İyi ki Doğdun Oğlum

-Eski günlüğümden-

Bugün oğlumun doğum günü, onunla ilgili hatırladığım bazı anıları yazmak istedim birden.

Bi kere on gün geç doğdu, galiba bulunduğu yerde keyfi yerindeydi ve bu dünyaya da pek hevesli değildi. Ellidört santim, dörtbuçuk kilo çeken cüssesi, uzun saçları, pembe ve gergin derisi ile ona bakan yeni doğmuş diyemezdi herhalde. Bi filmde kullanılmış olsaydı, eh işte türk filmi, yeni doğmuş bebek bulamamışlar, bize yutturuyorlar diyebilirdik. Hamilelik döneminde çok huzurluydum (bi iki şiddetli fmf atağı dışında), eşim üzerime titriyordu. Bebek çok hareketliydi, çok çabuk hareketlendi ve yoğun tekmeleri doğana kadar artarak sürdü. İçimde bi şey olduğunu bilmek olağanüstü hoştu. Hamilelik nefis bi şey. Bu arada sanırım hamileliğin beşinci ya da altıncı ayında iki kaşımın arasında bi işaret ortaya çıktı, kuş ayak izi gibiydi. Öylesine belirgindi ki biraz utanırdım. Doğurur doğurmaz geçti.

Aslında öylesine acı bir doğum tecrübesi geçirdik ki, ben altı ay uykularımdan sıçrayarak uyandım, o ise tam 365 gün hiç durmamacasına ağladı! Evet abartmıyorum, bu çocuk tam bir sene hiç uyumadı ve günde yirmidört saat avaz avaz ağladı. Doktorlara götürdük, sebep bulamadık, uyutucu maddeler de vermek istemedim, kimbilir belki akıllı fikirli biri olacaktı da kendi rahatımız için bu olasılığı zedelemek istememiştim.

Çok yoğun bir iş hayatım vardı, sürekli ağlayan ve hiç uyumayan bir çocuğa bakmak cidden büyük sabır istiyordu, bu durumda ona dört kişi bakabildik, babası/ben/anneannesi ve dedesi. Nöbet çizelgesi yaptık ister istemez. İlginç bir deneyimdi. Zaten şimdi ona baktığımda ona 0-6 yaşında damgasını vuran dördümüzün de izlerini görebiliyorum. Çünkü her birimiz onun kakalı bezlerini yıkadık (O zamanlar hazır bezler yoktu daha),besledik, ayakta kucağımızda sallayarak (devamlı ağladığı için) saatlerce gezdirdik, onu teskin edeceğinii umduğumuz sözler şarkılar fısıldadık bildiğimiz uyarınca.

Gözümün önünden hiç gitmeyen bi anı şudur. O içerde divanın üstünde yatıyor (bebek yatağı filan yapamamıştık, yapsak da yatmayacakmış zaten) ve ben de odanın kapısında yarı saklanır biçimde ona bakıyorum. O da bana bakıyor. Öylece dakikalarca dik dik bakışıyoruz. Ondan çekiniyorum. Evimize neden geldiğini bilemiyorum. Kim olduğunu anlayamıyorum. Resmen korkuyorum. Zaten sonraları o büyürken de ve halen de ondan çekinirim. Onu doğurmuş olmak zaten yeterince garipti benim açımdan, bi de onun sorumluluğunun bize ait olduğu söyleniyordu.

Bir yaşından sonra azar azar uyumaya başladı, iştahı her zaman yerindeydi. Konuşması yürümesi normal zamanlarda oldu geçti. Onda en ilginç olan sanırım bakışlarıdır. Doğduğu günden beri dik dik ve kirpiklerini kırpmadan delici bakışlara sahipti. Öyle bir bakardı ki, içiniz dışına çıkmış gibi olurdu! Kendi kendine vakit geçirmek gibi bir zevki hiç olmadı, O insanlara takıktı… Mutlaka ve mutlaka birinin tepesinde olmalı, onun dikkatini üzerinde tutmalıydı. Ne oyuncak ve bilgisayar ne müzik aleti ne vs vs, hiç bişey onun ilgisini çekemiyordu.

Üç-dört yaşlarına geldiğinde anneannesi onu Ankaraya, dayılarının(üniversiteye giden) evine götürürdü. Oralarda üniversite yaşamını epeyce seyretti, o genç delikanlılarla epeyce anısı oldu.Şimdilerde bi araya geldiklerinde anlatıp gülerler.
Bir gün saçlarımı iyice kısa kestirip eve döndüğümde ona nasıl olmuş diye fikrini sordum (zevkine hep güvenirdim), bana şöyle dikkatle bakıp nerdeyse sinirli bir sesle “bana bu kadar benzemek zorunda değilsin!”demişti.

O büyürken bizim de maddi durumumuz gelişiyordu, imkanlarımız doğrultusunda, kabiliyeti olan bir alanda öğrensin, gelişsin, zevk alsın diye önüne seçenekler sunuyorduk ve fakat ne mümkün! Muhteşem bir kulak ve sese sahip olduğu halde hiçbir müzik eğitimine girmek istemedi, mükemmel fiziğine rağmen hiç bir spor dalına ilgi duymadı. Ben ise feci bi iş temposunun ortasında, kendi bencilliğimin el verdiği ölçüde ona zevk alabileceği bir alan bulabilmek için çırpındım; fakat boşuna bir gayretti. Sanırım ona gereken bendim ve ben kendimi kimseyle paylaşmak niyetinde değildim.

Normal bir anne olamadım. Onu hiç bir şeyi yapmak için zorlayamadım. Daha üç yaşından itibaren giyeceklerini yiyeceklerini kendi seçerdi, tüm hayatı boyunca yaptıkları ve yapmadıkları yalnızca onun seçimidir. Kitap okumaz, televizyon seyretmez, bilgisayara hiç ilgi duymazdı. Kolej yarışına da girmedi doğal olarak, zaten prensip olarak ben de buna karşıydım ama eğer kendi isteği olsaydı imkanları ona sunabilirdik. Ders çalışmazdı, tüm tahsil hayatınca sadece bir kez kitap açtığını gördüm, o da üniversite birinci sınıftaydı. Fakat sınıfta kalmadı, ortalama bir öğrenci olarak sınıfları geçti diyeceğim ama bunu bile diyemiyorum sanki sınıflar onu geçti! O sessiz bir heykel gibi, çevresini derin derin süzerek bulunduğu noktada bekledi. Üniversite hazırlık kursuna gitmek istemedi! Ona göre boşuna zaman kaybıydı. Herhalde anadolunun en ücra köşesindeki kişi bile azıcık imkanı varsa bu kurslardan birine gitmiştir değil mi? Ama O, İstanbulun orta yerinde her türlü imkan önüne serilmişken gitmeyeceğim dedi. Ben de insanın üniversite okumasının bir zorunluluk olmadığını, eğer seçimi buysa, saygı duyacağımı söyledim.

Bir gün sohbet ediyorduk, ona “bana mı babana mı daha çok benziyorsun” dedim (soru tam böyle olmayabilir ama cevaptan kesinlikle eminim.) Dedi ki: “sen şahitsin, ben babamın devamıyım”. Çok ilginç gelmişti bu tesbiti, hala da şaşarım.

Üniversite sınavına girdi bari! Tabi kazanacağını hiç ümid etmiyorduk, hayatında eline kitap almamıştı daha. Ve ilk girişinde bence kendisine en uygun fakülteyi kazandı ve hepimizi şaşırttı. İletişim fakültesi sinema televizyon bölümü J Ve yine yıl kayıpsız okudu bitirdi. Ona yurt dışında master yapmasını ya da en azından hayat geçirmesini önerdik, hiç ilgilenmedi. Türkiye dışında bir yerde yaşamayı aklından geçirmiyordu. Hiç vakit yitirmeden gidip askerliğini yaptı, ona göre beklemenin anlamı yoktu. Sayesinde gidip Kağızmanı da gördüm. Bu arada daha üniversiteden önce ayrı evde yaşamaya başlamıştı, arabası vardı. Kendi bütçesini ayarlamayı bilirdi, hiç bir zaman ay ortasında parasız kalmazdı. Şundan bundan yakınmazdı. Hatta ona küçükken şöyle bir tekerlemeyle takılırdım; üşümez, uykusu gelmez, acıkmaz. Gerçi bluğ çağında öyle bir yemeğe başladı ki, iflas ettirecekti J Ondan kalmadığı için acil durumlar çikolatası saklardım evde bi yerlere, ikimiz de çikolata severiz de. Üniversite dönemindeyken bir dizi film için fotoğraf çekmeye başlamış, hem bütçesine katkı yapmış hem de o sektörün içini dışını tanımıştı. Çalışırken de kimseyle samimi olmaz, kimsenin önünde eğilmez, burnundan kıl aldırmazdı, sanırsam seveni azdı. Film sektörü onun başıbuyruk yetiştirilişine ve belki doğasına uygun değildi, bunu kısa zamanda fark etmişti. Çünkü orada işler el etek öpmeyle yürüyordu maalesef.

Arkadaş çevresi çok kalabalık değildi fakat mevcut arkadaşları ile sıkı dostluk bağları vardı, sanırım onlar Tolga’yı seviyor ve takdir ediyorlardı.
Hep ketum bir çocuk oldu, duygularını pek paylaşmadı. Büyüdükçe aile efradına karşı ilgisizleşti. Sanki ihtiyacı olduğu zaman yeterince sunamadığımız ilgiyi şimdi de o istemiyordu! Rolleri değiştik, artık o çok meşgul!
Onunla çocukken oyunlar oynardık, her türlü oyunu aynen benim gibi hızla öğrenir ve üstelik şanslıdır da, onunla oynayıp da kazanmak nerdeyse imkansız. Eline aldığı enstrümandan en azından bir iki şarkı rahatça çalabilir. Benim gibi beşiktaşlı oldu, maçlarını oldukça sıkı takip eder. Sanırım beni hep biraz kaçık buldu (başkaları gibi), fikirlerimi, hayallerimi ve yaşamımı ne onaylıyor ne de tam olarak reddediyordu. Yapı olarak benden daha realistik fakat sanırım ikimiz de pragmatizmde birleşiyoruz . Daha küçükten beri, yapacaklarım ve kendim hakkında ona sorular sorardım. Önerileri öylesine akıllıca ve inandırıcı olurdu ki derhal onun tavsiyesi yönünde karar alırdım.

Çevre detaylarını, insanların duygu tepkilerini hiç kaçırmaz, bu konuda muhteşem bir yetisi var, belki o tuhaf bakışların getirisidir bilemiyorum. Kızlar hep onun peşinde oldu, çocukluktan beri onu hiç boş bırakmadılar. Yakışıklı ve karizmatiktir ve tabi benim bilmediğim başka özellikleri de vardır. Kısa ve öz konuşur, kelimeleri keskindir. Mükemmel bir muhakemesi var, detayları hiç kaçırmadan toplar ve son derece hızla pişirir, yemeği önüne koyar! Öylesine isabetli sonuçlara varır ki şaşıp kalırım bazen. Umarım bir gün deneyimlerini yazmaya ya da anlatmaya başlar. İstanbulun orta yerinde nerdeyse on yıldır yalnız bir yaşam sürdürüyor, kimbilir ne kadar zengin bir anılar torbası vardır. A evet en beğendiğim özelliklerinden biri aşık olabilme yetisi! Bunun bir tanrı hediyesi olduğunu düşünürüm. Aşkın acısını da delikanlı gibi çeker, bahanelere sığınmaz, yaşadıklarının kendi tercihleri sonucunda olduğunu bilir.

Film sektöründen ümidi kestiği için kendine uygun alanları araştırdı. Fotoğraf konusu ilgisini çekiyordu fakat her konuda olduğu gibi bir şeyi ele geçirmek için gerekli öz disiplinden yoksundu (bu benim suçum), bir fotoğraf sütüdyosuna ortak olmak istedi, kendi işini yapmak istiyordu. Aslında bu iş için gerekli alt yapısının uygun olmadığını biliyordum (üstelik bu benim mesleğimdi), çok genç ve tecrübesizdi ve ortak olarak seçtiği kişi, kaldırımlardan yetişmiş gerçek bir türk müteşebbisti! Görünen köy klavuz istemiyordu;fakat yine de bu deneyimi kendisi elde etmesi gerekiyordu (gerçekten nasihata inanmıyorum), bu sebeple ona gereken maddi ve manevi desteği verdik. Artık maddi anlamda zenginlik dönemimi geride bıraktığım bir zamandı fakat şöyle düşündüm, herşeyin bir bedeli var, paramla deneyim satın alıyorum, dolayısı ile asla boşa gitmeyecek. Ve öyle de oldu, sanırım altı ay bile sürmedi (milyarlarca lira kaybederek bir birey kazandık) fakat oğlumun hayat tecrübesine çok şey kattı. Sonrasında yaradılışına çok uygun bir iş buldu, aynen zamanında benim yapmış olduğum gibi, iş ilanıyla ve zorlu testlerden geçerek iş buldu. Çok kısa zamanda işe hakim oldu, amirleri onun önünü boşaltmak için adeta yarıştılar. Şu an severek yaptığı bir işi var, Allah daim etsin. Umarım eksiklerini doldurmak için acı katalizörler gerekmeden, işaretleri hızlı ve doğru algılayıp, gerekeni bir savaşçı gibi yapacak ve hani Castaneda’nın dediği gibi; bir ok gibi fırlayıp kartalı aşacak, özgür olmak için.

İş aradığı ve maddi açıdan kısıtlı hissettiği bir dönemde, keşke doktor mühendis olsaymışım, bu ne ki meslek mi diye tasalanmıştı, istemeden de olsa bunun için bedel ödemek istemediğini hatırlatmak zorunda kaldım ve O, merdivenlere doğru yürüken başını çevirip “keşke zorlasaymışınız” dedi. Sanki yıllarca bu cümlenin edilmesini beklemiş gibi rahatlık duydum; çünkü standart bir anne olmayışımın vicdan azabını duyardım sık sık.
Evet, üzüntüyle itiraf ediyorum ki, seni eğip bükemedim oğlum. Sadece sana değil kimseye kıyamıyorum. Benim eğitim şeklim kendi inancım doğrultusunda oluyor; örnek olmak!
Ne sana ne de başkasına kendi yapamadıklarımı önermedim bunlar için baskı kurmadım. Ben hep kendimi terbiye etmeye uğraştım, kendim olmaya çalıştım, her neysem beni seyredecek beğendiklerini kopya edecek, beğenmediklerinin de tersini yapacaktın. Ben sadece bu kadarını yapabildim.

Seni doğruduğumda ne yaptığımın bilincinde olmayı dilerdim ama değildim. Toplumun gözünde iyi bir anne sayılmaşımın nedeni kendimden hiç ümidi kesmemiş olduğumdandır. Eğer kendimden vazgeçseydim tüm hayallerimi ve karmik boçlarımı sana yüklemek zorunda kalırdım. O zaman ve hala sen sensin ben de benim. Eksikliğini çektiğim yegane şey, senin emsalsiz varlığın (her çocuk ve genç gibi), büyüyüp gelişirken daha yakından izleme şansını yeterince kullanamamış olmamdır. İşte bu da benim tercihlerimin bir getirisi, hayıflanmam için bi gerek yok; çünkü eğer yapabilecek kabiliyette olsaydım yapardım. Ben de tüm insanlar gibi ancak kendi arka plan yetilerimin mükemmelini yaşayabiliyorum.

İyi ki doğdun, iyi ki varsın, seninle gurur duyuyorum oğlum.

sa

30.05.2008 – Beylerbeyi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir