaser bir sanat anlayışı, mükemmel bir felsefe ile birleşsin! İnanılır gibi değil. Çölün ortasında, daha ekip biçme işlerini bile bilmeyen Afrikalı yerlilerin arasından mı çıktı bu firavunlar, mühendisler, felsefeci ve sanatkarlar?

Bir kompleksi yaptıklarında, bunun mimari planını ve yapılma amaçlarını defalarca duvarlara kazımışlar. Hani olur da eserin başına bi iş gelirse, bütünü; çizimlerden ve yazılardan çıkarabilesiniz diye. Bu ne titizlik! Ne büyük bir irade!

Bu adamlar ve kadınlar nereye gittiler?!!!

Onları kim eğitmişti?!

Bütün bu imkansızlığı günümüz bilimcileri nasıl açıklıyor?

 

Neyse işte, Karnaktan çıktım mı, hala orda mıyım bilemiyorum.

 

Sonraki durağımız Luksor Tapınağı oldu. Şehrin tam ortasında, nilin kenarında bir başka muhteşem yapı. Teb’in üç tanrısı Amon, Mut ve Hons’a adanan tapınağın büyük kısmı 18.ci sülale devrinde yapılmış. Tapınağın girişi olan ilk anıtsal dev kapı, 2.Ramses’in Kadeş savaşında Hititler’e karşı zaferinin tasfirleriyle süslenmiş. Girişin iki yanında Ramses’in oturan pozda iki büyük heykeli ve 25 metre yüksekliğinde pembe granitten bir dikilitaş var. Aslında iki taneymiş ama Bizim Kavalalı Mehmet Ali paşa bi tanesini Fransa’ya hediye etmiş!

Karnak ve Luksor tapınakları anlatılmakla bitmez, orada olup gözünle ikna olmak, taşları elinle yoklamak lazım. Başka türlü gerçekliğine inanamaz; “aman bunlar safsata (!)” der, küçük dünyana gömülüp ölmeyi beklersin.

Tapınaktan çıkarken şanslı hanımların rehberi Hossam; “burada görevim teknik olarak bitti, sabrınız için teşekkür ederim” dedi. Biz sersemlemiş tavuklar gibi birbirimize bakıyorduk!

Bizi Winter Palas Hotel’e bırakırken saat dörtte ziyaretimize geleceğini ve bir sürprizi olduğunu söyleyerek veda etti.

Aslında bu otelde, o hoş hanımlar kalacaklar, ben akşama Kahire yolcusuyum. Aradaki saatleri değerlendirmek için küçük bagajımı onların odasına bırakıyorum. Bu otel sanırım Kral Faruğun sarayı imiş. Koridorlara orta ölçek bir apartman dairesi sığar! Ayrıca otelin arkasında büyük ve nefis bir bahçe var. Bu ülkede antik Mısırdan olmayan ama güzel olan bişeyi ilk kez görmüş oluyorum.

Arkadaşlarımın nezaketini fazla zorlamamak için onları dinlenmeye terkedip luksor sokaklarını arşınlıyorum.

Sürprizimiz bir feluka gezisiymiş. Rehberimiz bize Nil’de güneşi batırmak istemiş, hatta biralar ve kekler bile almış. (zengin müşterilerinden yüklü bir bahşiş almış olmalı, ben de kenarından nasipleniyorum bu durumun)

Bir çekici motor, bizi ve daha yedi tekneyi halatla arkasına takıp hızlı bir tur attırdı sonra rüzgarla kaderimize terkedip gitti. Tam güneş batarken küçük bir adacığa yanaşıp kuma atladık, yalınayak Nil’de koşup oynadık. Küçük bir pet şişeye nil kumu doldurdum; amacım yurda dönüşte isteyene az az dağıtmaktı. Oradaki küçük çocuklar da bize yardım etti. Harika gözleri ve gülümseyişleri var. Sonra da bahşiş istediler. Ben de her birine bahşişi paylaştırırken yere bıraktığım şişeyi unutup felukaya dönmüşüm! (sersemlikte üstüme yoktur) Yanımda sadece minicik bir şeker kutusuna kendim için aldığım iki tutam kum kaldı L

                       

Her güzel şey gibi bu serüven de bitti. Hossam büyük bir nezaket gösterip beni garda uğurlamaya geldi. Bittiğine inanamıyordum. Tuvaletler filan vız geldi. Dönüş yolu biraz daha kısaydı, 10 saatte Kahire Ramses’e vardım. Kardeşim sabahın köründe beni karşılamaya gelmişti. Eve giden uzun yolda, seyahatin küçük bir raporunu verdim.

Bir ara dedi ki; “eğer bir imkan olsa hollandalıları buraya getirsek ve mısırlıları da Hollandaya taşısak sence ne olur?”

Hiç düşünmeden, en fazla 20 yılda Hollanda batar dedim. (Ama battığı yerde ne tür büyülü bi yaşam başlar Allah bilir. Masrileri hafife almamak lazım!)

Ne de olsa deniz seviyesinin altında bir ülke ve mühendislik harikası olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Bilirsiniz ne derler: “Tanrı dünyayı yarattı, hollandalılar Hollandayı!”

Hatta belki firavunların hep özledikleri sonraki yaşamları Hollanda’da geçiyordur! J))

 

(İsveçte oturan Sevgili dostum Yusuf beyin bi lafı geldi şimdi aklıma; “İsveçliler insan değil, kurt başlılar, onların izin vermediği kimse İsveç’e giremez!” demişti.)

 

İskenderiye

 

Mısırdaki son haftama girdim bile, sayılı gün çabuk geçiyor.

Bugün Kardeşimin eşi Gül’le İskenderiye’ye gidiyoruz. O da henüz bu şehri görmemiş.

Sabah saat 9.30 da Ramses’den expres bi trene biniyoruz. Geceden uykusuzum ve evden bir saatlik bir taksi yolculuğu ile istasyona gelebildik. Belki bu sebeple henüz uyanamamış bir şekilde dışarılara dalgınca bakmakla yetiniyorum.

Birinci sınıf kompartımanımızdaki koltukların çiçekli böcekli goblen kılıflarına gülüyoruz.

Nil ortadan kayboldu, arada ince kollarını görüyoruz o kadar. Her iki tarafımızda göz alabildiğine yemyeşil, ekili/dikili olduğu belli araziler uzanıyor. Ara sıra küçüklü büyüklü yerleşim bölgelerinden geçiyoruz. Aynı harap evler!

İkibuçuk saat sonra İskenderiye garında bizi kuvvetli bir Akdeniz rüzgarı bekliyor. Kahirede ise yine sıcak kum fırtınası vardı.

Kapıdan çıkar çıkmaz, taksicilerin saldırısına uğruyoruz (bütün bunlar sarı saçlarım yüzünden, turist olduğum hemen belli oluyor, saklanamıyorum). Bütün teklifleri geri çeviriyoruz; çünkü elimizdeki haritaya göre denizden fazla uzak olmamalıyız. Büyük bir gayretle “korniş” nerde diye soruyoruz. Yani kordon boyu J

Sonunda yönümüzü belirleyip çok uzun bir çarşı boyunca yürümeye başlıyoruz. Arada doğru yoldamıyız diye esnafa “korniş, korniş?” diye soruyoruz onlar da “Ala tul, ala tul” diyorlar gülerek, dümdüz anlamındaymış bu.

Daha kalın giymediğime pişman oluyorum; iki gün arayla yirmi derece farkı hesaplamakta zorlanıyor insan.

Sonunda akdenizi buluyoruz. Gökte beyaz ve gri bulutlar, denizde oldukça güçlü beyaz dalgalar var. Özlediğimiz denizin kokusunu içimize çekiyoruz, bize ana vatandan selam getiriyor.

Aynı şeyi söylemekten utanıyorum ama burada da aynı tip hiç yenilenmemiş, antik olmayan harap ve çirkin binalar var. Kordon boyunda bir kafe bulup kahve içmek istiyoruz, 3 kilometre yürüdükten sonra nerdeyse ümidimizi kaybedecekken modern bir kafe buluyoruz. Denizin tam kıyısına yapılmış ama deniz manzarası yok! Sonra çıkışta üşenmeden arka tarafı dolaşıyorum, deniz manzarasını küçücük bir mescite takdim etmişler. Bu da ilginç! Eski filan olup da değiştirmeye kıyamamak değil, yeni kafenin müştemilatı.

Kıyı şeridi boyunca 20 km boyunca uzanan İskenderiye, Mısır’ın ikinci en büyük kenti. İÖ.332 yılında Büyük İskender tarafından kurulmuş. İS.4 de önemini yitirir gibi olmuş, daha sonra Mehmed Ali Paşa, Nil’i İskenderiye’ye bağlayınca, kent yeniden bir liman olarak canlanmış.

Kafeden çıkıp körfezin ucundaki kaleye gittik, onca antik eserden sonra zahmet edip içeriye girme parası olan kırk paundu ödemeye elim varmadı. Allah insanı gördüğünden geri koymasın diye boşuna dememişler. Şöyle etrafını dolaşıp, uyduruk su altı müzesini gezdik.

Rehber kitapta bahsedilen, eski osmanlı sokaklarını doğru adreste aradık ama bişey bulamadık!

Yağmur başlamıştı. Buralarda daha fazla vakit kaybetmeyip doğrudan ünlü İskenderiye Kütüphanesine gitmeye karar verdik.

İÖ.3 yüzyılda kurulan İskenderiye Kütüphanesi, antik dünyanın en büyük kütüphanesiymiş. Bunu daha önce de bir çok farklı kaynakta okumuştum. Maalesef ikibin yıl önce içindeki tüm kitaplarla birlikte yakıldığını da biliyordum.

Şimdiki yenisi, 2002 de açılmış, fevkalade modern bir yapı. İlk kez Mısırda modern ve henüz toz altında kalmamış bir bina görüyorum. Silindir biçimli dev yapının çevresi Assuan granitiyle kaplanmış ve dünya alfabesinden harflerle süslenmiş. Denize doğru eğimli çatısı, 7 kademeli ve 2000 kişi kapasiteli salonlardaki masalara güneş ışığının belli bir açıdan ulaşmasını sağlıyormuş. Kütüphanede 8 milyon kitap olduğu yazıyor. (Bana rafların dörtte üçü boş gibi geldi!)

İçeriye girmek için onar paund veriyor, çantalarımızı emanete bırakıyoruz.

İçeriden görünüş de gerçekten şık. Çok sayıda bilgisayar var bunlar internete bağlıymış. Bilgisayar için girişte rezervasyon yaptırmak gerekiyor. İçerde kızlı erkekli epeyce genç öğrenci var.

Ayrıca içeride resim sergileri, küçük bir antik müze de gezilebilir. Gerek yorgunluktan gerekse başka bir sebeple binanın tabanı ayaklarım altında hafifçe sallanıyordu.

Açlıktan gözümüz dönmüştü. Kütüphaneye bitişik kafeye girip, babahannuş ve sandöviç yedik.

Çıktığımızda hala rüzgarlı ve serindi. Biraz daha dolaşıp dönmeye karar verdik.

Dönüş yolunda bir meyvacıda kendime kokteyl yaptırdım. Muhteşemdi. Aslında boş bulunup özel bir karışım istedim ve bu sebeple treni kaçırabilirdik. Çünkü orda görevli, muhtemelen biri patron olan üç kişi, tam 3 kere kaokteyli yeni baştan yaptılar ve bu arada birbirleriyle de bir anlaşmazlık yaşadılar. Dikkatimi çeken şu oldu; özellikle biri çok kızmış olmasına rağmen, birbirlerine karşı hiç seslerini yükseltmeksizin hayatımda gördüğüm en ilginç kavgayı yaptılar.

Dönüşte daha da hızlı bir trenle 2 saat on dakikada, sorunsuz bir şekilde geldik. Trenin bildik çakıdık çukudukları arasında uyuyup Ramsesi kaçırma tehlikesi yüzünden ilk kez uyumamak için kendime direndim. Üst üste yirmi kez esnedikten sonra acaba zehirlendim filan mı diye düşünürken içimden bi ses “sersem ona uykusu gelmek denir!” dedi.

 

Son bir kaç günümü, güneşin ve bahçenin tadını çıkararak, gezi notlarımı yazarak geçiriyorum. Hanü’l Halili’ye bir kez daha gittik. İnsan bu çarşıdan zor usanır. Çok hoş bir ambiansı var.

Az önce bavulumu topladım. İlk kez bir yerden dönerken hüzünlüyüm.

Yeğenim yatmadan önce ağladı. Galiba hiç bu kadar yakınlaşmamıştık.

Kardeşim ve eşi, bahçede barbekü yapıp yiyebileceğimin iki mislini yedirdiler, şimdi de SUK’a tatlı almaya gittiler 🙂

Burada edindiğim arkadaşlar telefonla arayıp güle güle dediler. Bi daha ne zaman gelir mişim? :))

Bugün “Firavunun gözü” isimli hoş bir kitaba başladım ve bitirdim. Tutankamon döneminde geçen bir polisiye! Çok hoştu. Hele anlattıkları yerler, günlük yaşamları, isimler böyle tanıdık olunca sanki o macerayı şahsen yaşamış gibi oldum :)))

Türkiye’ye çöl kumundan önce ulaşabilecek miyim?

 

Ben galiba burayı çok sevdim. Sebebini tam olarak bilemesem de, bu yumuşak, akışkan ve kaotik yapıyı özleyeceğim.

 

Sibel Atasoy

Mart 2006

Kahire

6 Yorumlar

  1. […] Antik Mısır ilginizi çekiyorsa, bu konudaki gezi notlarımın adresi: https://sibelatasoy.com/?p=80 Tags: Altay, çin, Öntürk, piramit, Turfan, Türkler, Urumçi, Uygur, yazı | Posted in […]

  2. Highlander says:

    Mısırı görmek RA nın ülkesinde gezinmek RA nın
    ruhunu hissetmek ve sonucunda meta anlamda hacı olmakla eşdeğerdir.
    Gezi notları ve varsa gezi resimleri eger o resimler DSLR makinayla çekilmisse olağanüstü
    güzel bir şey olur.
    RA Mısırda çok kısa kalmış rahiplerden dolayı.
    Mısır ı, Tibet i ve Cuba yı görmek en güzel şeyler.
    Film seyretmekle görmek aynı şey değil.
    Aynı zamanda düşünce gücüyle yapilan ( RA dan
    alıntı) büyük piramiti görmek eşşiz bir şey.

  3. says:

    Heyecanınızı anlayabiliyorum, yine de her gittiğimiz yerde yalnızca görebileceğimizi görüyoruz, ne bir eksik ne bir fazla. Örneğin, kim bilir siz olsanız neler bulacaktınız oralarda 🙂

  4. gezi seyahat seven arkadaslara guvenilir tur sitesi oneriyorum… sibel atasoyda kolay gelsin yaptigi bu site icin…
    1- http://www.packagetoursturkey.com
    2- http://www.touroperatoristanbul.com

  5. ..Endless.. says:

    Harikulade bir gezinti..
    O kadar güzel anlatmışsınız ki gitmiş kadar oldum..
    “zaman; DÜŞlerinizin taksitle fizikileştirilmesinin aracıdır. Zaman=Taksitlendirme”
    paylaşımınız ise beni en çok etkileyen nokta oldu..
    Taksitlerim tamamlanınca ben de gideceğim RA’nın ülkesine..

    1. says:

      Beğendiğinize sevindim 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir