Üstad Jung’dan bazı güzel alıntılar… “Sadece evin yolunu bulabilmiş olanlar bu yolu başkalarına gösterebilir. Kendi yolunu kaybetmiş bir kişi kötü bir rehberdir. Bilgisi olmayanların iyi niyetli oldukları sürece dünyaya iyilik edeceklerine inanan eşitlikçi iddiayı geçersiz kılan da bu gerçektir. Uzun vadede yalnızca bilenler işe yarar, iyilikler sunabilir, çünkü onlar yürüdükleri için yolu bilen kişilerdir.” “Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında.” “Tanrı Âdem ile Havva’yı, düşünmek istemediklerini düşünmek zorunda bırakacak biçimde yaratmıştır.” “Yaşamım bilinç dışının kendini gerçekleştirdiği öykülerden biridir.” “Bilinmeyen bir şeyi hissetmek ve bir gize sahip olmak önemlidir. Böyle bir şeyi yaşamamış bir insan, önemli bir şeyi yaşamamış olur.” “Hayvan basamağının tüm evrelerini aştık; bedenimizde bunların izlerini hala taşırız; örneğin insan cenininde hala solungaçlar bulunur. Atalarımızdan anı olan bir dizi organımız vardır; örgenleme düzlemimiz solucanları andırır, biz de de sempatik sinir sistemi bulunur. Böylece, beden ve sinir örgümüzün yapısında tarihsel soy kütüğümüzle karşılaşırız. Geçmişin izlerini taşıyan ruhumuz için de bu böyledir. Kuramsal olarak ruhumuzun yapısından hareketle tüm insanlık tarihini baştan sona yeniden kurabiliriz. Çünkü bir kez varolan her şey, içimizde hala varlığını sürdürüyordur.” “… Rüyalarla ilgili bir teorim yok. Nasıl ortaya çıktıklarını bilmiyorum rüyaların. Ayrıca, benim onları…
Dünya başımıza gelen bir olgudur ve biz çok büyük bir belirsizliğin kurbanları olduğumuz için acı çekeriz. Her şey kelimenin tam anlamıyla olasıdır. Gerçek ve düş, iyilik ve kötülük eşdeğerde başımıza gelebilir. Bir mit, Delfi kehaneti ya da bir düş gibi iki anlamlı olabilir. Mantığı göz ardı edemeyiz ve etmemeliyiz ama içgüdülerimizin yardımımıza koşacağı umudunu da yitirmememiz gerekiyor. Bunu yaptığımızda, Eyüb’ün uzun bir süre önce anladığı gibi, Tanrı bizi Tanrıya karşı destekler. “Öbür iradenin” ifade edildiği her şey, bir insanın düşünmesi, sözleri, imgeleri ve yetersizliği bile, o insanın içinde oluşan şeylerdir. İnsan her şeyi üstüne alma eğilimindedir ve basmakalıp psikolojik terimlerle düşünmeye başlarsa, her şeyin kendi isteklerinden kaynaklandığı sonucuna varır. Çocukça bir saflıkla, ulaşabileceklerini ve “kendinin” ne olduğunu bildiğini sanır. Oysa bu süreçte, bilincinin zayıflığı ve onunla eş orandaki bilinçdışı korkusundan kaynaklanan ölümcül bir zayıflık içindedir. Bu nedenle, özenle kurduğu mantıkla, ona doğru başka bir kaynaktan ansızın akanı birbirinden ayrmayı kesinlikle başaramaz. Kendisine karşı nesnel olamadığı gibi, kendisinin iyi de olsa kötü de olsa, varlığı olan bir olguyla aynı şey olduğunu göremez. Başlangıçta her şey üstüne yığılır, her şey onun başına gelir ve ancak çok büyük bir çaba harcayarakkendine görece bir özgür alan kazanmayı ve onu elinde tutmayı başarır. Ancak bunu…
Kutsal Kâse ya da Graal (İng: Holy Grail, Fr: Graal), Hristiyan Mitolojisinde, İsa‘nın Son Akşam Yemeği‘nde kullandığı iddia edilen, mucizevi güçleri olduğuna inanılan kap. Graal sembolizminin içerdiği anlamlar Graal’in kaybedilmesi, bilgilerin unutulmasını simgeler. Graal’in aranması ve bu sıradaki mücadeleler, nefis mücadelesini, kişinin nefsaniyetine karşı verdiği savaşı ve çeşitli sınav ve aşamalardan oluşan inisiyatik serüveni simgeler. İçinde ölümsüzlük içkisinin bulunduğu Graal’in keşfedilmesi veya elde edilmesi, arınmış olmayı, spiritüel aydınlanmayı, kişinin vicdan ve sezgi kanalının tam anlamıyla açılmasını, spiritüel tesiri kendi başına çekip aktarabilecek düzeye gelmesini simgeler. http://tr.wikipedia.org/wiki/Kutsal_K%C3%A2se Kutsal Kaseyi pek çok kez duymuştum ancak Graal Efsanesini az önce Jung’un hatıralarının son bölümünde gördüm. Hemen internette arattım, kısaca yukarıdaki gibi diyebilirim. Bana ilginç gelen Jung’un eşinin ölmeden önce Graal Efsanesini araştırdığı ve bunun yarım kalmış olmasının Jung açısından üzücü olduğunu öğrenmem oldu. Yukarıda Graal’ın aranmasının simgesel anlamı verilmiş; nefis mücadelesi ve bu yolda inisiyatik serüven. Jung onun ölümünden sonra bir rüya görüyor ve aslında onun hala bu araştırmayı sürdürdüğünü anlayarak, ölüm sonrasında da faaliyetin devam ettiğini çıkarımsayarak seviniyor. Aslında bu durumda Jung’un eşi Emma’nın yarıda kalan serüveni tamamlamak için dünyaya geri dönmüş olduğunu da varsayabiliriz belki. Jung’un kendi rüyaları Edgar Cayce’yi aratmıyor, sanıyorum ki eğer Jung kendini bıraksaydı Cayce gibi bir kahin olabilecek yetenekteydi; fakat…
Konu Başı için Bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=1114 Pueblo Yerlilerinin, dinleriyle ilgili konulara girmemelerine karşın, Amerikalılarla ilişkilerini anlatmaya can attıklarını gözlemledim. Ochwiay Biano bana, “Amerikalılar bizi neden rahat bırakmıyorlar? Neden danslarımızı yasaklıyorlar, çocuklarımıza dinimizi öğretmek istediğimizde neden zorluk çıkarıyorlar?” Uzunca bir süre sustuktan sonra, “Amerikalılar dinimizi yok etmek istiyorlar. Yaptıklarımızı yalnız kendimiz için yapmıyoruz ki, Amerikalılar için de yapıyoruz. Evet, tüm dünya için yapıyoruz. Herkesin yararına bu” diye ekledi. Heyecanından dinlerinin çok önemli bir öğesine değindiğini anladım ve bu nedenle ona, “yaptıklarınızın tüm dünyaya yararı olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordum. Büyük bir coşkuyla, “kuşkusuz öyle! Biz bunları yapmasak dünyanın hali ne olur?” diye yanıtladı ve güneşi gösterdi. “Biz dünyanın çatısında yaşayan insanlarız ve Baba Güneş’in oğullarıyız. Dinimizle, babamızın her gün gökyüzünde hareket etmesine yardım ediyoruz. Bunu yalnızca kendimiz için değil, bütün dünya için yapıyoruz. Ayinlerimizden vazgeçsek, on yıl içerisinde güneş doğmamaya başlar ve sonsuza dek gece olur” dedi. Bu sözlerinden, bir Yerli’nin huzurunun ve onurunun neye bağlı olduğunu anladım. Güneşin oğluydu ve tüm yaşamı koruyan babasının her gün doğup batmasına yardımcı olduğu için evrendeki yaşamı anlam kazanıyordu. Bu düşünceyle, bizim mantığımızın biçimlendirdiği kendimizi haklı çıkarmalarımızı karşılaştırırsak, yaşamımızın ne denli kısır olduğunu anlarız. Sırf kıskançlığımız yüzünden Yerli’nin saflığına gülüyoruz ve kendimizi çok zeki sanıyoruz….
C.G.Jung’un gezi notlarından özetlemeye devam ediyorum: İçimden ne olduğunu bilmememe karşın, bana çok tanıdık gelen bir sis bulutu yükseldi ve o bulutun içinden art arda resimler çıkmaya başladı. İlk önce, Romalı askerlerin Galya kentlerini yakıp yıkmasını ve Sezar’ın, Scipio Africanus’un ve Pompeyus’un keskin yüz hatlarını gördüm. Sonra Aziz Augustinus’un Romalıların mızraklarına taktıkları Britanyalıları imana çağırmasını ve büyük bir zafer diye nitelendirilen, Şarlman’ın putperestlere zorla dinini kabul ettirmesini gördüm. Ardından da , Haçlıların yağmalayan ve öldüren ordularını. Haçlılarla ilgili eski romantizmin anlamsızlığı, içime bir ok gibi saplandı! Bunları, ateş, kılıç, işkence ve Hristiyanlıkla, uzak ülkelerinde babaları olarak kabul ettikleri güneşin altında huzur içinde düşler kuran Puebloların bile üzerine giden Kolomb, Cortes ve başka fatihler izledi. Misyonerlerin zorla giydirdikleri mikroplu giysilerden geçen frengi ve kızıl gibi hastalıklardan telef olan Pasifik Adaları halkları da. Bunlar yetti de arttı bile. Bizim kolonizasyon, putperestlerle misyon ve medeniyetin gelişmesi diye nitelendirdiğimiz olguların bir başka yüzü daha vardı. Bu yüz, uzak yerlerde inatla avını arayan yırtıcı bir kuşun, korsan ve çabulcu denebilecek bir ırkın yüzüydü. Ochwiay Biano ile sohbetimizi ana binanın beşinci katının damında konuşuyorduk. (Birbirinin üzerine inşa edilmiş ilginç evler için bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=1108 ) Arada sırada, öbür damların üzerinde, yün battaniyelerine sarınıp, her gün pırıl pırıl bir…
Konu başı için Bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=1110 Önceki tarihsel bilgiler ve fotoğraflara şimdi de C.G.Jung’un gezi notları ile devam ediyorum (Jung bu geziyi 1920 ila 1925 yılları arasında yapmış): Eleştiri yapabilmemiz için her zaman dıştan bakmamız gerekir. Ülkeye dışardan bakmak demek, ülkeyi başka bir milletin gözüyle görmek demektir. Bunu başarabilmemiz için o yabancı ülkenin ortak ruhuyla ilgili bilgimizin olması gerekir. Benzerlikleri gözden geçirirken, bize özgü ulusal önyargılarıve özellikleri oluşturan farklılıklarla karşılaşırız. Başkalarında bizi rahatsız eden şeyler, kendimizi tanımamıza yardımcı olabilirler. Amerikayı ikinci ziyaretimde, Yeni Meksika’da kentler kuran Puebloları görmeye gittim. Orada şans eseri, ilk kez Avrupalı olmayan, yani beyaz adam sayılmayan biriyle sohbet etme olanağı buldum. Taos Pueblolarının reisi olan kırk elli yaşlarında Ochwiay Biano (Dağ Gölü) adında biriydi. Kuşkusuz o da bir Avrupalı gibi kendi dünyasının sınırları içinde kalmıştı ama onun dünyası öylesine ilginçti ki! Bir Avrupalıyla konuşurken, çoktan beri bilinen ama hiçbir zaman anlaşılamayan şeylerden söz eder ve bir çıkmaza girersiniz. Oysa bu yerliyle sohbetimiz çok yabancı konularda bile su gibi akıp gitti. Ochwiay Biano, “Beyazların ne denli acımasız göründüklerine bak! Dudakları ince, burunları da sivri. Yüzleri kırışıklardan değişmiş. Gözlerinden arayış içinde oldukları anlaşılıyor. Hep bir şey arıyorlar. Ne arıyorlar acaba? Beyazlar hep bi şeyler isterler ve her zaman huzursuzdurlar….
Uçabilmek için iki kanat lazım, tek kanatla uçulmuyor. Jung, Analitik psikoloji kitabının Eros Kuramı bölümünde bir nevroz vakasının hikayesini ve yüksek olasılıklı çözümünü yaptıktan sonra Nevroz kavramını açıklamaya gayret etmiş ve bunun nevrozlu kişide birbiriyle çatışan biri bilinçdışı iki eğilim olduğu sonucuna varmış. İnsanın kendine karşı bu bölünmesinin uygar insanın mümtaz tavrı(!) olduğunu ve nevrotik kişinin, doğa ile kültürü kendi içinde uyum durumuna getirmek zorunda kalan, bölünmüş kişi olarak tariflemiş. Ve aslında bunun normal bir geçiş süreci olduğunu da düşünüyor sanırım; çünkü “kültürün gelişmesi, bildiğimiz gibi, insanın içindeki (kapsadığı) hayvanın derece derece boyunduruk altına alınmasıyla olur, bu bir ehlileştirme sürecidir” diye sürdürmüş tanımını. Nevrozun pek çok kez “cinsellik sorunu” ile tetiklendiği bulgulanmışsa da Jung bunun kapsamını daha genişletiyor (sanırım Freud’u aşan kısmı budur) ve diyor ki: “Bugün biliyoruz, uygarlığın zorlamalarıyla çatışan sadece hayvansı yanımız değildir, bilinçdışından yükselen yeni fikirlerdir çoğu zaman; bu fikirler de, içgüdüler kadar baskın uygarlıklara aykırı düşmektedir.” Yani anladığım kadarı ile insan sadece o devirde ya da şu anda değil herzaman, her yerde ve devirde, iki dehşetli baskı arasında kalmakta; biri kapsadığımız (hayvansı) alandan, diğeri ise kapsandığımız (göksel ya da tinsel denilebilir belki) alandan gelmekte ve bizim üzerimizde, tam o noktada birleşip kaynaşmaya çalışmaktalar. İşte bu durum bana (aniden); kuşun uçmak…
Yazının başlangıcı için bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=632 Jung, “Hiroşima Sevgilim” gibi bazı filmlerin içeriğine pek çok hastasının rüyalarında rastlamış ve diyor ki: Bu filmlerin bilinçdışını etkilediği sanılabilirdi; oysa durum kesinlikle öyle değildi. Bilinçdışı, filmi kendini ifade etmek için kullanıyordu. Kamuoyunu sadece manipüle eden yetkililer, ekonomik baskı ya da şiddet uyguladıklarında bir süre için halkın ruhunu etkileyebilirler. Ama bu yalnızca bilinçdışının bastırılmasıdır ki bu da kalabalıklar için, bireyde olan sonuçların aynını verir, yani ruhsal hastalığa yol açar. Çünkü bilinçdışını uzun süre bastırmaya yönelik bütün girişimler, içgüdülere aykırı olduklarından başarısız kalmaya yazgılıdırlar. Bugün bireyselleşme sürecini tanıyabildiğimiz kadarıyla “self” her zaman bir gurup biçimlendirmeye eğilimlidir, bu da bir yandan bütün insanlar için bir duygu bağı, öte yandan belli bireyler için belirli duygu borcu oluşturmakla olur. Bu bağlar ancak self bütünlüğü tarafından kurulursa, gurur çatışmaları, kıskançlık ya da olumsuz yansımaların guruba sıçramıyacağı umulabilir. Elbette bu, görüş farklarının ya da görev çatışmalarının olmayacağı anlamına gelmez, ama her bireyin her seferinde etkin bir şekilde geri çekilmesi, kendi selfinin yönlendirdiği pozisyonu bulmak için iç sesini dinlemesi gerekir. … Ama tek bir birey kendi bireysellaşma sürecini tamamlamışsa onun çevresindekilere olumlu anlam bulaştıran bir etkisi vardır. Bu bir kıvılcım sıçraması gibi ve çoğu zaman da çok konuşulmadan, bilinçli bir amaç gütmeksizin…
Jung’a göre ego: Psişe içinde bilincin bir örgütüdür. Bilinç düzeyinde algılanan tüm duygu ve düşüncelerden oluşur. Ego psişe içerisinde küçük bir yer tutar. Gündelik yaşantımızı sürdürebilmemiz için içeriden ve dışarıdan gelen uyaranları, bilgileri filtre eder. Aksi halde biz yaşananla yaşanmakta olanı, düş ile gerçeği ayırt edemeyiz. Umarım tablo görünmüştür; çünkü burdan izah etmek çok rahat olacak. BEN’e dair yukardan aşağı üç temel bölge var: 1) Bilinç; Bu bölümü ÖZbenin bir kısmı ve dışa gösterdiği Persona ile EGO tamamiyle kaplamış. 2) Kişisel Bilinçdışı: Ego ve Gölge kişiliği içeren Özben bu bölgede yer alıyor. Rüyalarımız da hemen büyük ölçüde bu bölgeden besleniyor. 3) Kollektif Bilinçdışı: Gölge kişiliğimiz ve kolektif bilinçdışının dibine batmış durumdaki Anima-Animus burada yer alıyor. Rüyalardaki arketipler ve kişisel olmayan ögeler bu alandan geliyorlar. Jung’a göre tüm insanlık tarihi bu bölümde yer almaktadır. Ego psikolojik bir terim olarak ortaya çıkmış olmasına karşılık, sıklıkla hepimiz tarafından “kendini önemsemek” anlamına gelecek şekilde kullanılıyor ve ahlaki açıdan da oldukça yergi alıyor. Bir açıdan bakıldığında insanın kendini bildiği alanda (bilinç) yalnızca EGO’nun yer alıyor olması, olağan biçimde kendimiz sandığımız yegane şey de oluyor ve aslında onu bir miktar önemsememiz Jung’un da belirttiği gibi bizi gerçek ve düşü ayırt etmek açısından belirli bir dengede tutuyor. Ve tabi burada…
Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te İsviçre’de küçük bir köy olan Kessewill’de doğdu. İyi bir eğitime sahip geniş bir aile ile çevriliydi, aralarında bir kaç rahip ve aykırı sayılabilecek kişiler de vardı. 6 yaşında Latince öğrenmeye başlayan Jung’un dil bilime ve edebiyata, özellikle antik edebiyata derin bir ilgisi vardı. Jung, pek çok modern Avrupa dilinin yanı sıra Eski Hint kutsal kitaplarının dili olan Sanskritçe de dahil bir çok eski dilde yazılan yazıları okuyabiliyordu. İlk kariyer seçimi arkeoloji olmasına rağmen, Basel Üniversitesinde Tıp okuyan Jung, ünlü nörolog Krafft-Ebing’le çalışırken kariyerine psikyatride devam etmeye karar verdi. Mezuniyetinin ardından Zürih’teki Burghoeltzli Akıl Hastanesinde görev alan Jung, burada şizofreni uzmanı (ve şizofreninin isim babası) Eugene Bleuler ile birlikte çalıştı. Bir Freud hayranı olan Jung, onunla 1907’de Viyana’da tanıştı. Anlatılanlara göre, tanıştıktan sonra Freud o gün için tüm randevularını iptal etmiş ve birlikte 13 saat boyunca duramadan konuşmuşlar. Freud sonunda Jung’u psikoanalizin prensi ve kendi mirasçısı olarak görmeye başlamıştı. Fakat Jung hiçbir zaman için Freud teorisini tamamen benimsemedi. Aralarındaki ilişki 1909’da Amerikaya yaptıkları bir gezi sırasında soğuklaşmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı Jung için oldukça acı veren bir kişilik testi dönemi olmuştur. Bu aynı zamanda, dünyanın şimdiye kadar gördüğü kişiliğe dair en ilginç teorilerden birinin de…
… Daha önce de işaret ettiğim gibi, bireyleşme süreci, başkalarının papağana benzeyen her türlü taklidini dışlar. Zaman zaman bütün ülkelerde insanlar içsel önderlerin temel dinsel yaşantılarını birtakın “dış” ya da törensel yöntemlerle taklit etmeye çalışmış, bu yüzden de “taşlaşmış”lardır. Büyük ruhsal önderi izlemekonun yaşamında sürdürmüş olduğu bireyleşme sürecinin tarzını kullanıp kopyalamak değildir. Daha çok onun başardığı gibi, aynı cesaret ve dürüstlükle kendi içsel yolunu izlemektir. Bilinçdışının işaretlerini anlayabilmek için kişi kendini yitirmemelidir. Gerçekten de egonun normal yolda işlev görmeyi sürdürmesi yaşamsal önemdedir; çünkü ancak bilinçli bir insan olarak mükemmel olmadığımın bilincinde kalabilirsem bilinçdışının önemli içerik ve süreçlerini algılayabilirim. Ama bir insan kendisi ile evrenin birliği duygusunun gerilimini, o sırada yalnızca zavallı bir dünya yaratığı iken nasıl kaldırabilir? Bir yandan kendimi sadece istatistik bir sayı olarak algılarsam, yaşamımın hiç bir anlamı kalmaz. Ama öte yandan kendimi çok daha büyük bir şeyin sadece bir parçası sayarsam ayaklarımı sağlam basmayı nasıl sürdürebilirim? Bu içsel zıtlıkları içimizde birine ya da öbürüne düşmeksizin birlikte tutabilmek gerçekten çok zordur. Kişi kendi bilinçdışının isteklerine uymaya çalıştığında yalnız kendine uygun olanı yapamaz, aynı şekilde sadece çevresinin isteklerini de yerine getiremez. Bu arada kendini bulabilmek için sık sık kendi gurubundan; örneğin ailesinden, eşinden ve öbür kişisel bağlantılarından farklı düşmeyi…
Kendime hayretle bakıyorum, düş kırıklığıyla, hoşnutlukla. Üzüntü, umutsuzluk… Kendimden geçmiş bir durumdayım. Bütün bunları bir araya toparlayıp hesabını çıkarmasını beceremiyorum. Gerçek değerimi, ya da değersizliğimi saptayamıyorum. Güvendiğim tek şey yok. Doğrusu hiçbir konuda kesin kanılarım yok. Doğduğumu ve varolduğumu biliyorum, o kadar, sanki sürüklenip götürülüyorum. Bilmediğim bir temel üzerindeyim. Tüm belirsizliklere karşın tüm varoluşun altında yatan bir sağlamlık; varoluş biçimindeyse süreklilik duyuyorum. İçine doğduğumuz dünya, sert ve acımasız, ama tarihsel bir güzelliği de var. Anlamlılık mı, anlamsızlık mıdır ağır basan, kişinin yapısına bağlı bu. Salt anlamsızlık üstün geleydi, yaşamın anlamlılığı, gelişimimiz yolunda attığımız her adımda daha bir yiterdi. Ama öyle olmuyor, ya bize olmuyor, ya da bize olmuyor görünüyor. Ola ki bütün metafizik sorunlar gibi, her ikisi de gerçek: Yaşam hem anlamlı, hem anlamsız, ya da hem anlamın kendi, hem anlamsızlığın. Dileğim, anlamın üstün gelip savaşı kazanması. Lao Tzu: “her şey pırıl pırıl, bir ben bulutla kaplıyım” dediğinde, benim bu geçkin yaşımda duyduğumu dile getirmişti. Lao Tzu, değeri ve değersizliği de görüp yaşamış, ömrünün sonunda kendi varlığına, sonsuzca bilinmeyecek olan anlama dönmeyi isteyen birinin üstün nüfuz gücüne sahip insan örneği. Gerektiğince gören yaşlı kişi arketipi sonsuzca gerçek. Bu kişi örneği her zeka düzeyinde görülebilir, ayırt edici özellikleri aynıdır hep; yaşlı…
Bilincin yönelim için kullandığı yardımcı araçlar gerçekte dört işlevden ibarettir: Duyum(yani duyumsal algılama) birşeylerin var olduğunu, Düşünce, bunun ne olduğunu Duygu, bunun hoş ya da nahoş olduğunu Sezgi de onun nerden gelip nereye gittiğini belirtir. G.Jung
İnsanlık bugün, daha önce hiç olmadığı kadar, görünürde birbiriyle uzlaşmaz iki kutba bölündü. Psikolojik kural şunu söyler: *İçsel bir durum bilinçli hale getirilmediğinde dışarda kader olarak gerçekleşir*. Başka deyişle, birey kendi içsel çatışmalarını bilinçli hale getirmediğinde, dünya zorunlu olarak bu çatışmayı açığa vurmak ve zıt kutuplara bölünmek durumundadır. *C.G.Jung* Bu konuyu halledebilmek için biçok başka yol olmakla birlikte en önemlilerinden biri şüphesiz *rüya* analizleridir. Ki sanırım Jung da bunu gördüğü için ömrünün elli yılını bu konuya hasretmiş, bizler için önemli ipuçları bırakmıştır. Jung’a göre (ben de kendi tecrübelerimle bu görüşe katılıyorum); İnsan psişesi önce iki bölüme ayrılıyor: *1. Bilinç *(insanın kendini ve dünyayı öğretildiği şekilde bildiği alan) *2. Bilinçaltı *(buzdağının altındaki heyula bölge) Bilinçaltı ise yine ikiye ayrılıyor: *1. Kişisel *(burada insanın görmeye yanaşmadığı, ya da bi şekilde gözden kaçan imgeler, bir anlamda halı altına süprülenler var ki işte bu bölge psikiyatrların gerek rüya analizleri gerekse başka terapilerle açığa çıkarmak istedikleri saha. Pek tabi ki, kişinin bilinci bu alanı günyüzüne çıkardıkça, onda huzur, algı genişliği oluşacaktır.) *2. Kollektif* (İşte bizi gerçekte heyecanlandıran alan burası) Psişenin bu şekilde tarif edildiği şekle *kapalı sistem *diyor Jung. Kapalı sistem, duyular aracılığı ile dışardan aldığı uyarımları tüketerek psişik enerji=LİBİDOya dönüştürmektedir. Libido, gerçekleşme düzeyine (1)…
Çalışmanın konusu: Rüyalar, gerçekten düşündüğümüz ve hissettiğimiz şeyi bize anlatırlar, düşündüğümüzü ve hissettiğimizi ileri sürdüğümüz şeyi değil. Uyanıkken kendi kendimizi körleştirebilir ve bir budala yapabiliriz; ama uyurken bunları asla yapamayız! Rüya Nedir? Hayatımızın yaklaşık üçte birini uykuda geçirmekteyiz. Bu da 60 senelik bir ömrün 20 senesi demektir. Uyku günlük çalışmalardan yorgun düşen insan bedeninin ve sinirlerinin dinlenme zamanıdır. Kimi araştırmacılara göre rüyalar uyku sırasında beyinde görülen etkinliklerin bir yan ürünü yalnızca; kimilerine göreyse insanların bilinçaltının kişiliklerinin geri planda kalmış yönlerinin kendine çıkış yeri bulduğu özel bir durum.Rüya araştırmaları denilince çoğu insanın aklına ilk gelen ad Sigmund Freud olsa gerek. Freud ‘a göre rüyaların amacı günlük yaşamda bastırılarak bilinçaltına atılmış ilkel çoğunlukla da cinsellik ve saldırganlıkla ilgili isteklerin dışa vurulmasıydı .Rüyalarda geçen ögelerin birçoğu sembolik bir biçimde bu bastırılmış istekleri gösteriyordu.Bu sembollerin gizli anlamlarını bulmak ve kişinin bastırılmış duygularını ortaya çıkarmaksa psikanalistin işiydi.20.yüzyılın başlarında neredeyse Freud kadar popüler olan bir başka rüya kuramcısı Carl Güstav Jung, Freud’un bu görüşünü reddetmiş ve rüyaların işlevinin tamamlayıcı olmaktan çok dengeleyici olduğu görüşünü ortaya atmıştır.Yani insanların yaşam biçimlerinin getirdiği kısıtlamalar sonucu kişiliklerinin ortaya koyamadıkları yönleri rüyalarda ortaya çıkıyordu.Rüyalarda geçen semboller bilinçaltından gelen zihinsel görüntülerdi ve yadsıdığımız ya da endişe duyduğumuz yönlerimizi tanımamıza ve kabullenmemize yardım…