Sanal İletişim daha etkin bir yol mu?

-Bu yazı bir münazara içindi; yazıları elden geçirirken rastladım ve içerik beni bi hayli güldürdü! Ne kadar ciddiyim değil mi?-

 Etkin İletişim kavramına kişisel olarak hangi anlamı yüklediğimi düşünmeye başlamadan önce sözlüklere nasıl girmiş olduğunu merak ettim;

 

İletişim: Duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim,  haberleşme, komünikasyon.

 

Etkin: Hareketli, işleyen, çalışan, faal, aktif. Edilginliğin karşıtı olarak fiilde bulunan.

 

Eğer iletişim “akla gelebilecek her türlü yolla” yapılabilen, esası aktarıma dayanan bir edim ise burada tartışacağımız konu bu aktarımın daha faal ve aktif yolunun hangisi olduğuna dair olacaktır.

Bir özneyi ya da fiili daha etkin kılan nedir peki? Etkinlik objenin bizatihi kendinde ve ayrılamayan bir parçası mıdır yoksa o objeye dışardan yöneltilen, ona atfedilen bir değer midir? Yani kolayca görülebildiği gibi tartışma daha işin başında rölativite kanununa taşınır.

Hatta daha da ileri giderek; gerçek ya da sanal yolla iletişimin hangisinin daha etkin oluşu “gerçeğin mükemmel doğasını bilinçli şekilde izleyenin katılımına” muhtaç kalır.

 

Evimin bulunduğu yokuş başından Ortaköy’e inmenin şu ana kadar tespit edebildiğim üç yolu var; bunlardan hangisinin daha etkin olduğunu bu eve gelenlerden her bir kişi farklı belirleyecektir. Kimisi en kısa kilometreyi belirleyecek, kimisi en seyirli olanına, bir başkası da toplu taşıma olanağı kullanılabilene ETKİN diyecektir ve sanırım bunların hepsi de doğru olacaktır.

 

İletişim kavramını bilinçli olarak izleyen biz katılımcılar, insan olarak hangi eğilimlere sahibiz? Gerçekliğin hangi dalgada kırılmasını bekliyoruz?

Carl Gustav Jung, Analitik Psikoloji kitabının 125.ci sayfasında şöyle bir tanımlama yapar;

 

“Bu ikilem şöyle düşünmeme neden oldu; acaba dedim kendi kendime, iki ayrı tip insan mı söz konusu, biri daha çok obje ile, öteki daha çok kendi ile ilgilenen iki insan tipi mi var? Bu konu üzerinde uzun uzun düşündüm; sayısız gözlem ve deneyim sonucu, iki temel davranış varsaydım: Bunlar içedönüklük ile dışadönüklük idi. İçedönük davranış, kendi içine kapanık, objelerden kaçınan, çekingen, düşünceye dalmaya eğilimli, geri çekilen, çoğunluk savunma durumuna geçmeyi yeğleyen, kendine güvenmeyen bir araştırma pozu ardına saklanmayı sever. Dışadönük ise, kendini kolayca mevcut duruma uyduran, çabuk ilişkiler kuran, kuruntuya kapılmayan, belirsiz durumlar karşısında atılgan bir davranıştır. Birinci durumda, doğal olarak önemli olan şey sujedir, ikincideyse objedir. Bu gözlemler iki tipin sadece ana çizgileridir ve hiçbir zaman tek başına görülmez.”

 

Evet bu iki ana tip aynı insanda bir karışım olarak sürekli devrede ama her insanda değişik yoğunluklarda kendini belli ediyor. O zaman müsaadenizle kendini şuana kadar belirleyebildiği kadarıyla ben, yani içedönük yoğunluklu kişi olarak, gerçekliği kendi açımdan eğip bükeceğim.

 

Öncelikle şimdi savunacağım tez olan, sanal iletişimin içeriğine neler dahil olabildiğine bakıyorum: Mektup, kitap, sinema, tiyatro, resim, müzik, televizyon ve evet internet! Belki de şu anda aklıma gelmeyen daha başka yollar ve saydıklarım ile, yüz yüze gelmeden, beden dilini kullanmadan, dokunamadan ve birbirimize tükürük bulaştıramadan

iletişiyoruz.  

İletişimin yalnızca %15inin kelimelerle yapıldığı şu andaki bilimsel verilere göre tespit edilmiş olmakla beraber bu araştırmayı irdelerken gözden kaçırdığımız husus; zaten söz konusu iletişimin gerçek diye sınıflandırdığımız iletişimle ilgili, yani  tartışma konumuzun tek tarafını kapsıyor olmasıdır. Evet karşılıklı geldiğimizde kişiyi cismiyle ve kendisine giydirilmiş ismiyle muhatap aldığımızda gerçekten ETKİN iletişemiyoruz, kelimeler buna yeterli olmuyor ve biz de eksik kalan aktarımı yoğunluklu olarak diğer yollarla, vücut dili, ses tonu, mimik vs ile (istemli ya da istemsiz) yapmak zorunda kalıyoruz.

O halde neden karşılıklı geldiğimizde sözler kifayetsiz kalıyor, neden korkuyoruz?

Anlaşılamamaktan mı? Yanlış anlaşılmaktan mı? Nazar edeceğinden mi? Söyleyeceklerimizin bir ömür boyu sorumluluğunu yükleniyoruz sandığımızdan mı? Sonra değişeceğimizi içten içe çok iyi bildiğimizden mi? Kendimize biçtiğimiz (ve biçilen) imajı her ne pahasına olursa olsun müdafaa etme tasasından mı? Cezalandırılmaktan, kovulmaktan, katagorize edilmekten ya da Nesimi gibi diri diri yüzülmekten mi korkuyoruz adresimiz, etiketimiz belli olduğunda.

 

Oysa biz kelimelerde sakladığımızda vücudumuz isyan ediyor, samimiyetsizliğimizi yüzümüze vurmak için tabiri caizse kazan kaldırıyor ve aslında ne demek istediğimizi cümle aleme ilan ediyor! İşte arkadaşlar “gerçek” iletişim dediğimiz bu tek dişi kalmış yöntem aslında tam olarak insan olma halimizin utancıdır. Eğer bu, gerçekten gerçek olsaydı kelimelere sığardı hatta artardı!

 

O halde sanal ortamda iletişim dediğimizde yukarıdaki korkularımızdan nispeten daha azade mi oluyoruz? İletişimden maksat, duygu/düşünce bileşenimizi başkasına aktarmak ise eğer, bu eylemi vücut dilinden (ki bu bilincimizin ve dolayısı ile kontrolümüzün çoğunlukla dışında yapıldığından insanın başarısı değil ve eğer söylediklerinin aksine ise ayıbıdır aslında) muaf olarak aktarabilmek ister istemez daha cesur, daha samimi, daha yetkin olma sonucuna vardırmaz mı bizi? İlk zamanlar kendi söylediklerimizden bile korkabiliriz, sağımızı solumuzu kontrol eder, aman nickim anlaşılmasın paranoyasına kapılır gibi olabiliriz. Ancak sözler havada olduğu gibi uçup gitmez oralarda; günler, haftalar ve yıllar sonra tekrar kendinize bakabilir, neredeyken şimdi nerede olduğunuzu test edebilirsiniz.

Sanal iletişim, ağzınızdan çıkanı duymanızı sağlar!

 

Olayın bir de “güvensizlik” ana teması var tabii:

İnternete takılan yada takılmayan bir çok arkadaşım hep şu şikayeti yapıyor “İnsanlar nicklerin arkasına saklanıyor, gerçekte olmadığı bir rolü oynuyor. Peki aldatılmadığından nasıl emin olacaksın?” Sanki gerçek dedikleri iletişimlerde hiç yanılmamışlar ve defalarca nasıl aldatıldıklarını ve aşk yaralarını bana anlatmamışlar gibi!

Bu soru beni güldürüyor. Çünkü benim açımdan cevabı çok basit; kişinin asıl özellikleri ya da sosyal kimliği nedir ben onu hiç merak etmiyorum ki! Beni ilgilendiren şey kendi hakkında söylediklerinin içini nasıl doldurabildiği, ne süre bu söylemin ardında çelişkisiz durabildiği oluyor. Farz edelim bir duvarcı ustasıdır ve kendini 35 yaşında doktor olarak tanıtıyor ve eğer 35 yaşında bir doktorun olması gereken genel çerçeveyi dolduruyor ve sizin içinizde bir doktorla konuşuyor izlenimini uyandırıyorsa ve üstelik bunu iki haftadan uzun süre devam ettirebiliyorsa, o kişi benim için 35 yaşında bir doktordur. Hatta iki sene sonra bir duvarcı ustası olduğunu 22 yaşında olduğunu söylese şaka yaptığından şüphelenebilirim! Üstelik içimde aldatılmışlık gibi bir duygu uyanmaz; çünkü bu itiraf benim iki yıldır bir doktorla kurmuş olduğum iletişimin hikayesini değiştiremez. Hele hele kendi duygu/düşünce bileşenimi aktardığım süre boyunca kazandıklarımı elimden alması söz konusu bile değil. Özellikle chat ortamlarında resim gönderme ve isteme furyası vardır; bu da beni çok güldürür. “Bırakın hayal edeyim” demek gelir içinizden. 🙂  Üstelik o resimler bir manken ajansından aşırılmış da olabilir!

Tüm sanal iletişim araçları insanları hayal etmeye ve yeni gerçeklikleri yaratmaya teşvik eder. Kuşaktan kuşağa aktarılan ve hakiki bilgiyi içeren simge lisanını yoğunluklu olarak kullanır ve geliştirirler.

İnsanın kendini sevmesi öylesine ünlüdür ki, kimse olduğundan farklı bir şekilde kendini ifade etmeyi ila nihaiye sürdüremez. Zaten sürdürebilirse o rolün kendisi olmuştur artık! Normal insanın kendisine ve günlük hayata ilişkin disiplini yoktur, olaylar gelişigüzel cereyan eder bu sebeple insan, olmadığı bir kişiliği göstermek, üstelik bunu sürdürebilmek yetisine sahip değil. Eğer anlamaya açmışsanız kendinizi ve biraz da sabrınız varsa sanal iletişimde aldatılmak paranoyası lüzumsuz bir sakınım olacaktır.

 İnsanlarla iletişim kurmak her türlü insani zafiyetinizi herkesle paylaştığınızı görmek öylesine zevkli ve şefkat dolu bir faaliyet ki, bundan bahsetmek bile bana çok hoş duygular veriyor.

Sanal iletişim araçlarının ortak avantajlarını şöyle sıralamak konuyu bir çeşit özetleme gibi olacak sanırım:

  • Kalıcı: Havaya karışıp gitmiyor, irdelemek ve kendini tanımak adına büyük kolaylık.
  • Zaman ötesi: Kuracağınız iletişim zamanı delip geçiyor; kitapları, şiirleri, filmleri, resmi ve müziği, her yolla sadece yaşadığın ana tabi olmadan, aktarılanı alabiliyor ve aktarabiliyorsunuz.
  • Mekan ötesi: Asla gidemeyeceğiniz yerlere, ulaşamayacağınız bilgiye kavuşturuyor. Karşılaşma ihtimali olmayan insanları kimliklerinin öncelikli sıralamalarına tabi olmadan sevgiyle/acımasızca bir araya getirebiliyor.
  • Hızlı: Şu ana kadar bildiğimiz en hızlı iletişim yöntemi
  • Ucuz: Maddi ve manevi anlamda ucuz bir iletişim. Zaman/mekan ötesinde kalıcı bir iletişimi büyük bir hızla, küçük bir para karşılığında ve çoğunlukla manevi büyük bir bedel ödemeksizin deneyim şansı.
  • Seçim bolluğu: İlgi alanınız ve kendinizin bile belki henüz isim koymadığınız eğiliminiz, ihtiyacınız doğrultusunda seçim yapabilme, büyük bedel ödemeksizin deneme/yanılma eğitim modelini kolayca uygulayabilme imkanı.
  • Korkusuz: Üzerimize giydirilmiş “çağdaş insan” elbisesinin trajikomik baskısına meydan okuyor, BENin ezici ağırlığını azaltıyor kısaca daha cesur yapıyor.
  • İçedönük kişiliği ağırlıklı olarak taşıyanlar için yeri doldurulamaz bir yöntem. Adeta bir tercih değil mecburiyet!

Kuşkusuz sanal iletişim bazı bedensel ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kalıyor; en güzel yemek resmini görüyor, tarifini alıyor fakat karnınızı doyuramıyorsunuz. Evet ama sanal iletişim kuranlara diğer iletişim yolları yasaklanmıyor ki! Arada biz de aşka geliyor, cesaretimizi takınıyor ve evimizden dışarı uğruyoruz.

Zaten her şey bir yönüyle sanal değil mi? Nietzsche şöyle diyor: Uyanık olduğumuzda da, düşte yaptığımızı yaparız; ilişkide olduğumuz insanları yaratır ve uydururuz – sonra unutuveririz hemen.

Bence, benim anladığım manada fakat şu anda çoğunlukla uygulanamayan gerçekten “gerçek” iletişim kurmayı öğrenmek gerekiyor. Bunu öğrenmenin yolu ise Sanal iletişimde pişmekten, kendini daha çok tanımaktan ve koşulsuz samimiyetin tadına varmaktan geçiyor. Kuşkusuz bütün öğrenme süreçleri gibi zahmetli ve sıklıkla acılıdır bu yol. Gerçek iletişimin bulunmadığı bir dünyada ona karşı bir tez savunmak bir anlamda düşene bir tekme vurmak gibi oldu. Bundan dolayı mahcubum.

ÖZün SÖZü desteklediği “gerçek” iletişimin, bir gün ve lütfen çok gecikmeden yapılabileceği bilinç anına ulaşabilmek adına sevgiler sunuyorum.

Sibel Atasoy

 11.01.04

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir