Fahrenheit 451 ile başlayan hafta

Fahrenheit 451

“Hepimiz birbirimize benzemeliyiz. Anayasanın dediği gibi, herkes hür ve eşit doğmaz ama herkes eşit hale getirilir! O zaman herkes mutlu olur çünkü sinmelerine yol açacak, kendilerini kıyaslayacakları dağlar yoktur. Yani! Yandaki evde bulunan bir kitap, dolu bir tabancadır. Yak onu. Silahın mermisini al.”

Yıllar önce Sarah connor Chronnical dizisini izlerken “insanlar gelecekte robotların idareyi ele almalarından neden bu kadr korkuyorlar?” diye düşünmüştüm. Sonraki yıllarda bazı ünlü bilim insanlarından, bilişimcilerden giderek artan bir tempoda bu düşüncen dillendirildi hatta iş uyarı yapmaya kadar gitti. Bunlar olurken aslında ben cevabı bulmuştum! Fakat bu kitabı okuduğumda ihtiyacım olan onayı da almış oldum. İnsanlar geleceği robotların ellerine geçirmesinden korkuyorlar çünkü zaten çoktan birer robota dönüşmüş olduklarını ve bunun giderek bariz hale geleceğine dair en dipten gelen iç seslerini duymaktalar!
Bilimkurgunun, geleceğin oluşumundaki katkısına ilaveten insanın komplike yapısına dair en büyük ip uçlarını bilerek ya da bilmeyerek taşıdığını biliyor muydunuz? Eğer bilimkurgu film ve kitapları doktorlara psikologlara ders niteliğinde sunulmuş olsaydı, örneğin inception filminin derinliğine varmış, rüya görüşmeciliğini öğrenmiş bir psikoloğun danışanlarına yardımı şimdikinin on katı olurdu. Beni hayalci ya da iddialı bulmanıza şaşırmam, bazen evet öyleyim ama bu söylediklerimde değil 🙂 Bunlar güncel hale gelmiş sonuçlardan ibaret.

Kitaplar, gösteri alayı geçerken Sezar’a “fani olduğunu hatırla Sezar” diyen muhafız kıtası gibiler.

Birincisi; nitelikli bilgi. İkincisi; onu hazmetmek için gerekli SERBEST ZAMAN. Üçüncüsü ise ilk ikisinin etkileşiminden öğrendijlerimizle temellenen eylemlerde bulunma hakkıdır.

Bu kitap etkileyici, sade, çok içten yazılmış evet bunu zaten herkes biliyor, ödüller almanın ötesinde zihinlere ve kalplere işlemiş, önemli olan da bu. Hele benim gibi okumayı öğrendikten beri en yakın en samimi ilişkilerini ve aşklarını kitaplarla yaşamış biri için ayrıca çok hüzünlü, unutulmaz sınıfında yer alacağı kesin gibi (şimdilik böyle diyorum çünkü henüz duygularım çok taze ve ben zaten pek genç değilim) görünüyor. Kittabın sonunda Yazarı Ray Bradbury’nin sesli bir notu var, onun girişinden de bir alıntı yaptım, anılarımda saklamak istiyorum. Teşekkürler Ray, iyi ki yaşadın.

*

The wife, film

Güzel bir drama, gerçi yüksek volüm, boş hikayeli aksiyon meraklıları sıkılabilir.
Her daim çok sevdiğim Glenn Close’un oyunculuğunu anlatacak kelime bulmak zor. Zaten  bu filmdeki rolüyle golden globe ödülünü kazanmış. Oscarı kaçırması ise bence şanssızlık.

“isveçli yönetmen björn runge’nin çektiği film, iki güçlü performansın desteklediği ilgi çekici bir hikaye anlatıyor. sanki gerçek gibi görünen ama kurgu bir öyküde, 1992 yılı nobel edebiyat ödülünü kazanan yazar joe castleman, eşi joan ile birlikte ödülü almak üzere stockholm’e gidiyor. seyahat esnasında “fedakar sadık eş” joan kocası ile ilgili bazı yaşam tercihlerini sorgulamak zorunda kalıyor. film boyunca yapılan geri dönüşlerle bir yandan joe ve joan’ın ilişkilerinin yapıtaşları ortaya çıkarılırken, geçmişlerindeki önemli bir sırrın ipuçları da kenara köşeye bırakılıyor.” Ekşi sözlükten alıntı

Nobel Ödülünün Karısı adıyla prezante edilen filmde, cinsiyetçilik ve erkek egemen dünyada ister istemez sinik kalan kadınların dramını bir kez daha görmüş olduk. Bence izlenmeli

*

Running for Grace

Sıcak ve sade bir aşk hikayesini barındıran fakat aslında benim gibi Hawaii aşkı olanların seyretmesi önerilen bir film. Olay 1900 lü yılların başında geçiyor. Özellikle japon işçilerin ve beyaz patronların ilişkisine dayanıyor. Hawaii manzaraları müthiş.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir