Facebook önüme her yıl getirip hatırlatıyor ve ben tekrar tekrar kahkahalara boğuluyorum. “2018 yılına varabileceğimi bir gün olsun bile düşünmemiştim. Sonsuzca uzaklıkta görünüyordu hatta düşüncemde bile henüz varolmamıştı. Ben 15 yaşındayken yirmisini geçmiş olanların (her ne kadar yüzlerine söylemesem de) işinin bitmiş olduğunu düşünürdüm. Ciddiye alınmaya değmezlerdi! O ve öncesi yıllarda (15 altı) kendimi bütünüyle dünyanın geçirdiği evreleri anlamaya adamıştım.Tek önemli şey buymuş gibiydi. Ha şimdi ne oldi?! 2018 oldu! Buna inanmak da alışmak da zor. Ne oldum değil ne olacağım diyeceksin. Benim çocukluk evrem çok uzun sürdü. Sebebini bilmiyorum. Şöyle bir olay olmuştu (sanırım bunu bir kaç yerde söyledim ve yazdım umarım kimseleri sıkmamışımdır, en azından kendimi sıktığımı itiraf edeyim): 28 yaşındaydım (çalışmaya başlayalı 9 yıl, evleneli 8 yıl,üniversite biteli ve annelik 7 yıl olmuş) ;İstanbul’dan iş seyahatinden dönüyordum. O zamanlar hava alanlarında ciddiye alınacak kitapçılar bulunurdu. Ben de Adana’da henüz bulamadığım bi şeyler var mı diye alana erken gider ve kitapçıda hayli vakit geçirir, taşıyabileceğim kadar kitap alırdım (önceliklerim için para mühim değildi).O gün de öyle yaptım. Ağır ve büyük bir torbayla bekleme salonuna doğru giderken ki içim her zamanki gibi pır pır, beklerken, uçakta, eve varınca tüm aldıklarımı defalarca elden geçireceğim sevip okşayacağım, hangisinden başlayacağıma karar vereceğim….
Sanal alemdeki evimi (rüya dilinde kişiliğim) bu kadar ihmal ettiğim için hafif bir suçluluk duyuyorum. Neyse her insanın her zaman olduğu gibi benim de gayet makul(!) mazeretlerim vardı. Bugün biraz Murakami’den bahsetmek istiyorum. Az önce okuduğum ikinci kitabın ortasında durdum ve yine hayretle karmakarışık duygularla düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Bu kitaba başlamam hayli zor olmuştu! Neden acaba diye sorunca, bana hemen cevap verdi fakat şimdi bunu nasıl tarif edeyim de kelimelere dökeyim? Kısaca diyor ki; alışık olduğun düşünme tarzı, yaşam tarzı(batı orjini) ve özellikle ilişkiler, her şeyle herşeyin ilişkisi üzerine, tepetaklak bir anlatıma hazır hissetmedin kendini! Evet evet tam da bu işte. Oysa Murakamiyle tanıştığım ilk okuduğum Sahilde Kafka romanına hevesle bodoslama girişmiştim. Ne de olsa beşbin kitap okumuş birinin sıradanlaşan motivasyonu ile hoşluğa ve yeni bir maceraya açılan beşbinküsürüncü güzel bi şeydi. Başka ne olabilirdi ki! İşte kazın ayağı öyle değildi bu kez. Bir kere Japon kültürüne, sosyal hayatına ilişkilerine dair fena halde cahil olduğum anlaşıldı ama bundan da öte yazarın tek kelimeyle acaipliği, entellektüel zekası şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürdü beni. Sonuçta ikinci kitap masamda, okunacaklar sırasında sürekli ikinciye düşürüldü, öne tanıdığım bildiğim beni allak bullak etmeyen polisiyeler, uzay hatıraları vs geçip durdu. Ertelemenin de bir sonu var tabi nihayet dün…
Öncelikle sibo Hastalığı kısaca neymiş onu söyleyeyim, sonra kendi sibo günlüğüme geçeceğim. SİBO hastalığı olarak da bilinen bağırsaklarda zararlı bakterinin çoğunluğa geçmesi sonucu ortaya çıkan bir durum. Peki bu neden olur? Genellikle karbonhidrat ağırlıklı beslenen, işlenmiş gıdalar ve uzun süre antiasit ilacı kullanmış olanlarda görülür. Burada hemen çoğu hastalığın temelinde yatan (gizlenmişimsi) glutenin de bulunduğunu sanıyorum. Bu arada glutenin ingilizce yapıştırıcı kelimesinden (glue) türediğini ve tahılların içine de bu maksatla eklendiğini sanırım biliyorsunuzdur. Neyse konudan uzaklaşmayayım. Konudan ilk kez şu video ile haberdar olmuştum, tıklayınız, Çünkü yaklaşık on yıldır artarak devam eden önceleri FMF (doğuştan gelen genetik bir hastalık) sebebiyle sandığım fakat giderek bunda başka bir iş var dediğim belirtileri webte aratmış ve ismini ilk kez duyduğum, gittiğim hiç bir doktorun sözünü etmediği sibo kelimesini duymuş oldum. Belirtilerini kısaca özetleyecek olursam: en belirginleri Sürekli gaz üretimi ve hamile gibi karın şişkinliği, karın ağrısı zaman zaman kabızlık ya da ishal. Bulantı, vitamin ve mineral eksikliği,yorgunluk, kas ve eklem ağrıları, halsizlik, moral bozukluğu gibi bezdirici şeyler. Bu arada sağlık sektöründe değilim, sadece damdan düşenim! Sibo Günlüğüm:
Sevgili sanatsever Dostlar, Yarın yani Cumartesi günü Kişisel Suluboya Sergime davetlisiniz. Evet evet haklısınız çok çalışıyorum, bu güzellikler birikiyor, bir kısmı da yurda dağılıp duvarlardan sevenlerine gülümsüyor. İnstagram ve Facebook Venusyenart galeri hesaplarımda paylaşıyorum gün be gün. Yine de bir sergide buluşmak gibi olmuyor tabi. Vakti ve ilgisi olanları beklerim, sevgiler Açılış kokteyli 23 Ekim Cumartesi Saat: 14.00 – 18.00 Tuva Sanat Atıf Yılmaz Sokak No:16/3 Beyoğlu İletişim: 0532 485 98 62
Yeni biçimleri ve sembolleri hemen dolaysızca ortaya çıkaranlar sanatçılardır: oyun yazarları, müzisyenler, ressamlar, dansçılar, şairler ve de dinsel alanın şairleri olan ermişler. Yeni sembolleri -şiirsel, işitsel, plastik, dramatik- imgeler biçiminde resmetmekteler. Kendi imgelemlerini sonuna kadar yaşıyorlar. Birçok insan tarafından sadece düşlenen semboller sanatçılar tarafından grafik biçimde ifade bulmaktalar. Ancak yaratılmış bir ürünü -mesela Mozart’ın beşlisini- değerlendirdiğimizde de yara- tıcı bir edimi icra etmekteyiz. Kendimizi bir resme bağladığımızda -ki modern sanatı otantik olarak görebilmek söz konusu oldu ğunda özellikle yapmamız gereken şeydir- yeni bir duyarlık yaşarız. Resme temasımızla içimizde yeni bir görünüm zembereği boşanır; içimizde eşsiz bir şey doğar. Bu da, yaratıcı kişinin resmini, müziğini ya da diğer yapıtlarını değerlendirmenin bizim açımızdan da yaratıcı bir edim olmasının nedenidir. Eğer ki bu semboller tarafımızdan anlaşılacaksa, onları algılarken onlarla özdeşleşebilmeliyiz. Beckett’in oyunu Godot’yu Beklerken’de zamanımızdaki iletişimin iflasına dair entelektüel tartışmalar bulamayız; iflas basitçe orada, sahnede sunulmuştur. Mesela bunu en canlı şekilde, Lucky’nin efendisinin “düşün” emri üzerine girdiği, felsefi bir nutkun tüm debdebesine sahip, oysa gerçekte salt tantanadan ibaret, tükürükler saçan uzun konuşmasında görürüz. Kendimizi piyese, giderek daha bağladığımızda, sahnede, otantik olarak insanca iletişim kurmada topyekún iflasımızı yaşamdakinden daha büyük boyutlarda görürüz.
Eskilerde bulunan teknolojiler, anlam bulunamamış izler hep ilgimi çekmiştir. Yazılı tarih öncesine dair ne çok gizem var hala. Gerçekten de hep söylendiği gibi zaman her iki yöne doğru da gelişmeye devam ediyor. Sır şu an ve burada! Devasa Taş Küreler: 1939 yılında Kostarikanın güneyinde 500 kadar taş küre bulunmuş. Ağırlıkları 2 kg.den 16 tona kadar değişen bu kürelerin nasıl yapıldıkları ve neyi temsil ettikleri bilinmiyor. Bazıları insan ve hayvan heykellerinin yanında bulunmuş olan bu taşların astronomik bir takvim olabileceği görüşü var, ancak çoğu yağmalanmış, yerinden kaldırılmış; bu nedenle de düzgün bir araştırma yapılamamış. Roma Dodekahedronu: M.Ö. 200. yıla kadar uzanan tarihi ile 12 yüzlü, taş veya pirinçten yapılmış delikli bir obje. Her yüzünün pentagonal bir şekilde ve ortasında bir deliğin olduğu objeler. Avrupa’nın pek çok yerinde yüzlercesi bulunmuş, ancak ne işe yaradıklarına dair bir kayıt yok. Mumluk, su terazisi için zar göstergesi veya Roma Kartalına destek olarak kullanıldığı öne sürülmüş. Phaistos Diski: 1908 de Girit adasında bulunmuş. 15 cm. çapında pişmiş kilden yapılmış diskin Bronz Çağı ortalarına ait olduğu düşünülüyor. Her iki yüzünde 242 sembol kazınmış, bu sembollerin anlamı hala çözülememiş. Sembollerin diske mühürleme yöntemi ile basıldığı, dünyanın en eski yazılı objesi olabileceği düşünülüyor. Bir baskı aleti, müzik bestesi, varlık…
Bu vesileyle resim aşkımın hikayesini anlatayım diyorum; bir varmış bir yokmuş… cidden de öyle oldu ilk kısım: Resim ile ilgili yolculuğum sekiz sene önce Karamürsel maceram ile başladı çünkü ilk defa bu kadar denizin üstünde oturuyordum, Fotoğraflarını gören, ziyarete gelen arkadaşlarım ah burada ne güzel resim yapılır diyorlardı. Bir süre sonra gerçekten ben de istedim bunu ve yağlı boya malzemeleri satın aldım. Ders alacak kimseler de yoktu orada️Kendi kendime başladım hayli tablo boyadım sonra akrilik ve guaja geçtim, bu Sergüven üç yıl kadar sürdü sonra yavaş yavaş küllendi. Ben de aşkım bitti herhalde diyerek üzerinde pek durmamıştım ta ki geçen yıl mart ayına kadar… Part iki: çok yoğun şekilde suluboyaya ilgi duymaya başladım sanatçıları, resimlerini ağzım açık seyrediyordum, suluboyanın zor bir teknik olduğunu da biliyordum ve pek cesaret edemiyordum. Derken çok yakınımda bir eğitim başladı, sosyal medyanın yararları! Hemen derslere başladım karakalem çalıştırıyordu hocam fakat ben deli gibi suluboya yapmak istiyordum sonuçta benim baskılara dayanamayan hocam suluboya malzemelerimin listesini verdi buna çok ihtiyacım vardı çünkü gerçekten Hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Tüm malzemelerimi aldım ilk suluboya denememe başlayacağım esnada pandemi koptu!
Esra ile bir başka sohbetimiz: Esra: Görünür olmak neden bu kadar önemli? Ve görünür olmakla kadın olmak arasındaki ilişkiyi merak ediyorum. Sibel: Senin için görünür olmak ne anlamda kullanılıyor? E: John Berger’in görme biçimleri isimli kitabından bir bölüm paylaşmak istiyorum bu hususta. Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağını belirler. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde, zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiçbir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle öylesine iç içedir ki erkekler bunun bedenden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılarlar. Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün baş ucunda ağlarken bile ister istemez kendini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemlemesi, bunun gerekli olduğunu öğretmiştir ona. Bu kitapta bu bölümü okumadan önce bunu çok doğal bir şekilde yapıyordum ancak yaptığımın farkında…
Böyle güzel bir günde doğmaktan hep gurur ve sevinç duydum. Atatürk’ü anma Gençlik ve spor bayramı kutlu olsun, daha nice yüz yıllar kutlansın. Emeği geçen, yürek koyan, inançla var eden tüm bilinen ve isimsiz kahramanlara minnetarız. 19 Mayıs kutlamaları ilk olarak 24 Mayıs 1935 tarihinde Atatürk Günü olarak kutlandı. İlk 19 Mayıs, Beşiktaş Spor Kulübü’nün girişimleri sayesinde Fenerbahçe Stadı’nda kutlandı ve Galatasaraylı ve Fenerbahçeli çok sayıda sporcu bu günü beraber kutladı. Beşiktaş’ın kurucu üyelerinden Ahmet Fetgeri Aşeni, Atatürk Günü’nün gençliğe adanması için 19 Mayıs’ın Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmasını önerdi. Spor Kongresi’nde dile getirilen bu öneri kabul edildi ve Atatürk’ün onayıyla yasa haline getirildi. 20 Mayıs 1938 tarihli kanunla beraber 19 Mayıs, Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaya başlandı. 12 Eylül Darbesi’nin ardından bayramın adı Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı olarak değiştirildi.
İster bilimsel,ister mitolojik her ne yönden bakarsanız bakın kadınlar gizemli yaratıklardır. Biyolojik olarak çocukları olsun ya da olmasın anne özelliklerini taşırlar, bu hem rahim organı hem de yüksek oranda sağ beyin kullanımlarından ileri gelir bence. Evvel Allah sonra kadınlar biçimlendirir dünyayı ve bildiğimiz evreni. Bu güçleri tarihte ve hala bazı erkekleri korkutmuştur ve haklıdırlar da ancak korkuyla bir yere varılamayacağı da açıktır. En iyisi bu gizemi ve açık şefkati hak etmeye çalışmak, alıp başına koymaktır benim bu hayattan çıkarsadığım.. Diyelim bir sebepten ötürü daha önce ayak basılmamış bir kıtaya göçmek zorundasınız, kadın sayısı üç kat fazla değilse tüm emekler boşa gider, soyunuz tükenir. Bu sadece doğurma olayı gibi düşünülmemelidir.Daha önce ayak basılmamış yerde her şey aynı zamanda biçimlendirilmeye muhtaçtır. Üstelik ortak bir kaç özelliklerini sayabilsek de aslında onlar bir bilinmez olarak kalırlar, her bir kadın/anne kendine özgüdür; siz onu anlayamazsınız. Kendisi de kendini anlayamaz 🙂 Neyse işte, çok biliyormuşum gibi uzattım. Anneler gününüz kutlu olsun, sağlıklı mutlu yaşayın dünya hediyeleri ve lütfen gücünüzün farkında olun. 😍🌈🥰😇🧐. * Ünlü, büyük usta kahunalar bir araya gelerek atalarından alıp devam ettirmekte oldukları bu sistemi (Huna bilgisi yani Hawaİ Şamanlığı) en sade hale getirip, hiçbir yanlış anlaşılmaya mahal bırakmadan anlaşıldığında, bütün konunun da anlaşılmış…
Saygı değer efendiler, günlerce zamanınızı alan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonunda tarih olmuş bir dönemin öyküsüdür. Bunda ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebildiysem, kendimi mutlu sayacağım. Burada söylediklerimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayalı ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, yüz yıllardan beri yaşanan ulusal yıkımların yarattığı bilincin ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum. (Nutuk’tan) Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi Atatürkümüz. Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir…
Fiziksel ya da moral fark etmez kurallar ve kanunları ve onların ait olduğu sistemleri, olayların kontrolümüzde olduğu hissini bize verdikleri için seviyor ve destekliyoruz. Pek de yanlış sayılmaz zaten. Fakat beni güldüren bu değil. Beni güldüren, tüm gücümüzü o sistem ve içeriklerini sabitlemek için kullanıyor oluşumuz. Bunu yaptığını bilmeyen çok büyük nüfusa gülmüyorum tabi, bile bile lades olanlara -örneğin benim gibi- gülüyorum. Çok abzürd * Efsaneler, bir ip üzerindeki düğmelere benzerler; her biri bir sonrakine bağlanır. Hawaii’den Her bir düzey öncekine göre örtük ama ardından gelene göre belirtiktir. Evrim önceleri saklı olanı görünür kılan bir dizidir.
Dünyanın en iyi saklanan 3 sırrından biri! OLİVER CROMWELL’İN KAFASININ OLDUĞU YER Oliver Cromwell 1600’lü yıllarda İngiltere’de monarşik yapıyı tek başına sona erdiren önemli isimlerden biri. Cromwell’in doğal nedenlerden dolayı ölümünden sonra monarşik yapı tekrar kurulmuştur. Kral II. Charles’ın emriyle mezarı kazılarak ölü olan Cromwell’in tekrar öldürülmesi emri gelmiştir. Cesedini 12 saat ipte asılı tutan Kral Charles Cromwell’in başını kestirtmişti. Daha sonra Cromwell’in kellesi müze tarafından devralındı daha sonra ise bir koleksiyoncuya satıldı. Kellenin son sahibi 1957 yılında ölünce oğlu kelleyi saklamak istemedi ve gömmek için uygun bir yer aradı. Başı gömmek için 3 yıl yer arayan aile sonunda bunu gerçekleştirebildi. Şuan ise 2 kişi kellenin yerini biliyor. Kim biliyor? Cambridge Üniversitesi’nden 2 profesör. Nasıl sır olarak saklanabiliyor? Mezarın üstünde bir işaret yok ama yakınlarında mezarın yönünü gösteren bir işaret var. Bu sır sadece profesörlerden profesörlere aktarılabiliyor.(Milliyet) Evet bu eski bir haber fakat ilgi çekiciliğini hala koruyor bana göre. Peki ama ölmüş bir adamın mezarından çıkarılıp başının kesilmesi ve sonrasında bunca olay neden yaşanıyor? Kimdir Oliver Cromwell? Tıklayınız. Dünyaya diliyle, kültürüyle damgasını vuran bu küçücük ada; Üzerinde güneş batmayan büyük Britanya nerden geldi, nereye gidiyor?
93 yılında hemen her şey gibi Medya takibini de bırakmıştım. 24 yıl olmuş var canına. Yani aşağıda paylaştığım pasajın konusu bildik bir şey, bunu kryondan öğrenmiyoruz, yalnızca iyi toparlanmış bir söylem olarak hatırlatıcı olsun diye paylaşıyorum. Her geçen gün odaklanma/groklama refleksim artıyor, bunu son on yıldır adım adım takip ediyorum. Geldiğim noktada artık bırakın gündelik haber realite showlar vs programlarını gayet masum (korku/gerilim/savaş olmayan) film ve dizileri izlerken bile onları gerçekten yaşıyormuş gibi hissettiğime -bile bile- şaşırıyorum. Duygu portalları, bilinç portalları vs hepsi yem arayan avcılar gibi dönüp dolanıyor! Bu hep böyleydi, her zaman farkındaydım ama şimdi ayrılık illüzyonu tarafından korunan bireyliklerimiz çıplak kaldı! Nerdeyse çıplak kaldı. Bariyerler çok geçirgen. Hakkımızda hayırlısı olsun. * Drama – eğilimli medyaya çözüm basittir: Standart yayınları izlemeyin veya dinlemeyin! Bunun yerine, alternatifleri bulun ve seçici olun. Size tam zamanlı drama getirmede daha az önyargılı olan haberleri seçin. Elbette, olan bitenler ile temasta kalmaya ihtiyacınız var, ama günün dramasını zenginleştirmeye ve yükseltmeye ve daha da kötüleştirmeye adanmış olan – veya olmakta olan iyi şeyler hakkında hiç haber vermeyen – bir programı kabul etmek zorunda değilsiniz. Bunu söylüyorum, çünkü yayın sadece bozuk değil, tehlikeli de, çünkü gezegenin görünüşünün yanlış izlenimlerini veriyor. Onlar eski enerjide yapışıp…
“Yükselen en ilginç din, ne tanrılara ne de insana hürmet ediyor, sadece veriye tapıyor: Dataizm dini!” Diyor Harari Ve gördüğüm kadarıyla Terminatör filmindeki insanların durumuna yakın bir tedirginlik hatta ürküntü içerisinde. Bunu görmek benim için ilginç oldu! Konuyu bilirdim, gelmekte olan veri dinini görüyordum fakat henüz bunu kendi düşünce sistemim içine bariz biçimde yatırıp ifadesini almamıştım. Belki vakti gelmemişti, belki gözüme Harari’ye göründüğü açıdan görünmüyordu. Hatta belki de gizli gizli “etme bulma dünyası” diye hissediyordum. Neticede Sapiens tüm devri boyunca, diğer varlıklara dataizmin onlara yapacağı söylenen algoritmalara dönüştürme tavrını sergilemedi mi? Büyük balık küçüğü yutar, sindirir. Genelleme tanrısına taparak başka nereye varılabilirdi? Sapiens Doğayı öldürmekte hiç bir sakınca görmüyordu, Dataizm ise sapiensi öldürmüyor, yalnızca önemsizleştiriyor. Fakat bu önem kaybı egosu güçlü sapiens için ölümden beter değil mi? (İster istemez sinsi sinsi güldüğüm için özür dilerim) Dataizm konusunda henüz kelimelere dökmediğim, hatta haberim bile olmayan fikirlerim olduğunu hissediyorum. Belki zamanı gelmiştir. Görece-iz 🙂 * Biraz da Homo Deus’tan alıntı yapalım aklımızdayken: Dataizm insan deneyimine veri işleme mekanizmalarındaki işlevi üzerinden değer biçen katı bir işlevsel yaklaşım benimser. Dolayısıyla aynı işlevi yerine getirebilecek bir algoritma geliştirildiğinde insan deneyimi de önemini yitirir. Eğer taksi şoförleri ve doktorlarla yetinmeyip avukatların, şairlerin ve müzisyenlerin yerine de…