Eski/Yeni Dünya-5

Burada yeniden sanal ve gerçek bellek terimlerine dönmek istiyorum. Hatırlanacağı gibi zihni sanal bellek olarak betimlemiştim, o halde gerçek bellek nedir sorusuna cevap arayalım. Gerçek belleğin genlerimizin içinde olduğunu sanırım hepimiz biliyoruz ama bu konuda bence en şık açıklamayı Stiegler yapmış, onun da araştırmacı Gourhan’dan esinlendiği söyleniyor.

“Stiegler’e göre üç tür bellek var: Genetik bellek, merkezi sinir sistemi belleği (epigenetik) ve tekno-lojik bellek (dil ve tekniğin kendini genetik olmayan nesnede dışsallaştırması).” Sanırım O, benim sanal bellek olarak tabir ettiğim şeye tekno-lojik bellek diyor ve sanal olana geçişimizi de şöyle izah ediyor: “Ölümlülüğümüzün farkına varmamız bizi arşivler oluşturmaya, anımsama ve depolama teknolojileri yaratmaya zorladı. Kendimizin ve deneyimlerimizin izlerini, diğer insanların ve çocuklarımızın belleklerine bıraktık ama bir yandan da yazı, obje ve eser olarak, duvarların üzerine, halılara, bilgisayar ekranlarına, dil ve kültür halinde yansıttık. Öldüğümüzde izimiz kalsın diye.”

Böylece insan, kendini anlamak ve bilmek için belleğini dışa aktardı ki bu insanın dışsallaşma dönemi oldu, buna teknolojik dönem de diyebiliriz. Stiegler’in bu yorumunda “dış” fiziki gerçeklikleri gösteriyor gibi olsa da bunun gölgesi de zihinlerimizde sanal olarak mevcut.

Bu işlemin Tanrıya öykünme olduğunu sanırım herkes görebiliyordur. Hani Tanrı da kendini bilmek istemişti ya! Evreni yaratarak kendini dışsallaştırmıştı. Onun yarattığı insan evladının da aynı yolu izlemiş olması bence şaşırtıcı değil.

Burada onbinlerce yıllık bir yolculuktan bahsediyoruz. İnsan kendini dışsallaştırırken bence sorun yoktu çünkü bu bireyleşmenin (ve bir anlamda tanrılaşmanın) bir yoluydu. Fakat özellikle yazının icadından sonra bu nehir tersine de akmaya başladı. Yani dıştan ithal bilgi zihne akmaya başladı. Fakat burada normal olmayan bir işleyiş var, dikkat ederseniz dışsallaşırken bilgi gerçek bellekten çıkıyordu, oysa geri dönüp geldiğinde gerçek belleğe değil sanal belleğe doluyor. Zihin, içindeki bilgiler yoluyla insanın kendini gerçekte olmadığı biri sanmasına sebep oluyor.

Bunun sebebi de açıktır, insanın gerçek belleği ancak “deneyim” ile oluşur! Yaşamdaki her şey aynı kurala tabi; kuram/hayal ve deney birbirini izlemek zorundadır, tıpkı yürümek için sağ adımın sol adımı izlemek zorunda olduğu gibi.

Tam da ithal bilgilerden bahsederken birden bunu çok daha önceleri bir vizyonda gördüğümü ve yazdığımı hatırladım. Geriye giderek taradım ve onu Bir Kadını Öldürmek kitabının sekizinci bölümünde buldum:

Birçok öğreti kendisine “ışık” rehberini almıştır. Sanki ışık karanlık sayesinde olmuyormuş gibi.

Oysa ben kendimi çoğunlukla yabani bir şaman gibi hissediyorum. Karar vermek istemiyorum, seçim yapmak istemiyorum, tanımlamak istemiyorum.

Her yaptığım tespit, her tanım beni biraz daha öldürüyor. Fakat yine de içimde bilemediğim bir itki bunu yapmam için beni zorluyor.

Bu oyunun içine daha ne kadar BİR malzemesi atacak ve onu öldüreceğiz?

Nereye kadar isim vermeye devam edeceğiz? Bu işlem büyünün dik alası değil midir? İsim vermek şeyleri adeta demir bir kafes içine ve sonsuza kadar hapsetmek gibi geliyor bana.

Bana bu satırları yazdıran, aslında hiç anlatmadığımda doğruluğundan en ufak şüphe duymadığım, yalnızca bildiğimi, sözlere ve kavramlara dökmek suretiyle eksilttiğim ve çarpıttığımı fark ediyor olduğum halde beni buna zorlayan Dünyanın kendisi değilse nedir. Varlığını sonsuza kadar sürdürmek isteyen dişi canavar. Oyunların ilahesi.

Eskiden bilgilerle oyalanırken ve belki içten içe onları onaylayamazken, anlatıyor, yazıyor olmak normaldi; çünkü kendime yandaş arıyordum. Onaylanmak ihtiyacı içindeydim. Topu başkalarına atıyordum; “onayla ki inanabileyim” ya da karşı çık ve içime şüphe tohumları at, böylece o bilgiden vazgeçebileyim.

Oysa şimdi bildiklerimi onaylatmaya da yok etmeye de ihtiyacım yok. Çünkü ben kuru ağaç kabukları gibi ortalarda uçuşan “bilgi”leri gördüm. Onlar vaktiyle bir ağacın gövdesindeyken şüphesiz canlılardı oysa şimdi birer atık onlar, ölüler. Dünyanın toprağına düşüp onu besleyecek gübre olmuşlar.

Ben zaten bilinenim, bilmenin ta kendisiyim.

Şimdiye kadar söylediklerimi ve bundan sonraki her şeyi hemen unutacağım. Çünkü onlara ihtiyacım yok. Artık not almaya da ihtiyacım yok.

Oyunun sistematiğine ters düşmeyecek kadar bir şeylerle oyalanacağım.

Bir kadınla asla ters düşmemelisiniz.

Bir kadın ancak sizi kendi isteğiyle bırakırsa serbest kalabilirsiniz.

Bütün bunları sadece fiziksel olanla anlamaya çabalamayın. Ben burada size OYUNa rağmen oyunu anlatmaya çalışıyorum.

Size bir kadına karşı donanımlı olabilmeyi öğretiyorum.

Başka ağaçlardan kopmuş kabukların (bilgi) benim bünyem için bişey ifade etmeyeceği açık değil mi? Fakat o kabukların yine de hoş bir tarafı var, insan kardeşlerimin yürüdükleri yolları gösterir, bazen ibretle bazen sevinçle onları seyrederim, ama sadece seyredebilirim. Kabuk bir kez gövdeden koptu mu artık tarih oldu demektir. İşte ben de bu sebeple Yeni Dünya’nın hayalini kurmak için sıkça çocuklara bakacağım, onları dinleyeceğim.

Yukarıda alıntıladığım bölüm insanın fizik bedeni, gezegen, diğer gök cisimleri ile ilişkilerimiz konusunda birçok ipucu sunuyor. Bir kaç sayfa önce bir şey sormuştum: “zihinle korunmuş bu bedenler, et kütlesi olarak bi işe yarıyor olmalılar?! Korunmuş kelimesinin yanına (!) işareti koymalıydım aslında, umarım okurlar işaret olmaksızın bile ortada bir bit yeniği olduğunu “hissetmişlerdi”. Her şeyi açıkça yaz diyorlar bana, evet sıkça eleştiri alıyorum bu konuda. Oysa yazamayacağım için değil yazmamın faydası olmayacağı için örtük(dipnot1) bir lisan kullanıyorum. İnsan egosu, kendi keşfetmediği şeyleri massetmeye açık değil. Sınırları keskince oluşturulmuş cam kavanozlar gibiler.

Bu soruyu açıklamak için her kelimeye ayrı ayrı bakmak gerekecek. Anlaşılan o ki, zihinle korunmamış(!) olsa insan, ortada et kütlesi olmayacak, başka bir şey olacak! Biz gerilim yazarları, ortada bir suç varsa önce bundan kim menfaat sağladı diye sorarız.

-Devam edecek ama sorular olmadan pek de uzun sürmez sanki-

 

5 Yorumlar

  1. Turan says:

    Sibel,

    öz bellegin veya genetik bellegin bilince intikal etmesi mümkün degil herhalde. Onlar bizi biz yapan enformasyonlar olmasi gerekiyor. Sanal bellek bize disardan gelen bilgiler oldugu icin onlar devamli “sanal” olmalari gerekiyor, yani bizim “öz”ümüzel pek alakali olamiyorlar. Bu durumda kendi “öz”ümüze kavusmak icin susmak mi gerekiyor?
    Diger taraftan da sustugumuzda bu dünyada yasama sansimiz azalmiyor mu?

  2. says:

    Teşekkür ederim.

    Sanal belleğin faydalı kullanılabileceği bir yol var ve gerçek belleği kullanabilmek için de yapmamız gerekenleri devam yazısında ele alayım 🙂
    Önceki sorun cevaplanmış oldu değil mi?

  3. Turan says:

    Evet, tesekkürler….

  4. ismail says:

    Acik acik yazmak bence kisinden kisiye degisir. Kimine Batini olan kimine dosdogru zahiridir. Kime gore acik acik yazmak diye sormak lazim. Ha, birde sembolism bir seyi binlerce kelimeden olusmus bir ansiklopedik bilgiden daha belirgin anlatir cogu zaman. Sessiz olmak, sukuneti tatmak, dinginligi yasamak? Bunu yasamayi ogrenmek ve bilmek istemeyene kelimeler birsey ifade etmez sanirim.

    1. says:

      Evet haklısın İsmail. Bütün bu deliliğin ortasında bir yandan sukunetini diğer yandan huzursuzluğunu muhafaza etmek gerekiyor. Birbirine karşıtgörünen bu iki kelimenin bir hal anlattığını daha nceleri bilmezdim ama şimdi bunun kontrollü delilik olduğunu anlıyorum.

Sibel için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir