Ocak 2006.Günlükten Bizi yani insanlığı perişan eden iki temel olgu var; ölüm ve gelecek! Üstelik bunlar gerçek bile değil! Komik… Resmen hayaletlerle boğuşuyoruz. Zihnimiz, pek çok konuda işimize yarıyor ama diğer taraftan da bize bi sürü saçma sapan oyun oynuyor. Arkadaşlar, (zannetmeyin ki okuyanlara söylüyorum, bu hitap bizatihi kendimedir!) zihin kontolü yapamadığımız takdirde, dünya oyunu bizi gömer! Şöyle ki; biz şu anımızda herhangi bir sorunla uğraşırken, zihin, bilinçaltı bölgesinden geleceğe dair bir zorluk, ya da geçmişe dair bir zafiyet fotoğrafı gönderir. Ve biz birden donup kalırız, yaşadığımız anın konusunu unutur, korkuya kapılırız. İşte tam bu noktada iflas bayrağını çekiyoruz! Oysa bütün gücümüzü, arzumuzu şu andaki meseleye yoğunlaştırmamız gerekmektedir, biz ancak şu anın üstesinden gelebiliriz. Tabi şu anın dışından atılan oltaları yutmadığımız takdirde. Çok güzel bi cümle okumuştum: Şeytanın şimdiki zamanı fethetmesine izin verirken, gelecek hakkında kaygılanmak aptallıktır. Diyordu. Ölüm fikri de zaman olgusunun çarpıklığından oluşuyor zaten. Eğer geçmiş ve gelecek yoksa (ki yok!) ölüm de olamaz. Diyeceksiniz ki ama her gün ölenleri duyuyor, görüyoruz. Bu çok doğal; çünkü zihnimiz öleceğimize dair, her şeyin doğup-öldüğüne dair çarpık bi fikre kapılmış durumda! Başka türlü zaman fikrini kabullenemezdik. Bence bütün ölümler intihardır. Ve belki bu sebeple dinler intiharı yasaklamıştır; yani aslında ölümü yasaklamıştır; fakat bunu anlayacak ve…
Elimde ne yapacağımı bilmediğim derin bir boşluk var. İçine ne doldurmak istediğimi bilmediğim, hatta d-oldurulması gerekip gerekmediğini de bilmediğim! Şu an ve burada durum böyle. Bir sonraki anda ne olur onu da bilmiyorum. Eskiden ne çok şey biliyordum! İtiraf edeyim ki onun da kendine göre güzel bi tarafı vardı. Rahatsızlık veren tarafı ise sürekli bildiklerin konusunda haklı çıkmak gayretini göstermekti sanırım. Üstelik bildiklerinden tam olarak emin de olamıyordun, içinde hep (farkında ol ya da olma) küçük bi şüphe oluyordu. Bu da insanı sürekli konuşmaya ve başkalarını ikna etme yoluyla kendini inandırma çabasına dönüşüyordu. Yorucuydu. Yine de zevkliydi 🙂 Hatırlıyorum da ne kadar açgözlüydüm. Hahahahahahaha Öğrenmeye ve bilmeye doyamıyordum. Sanki öğrenilecek şeyler çok ama sınırsız değildi oysa ben sınırsızdım. Her şeyi bilmeye zamanım, yeteneğim ve isteğim vardı. Artık buna oburluk mu, azgınlık mı yoksa sadece saflık mı denir bilmiyorum. Önemli de değil o kadar. Bir şeyi diğerinden önemli kılan bi duyguya ihtiyaç var, yoksa insan kılını bile kıpırdatmaz. Belki tasvir edilen cennette durum böyleydi. Farzedelim bir okyanusun ortasında bir kayığın içindeyim. Acıkmıyorum, susamıyorum, güneş yakmıyor. Nerede olduğumu bilmiyorum. Bunu umursamıyorum da çünkü giderilmiyen bi ihtiyacım yok. Acaba bir zaman sonra hala kayıktayım bilinci kalır mı? Kelime ilginç çağrışımlar yaptı şimdi! Kayık, seni…
Şaşırtıcı rüyalar 9.10.03 de gördüğüm rüya Büyük ve modern bir hastane ya da üniversiteye benzer bir yapının içinde küçük bir oda var. Burada bir iş ya da deneme yapıyorum; bu hem izinli hem de illegal gibi bir şey. Koridorlardan geçip odaya geliyorum içeri giriyorum, tam karşıda büyükçe bir fotokopi makinasını andırır bir alet var. Sol duvarda ise tam diktörtgen şeklinde duş kabinine benzer bir yer. Kapısı yok. Su yukardan aşağıya milyonlarca ince çizgi şeklinde, akmadan ve ses çıkarmadan iniyor. Bir çeşit ışık, hologramı çağrıştırıyor. Üzerimdeki elbiseleri çıkarıyorum o duş yerinde banyo yapacağım. Bu arada kapı çalınıyor. Aslında kapı açık olmasına rağmen kişi içeri giremiyor, ben çıplak olduğum için hafifçe aralıyorum. Babamın ben çocukken daha sinirleri bozulmadan önceki kilolu ve şakacı hali. Bana yönetimin araştırma sonuçlarımızı merak ettiğini, artık onlara bir açıklama yapmamızı beklediklerini söylüyor. Bu arada bana yardımcı olan genç bir kız varmış, onun sigortalı olup olmadığını da soruyorlarmış. Ben o kızcağızın iş saatlerinden sonra yardıma geldiğini ve bende çalışır görünmediğini söylüyorum ve araştırma sonuçlarımı da yakında bildireceğimi söyleyip kapıyı kapatıyorum. Duşun önüne geliyorum tam o garip suya girecekken o ince su/ışık çizgilerinin üzerinde yazılar olduğunu fark ediyorum. Okunaklı, şiir gibi bir yazı derken ağır fizik formulleri ve matematik hesaplar…
Nisan 2006.Günlükten İster dünya tarihi, ister ülkemiz, isterse kişisel tarihimiz olsun bu tespit değişmiyor; tarih tekerrürden ibaret. Ben de tamamiyle buna katılıyorum. Zaten tekrarlar insanı uyandırıyor 🙂 Ben eskiden, bir insanın kişisel tarihinde oluşan bir olayın tekrarını, o konudan çıkarılması gereken dersin alınmamasına yoruyordum. Gerekli şey öğrenildiğinde o tekrardan kurtulunmuş olur diyordum. Fakat şu an bu görüşümü sorgulamak durumunda kaldım! Evet bu doğru olabilir ama tek başına yine de eksik bi tespit oluyor. İsmi konmuş, kişilik yüklenmiş herşey (insan, olgu, ülke vs) belli bir mekanizmaya sahip. Ve bu mekanizma gereğince belli tarz olayları sonsuzca tekrarlamak üzere yapılanmış. Örneğin bir çamaşır makinası, kirli giysileri temizlemek üzere işlevlenmiş bir mekanizma. O hep aynı işlemi tekrarlıyor. Yani her çamaşır yıkandıktan sonra bir ders alsanız dahi, bir dahakinde yiyecek soğutma işlemi kazanmıyorsunuz. Hareket belli; çamaşır yıkanır! Bu durumda tekrarların manası nedir? Bugün yürürken kendi mekanizmamı, ve tekrarlayan işlevimi düşündüm. Aradaki ilişkileri ve değişimleri gözden geçirdim. Ve şu sonuca vardım; olay sonucunda gereken ders çıkartılmışsa, bir sonraki döngüde duygu/düşünce bileşeniniz değişiyor. Edindiğiniz deneyim doğrultusunda bu kez aynı tarz olaya farklı tepkiler veriyor, aynı işlevi bir başka şekilde yaşıyorsunuz. Örneğimize yeniden dönecek olursak, çamaşır makinasının modeli değişiyor! İşlev aynı; çamaşır yıkanır! Korkunç sıkıcı bir durum içindeyiz….
Günaydınn ve iyi haftalar frekanslarrr…Yoğun köprü trafiği her zamankinden biraz dana uzun sürdü bugün, herhalde yağışın da etkisi var. Dün gece ben yatarken kar yağıyordu. Yine sokak lambalarının ışığında altın eriği saçılırmış gibiydi. 2006.Günlükten alakasız bi alıntı(belki de bilmediğim bi alakası vardır, kim bilir): İngiltere’de yapılan bi araştırmaya göre; futbol, erkeklerin hemcinsleriyle yakın ilişkiler kurma fırsatı veriyormuş. Kendilerini en rahat ifade edebildikleri saha buymuş. 500 kişi üzerinde yapılan bu araştırma, her yaştan erkek için, üzerinde her daim iletişim kurulabilecek bir sohbet konusu yarattığını, strateji ve takım ruhu konusunda kritik yapma ihtiyacını giderdiğini ortaya çıkarmış. Futbolla ilgili her türlü işin tamamen erkekler tarafından işgal edildiği zaten ilgimi çekiyordu. Futbol bir nevi kurtarılmış bölge. Kimden? Kadınlardan tabii :))) Fethiye’de çok sevdiğim karı koca bir çift vardı. (halen var) Bey koyunun koyusu bi fenarbahçeli. Kendini buna öyle kaptırmış ki, zaman zaman kimliğinde; işinin, milliyetinin ve hatta belki cinsiyetinin bile önüne geçmiş bir tanımlama bu. Ona takılmak için şöyle derdim bazen: “G…., fenerli kaplumbağaların su topu maçını izledin mi?” bütün şakalarımı büyük bi ağırbaşlılıkla kabul ederdi. Eşi Y… ise gerçekten sevdiğim bir arkadaşımdır. Onları dışardan izlemek benim için çok eğiticiydi. Sevgili Y. de kocası gibi mühendistir ve üstelik matematik şampiyonudur, dört işlemi akıldan yapar, canasta…
Dün yine (son bi kaç aydan beridir bikaç kez başıma geldi ve hayatımda örneği neredeyse yoktu) ani kızgınlık, feveran etme hadisesi yaşadım. Daha öncekiler gibi çok kısa süreliydi. Neredeyse hiç bundan etkilenmeden aynı kişiyle ve aynı konuda sanki o tepkiyi hiç vermemişim gibi normal tonda söyleşimi sürdürdüm. Bu bana çok garip geliyor. Ayrıca bu “parlamalarımı”, üst üste gözden geçirdiğimde konunun “kabul görmeme” olduğunu anlıyorum. Bu konuda hiç bir tahammülüm kalmamış. Farklı fikirlerde olabiliriz (ki olalım lütfen) ama İletişim kuracaksak beni kendinle eş düzeyde tutacaksın! Lamı cimi yok arkadaş. 🙂 ** Hem-hem leri isteyen annelerimiz. Hem kendi sahip olamadıklarına sahip olalım hem de bunu aynen kendileri gibi olarak başaralım isterler. Meşhur ortalamaya çekilme mekanizmasını işleten anneler olmalı! Yani sizi sınırsızca ileriye doğru fırlatırken aynı anda kendine doğru çekerler. Ne de sarsılmaz bir azimleri vardır onların, çocukları söz konusu olduğunda. Şaşırtıcıdır, hatta korkutucudur bile. 2006 günlükten ** Bu arada her şey bi hikaye her şey bir rüyadır. Hiç bi bilinen şey bundan muaf değil. Yani Bilimsel buluşla filozofik çıkarım ya da bilim kurgu romanla sultan Süleyman, ya da sizin veya benim ya da bakkal Osmanın hayat öyküsü fark etmaz bunların topuna birden hikaye ya da rüya diiyebilirsiniz 🙂 Ki bunların hepsi kıymetlidir, birbirine…
Ocak 2006.Günlükten Epeydir görüşmediğim can arkadaşımla buluşup uzun bir gün geçirdik. Günün sonuna doğru bir de film izledik. Üstelik son zamanlarda seyretmeyi dört gözle beklediğim fakat bi türlü bulamadığım bir film; Final Cut. Film gerçekten güzeldi. Ama dün yazdığım konunun da bir tasdiki gibiydi. Konu fevkalade ilgi çekici olmasına rağmen kurgunun müziği armonik değildi. Konu ölme anında bütün hayatın yeniden gözden geçiyor olması önermesine atfen akıl edilip, teknolojiye havale edilmişti. Ki bunun biraz daha ileri seviyesini Venüs Bağlantısı’nda denemiştim. Filmi izlerken bir yandan da kurgu müziği olarak düşündüğüm şeyin bir altın oranı olup olmadığını merak ettim! Öyle ya Simenon ya da Agatha, ya da çok sayıda güzel kitap yazmış başka yazarlar, bilerek ya da bilmeyerek kurgunun altın oranını uyguluyor olabilirdi. Bilmeyen kalmadı ama altın oran hakkında küçük bi açıklama iyi olabilir: Altın Oran, doğada sayısız canlının ve cansızın şeklinde ve yapısında bulunan orandır. Bir dikdörtgenin boyunun enine olan “en estetik” oranı diye de tanımlandığı olmuştur. Eski Mısır lılar ve Yunanlılar tarafından keşfedilmiş, mimaride ve sanatta kullanılmıştır. Göze çok hoş gelen bir orandır. Bir doğru parçasının (AB) Altın Oran’a uygun biçimde iki parçaya bölünmesi gerektiğinde, bu doğru öyle bir noktadan (C) bölünmelidir ki; küçük parçanın (AC) büyük parçaya(CB) oranı, büyük parçanın…
Ocak 2006.Günlükten Film olsun roman olsun, bütün kurguların bi müziği var gibi geldi bana. Örneğin dün öylesine “kaçak” filmini izlemiştim (briçten gözüm çok yoruldu diye!) Sonra gece uyumadan önce film bir beste gibi gözümün önüne geldi. Film önce karanlık güçlerin komplosu ile başlıyor. Sonra sırasıyla; yanlış adalet, tesadüf (kaza), körü körüne inat/mantık (komiser), aldanış (doktor), bi kez daha kaza (ölü polis), masumiyetin gücü (Kimble), aklı selimlik/yanlıştan dönme kabiliyeti (komiser) ve doğrunun galibiyeti. Bu sıralama gözümün önünden notalar şeklinde geçiyordu. Duygulara birer nota atamak durumunda kalsak nasıl olurdu acaba? Bu filmin yazarı, seyircisini dalgalı bir deniz gibi ordan oraya savuruyor. Çok bilinçli bi aks yerleştirmiş. Profesyonel işi! Bir yerlerde çok sevdiğim yazar Georges Simenon‘un röportajını okumuştum. Belçikalı yazar 1903 yılında doğmuş, 450 nin üzerinde kitap yazmış. Bunların bir çoğu “”Müfettiş Maigret” serisi polisiyeler. O söyleşide; bir kitabı yirmi günde tamamlayabildiğini; çünkü belirli bir kurgu kalıbı olduğunu söylüyordu. Bir çok kitabı filme çekilmişti, üstelik onların senaryo uyarlamasını da kendisi yapıyordu! Bu kadar korkunç bir çalışma hızı olan bir kişinin asosyal olması gerektiğini düşünürseniz yanılırsınız. Adam aynı zamanda çok sosyal, kadınlara deli oluyor. Onlarla macerası 13 yaşında başlıyor ve ölene kadar da bitmiyor, Dünyanın her yerini de gezmiş bu arada. Bu nasıl bir enerjidir…
Ocak 2006.Günlükten Kısaltmanın açılımı “Fantastik Rol Yapma“dır. FRP, malzemesini çoğunlukla hayal gücü oluşturan bir masaüstü (board ve ya kağıt-kalem) oyunudur. Başka deyişlerle; doğaçlama sözlü tiyatro, doğaçlama hikaye yazma/anlatma veya evcilik/kovboyculuk. FRP çocukken oynadığımız hayal etmeye dayalı oyunların derinleştirilmiş, sabit kurallar getirilmiş halidir. Böylece oyuncular mızıkçılık yapamaz. FRPyi çocuk oyunu değil yetişkin oyunu yapan ayrıntılı kural setleri olmasıdır. Bir hikaye anlatıcısı vardır. Bu kişiye “Zindancı Başı” denir. Bu kişi kısaca bir bilgisayar oyununda yapay zekanın yaptığı işi yapar. Yani oyuncuların içinde bulunduğu evrenin her şeyini şekillendirir. Oyuncular ise, hikaye içinde yer alan kendi karekterlerinin olaylara nasıl tepki vereceklerini anlatırlar. Oyunun içinde geçtiği evrene uygun bir kural seti şeçilir. Her türlü evren için kural setleri vardır ama hepsini Türkiye’de bulmak zordur. Mesela, orta çağda geçen büyülü bir dönem için “Zindan ve Ejderhalar” seti idealdir. Bu kural setinde oyuncunun olabileceği karekterlerin sınırları, karşılarına çıkablicek yaratıkların çeşitleri, satın alınabilcek silahların ve öğrenilebilecek büyüler vb belirlenmiştir. Mesela, bir Şövelye asla yalan söyleyemez, kötülük yapamaz ve kötülüğü görmezden gelemez. Ayrıca bir Şövelye macera boyu ilerledikce silah kullanma yetenekleri yanında, tanrısından gelen güçlere kavuşur, ve çok güçlü bir şövelye aynı zamanda tanrısının mucizelerini gerçekleştirebilir. Bunların neler olduğu, seviyeleri, güçleri, hasarları, etkileri sayfalarca kitap olarak belirlenmiştir. Ayrıca oyunda…
Hazır placebodan bahsetmişken aklıma gelen bir örneği de vermek istiyorum. Fakat ne yazık ki Fransız araştırmacının adını hatırlayamıyorum; nerede okuduğumu da bilmiyorum. Herneyse konu gayet net bi şekilde aklımda. Belki onu da sizlerden biri hatırlar 🙂 Fransa’da gayet saygın bir laboratuvarda bir araştırma yürütülüyormuş. Şöyle ki; Bir kimyasal maddeye diğer bir kimyasal madde karıştırılarak tepkime gözleniyormuş. İlave edilen kimyasalın bu etkimeyi en düşük ne miktarda sağlayabildiğini ölçebilmek için, her seferinde maddeyi biraz azaltıyorlarmış (hocanın eşeğin yemini her gün azaltması gibi!). Fakat sonuç değişmiyormuş ve artık öyle bi duruma gelmiş ki ilave ettikleri mayi içinde yalnızca su kalmış, fakat sonuç hala değişmiyormuş! Tabi araştırmacılar gözlerine inanamamışlar ve deneyi tekrar tekrar yapmışlar; su, içine daha önce konan kimyasalın özelliklerini hatırlayabiliyor ve karıştırıldığı diğer maddenin dönüşümünü sağlayabiliyormuş! Araştırma sonuçları bazı bilimsel yerlerde yayımlanınca kıyamet kopmuş! Bilim adamları, medya, ilaç şirketi temsilcileri hatta ünlü bir sihirbazında içinde bulunduğu bir kontrol ekibi laboratuvara gelmiş. Amaç bu işin içindeki şarlatanlığı yakalamakmış tabii! Gerçekten de daha önce defalarca olan şey onların önünde olmamış! Berbat bi durum. Zavallı bilim adamı ve ekibi mahcubiyetten yerin dibine geçmişler. Belki bu sebeple bu konuya ilişkin verileri şu anda google’da bulamıyorum. İzleri yok ettiler galiba. Olay bu kadar. Gelelim benim yoruma. Yahu bu…
İlaçların çoğunun etkisi psikolojik O çok güvendiğimiz ilaçların etkisi nasıl ölçülüyor? Klinik araştırmalarla. Klinik araştırmalar nasıl yapılıyor? şikayeti olan gönüllü hastalar denek olarak kullanılıyor. Nasıl kullanılıyor? En güvenilir araştırma yöntemi olan double blind yani çift kör yöntemi ile araştırma yapılarak. Nedir çift kör yöntemi? Hem hasta hem de ilacın sonucunu gözlemleyen araştırıcı hastanın hangi ilacı kullandığını bilmez… Hastalar rastgele iki guruba ayrılır. Hastaların bir kısmına gerçek ilaç, diğer kısmına PLACEBO denilen boş ilaç, yani içinde etki maddesi olmayan benzer bir hap verilir. Sonuçlar ilaç lehine istatistiki olarak anlamlı çıkarsa “ilaç etkilidir” denir. Yani birinci gurupta 100 hastadan 50’si, ikinci gurupta 30’u iyileşmişse ve bu fark istatistiki olarak anlamlıysa ilaç etkili kabul edilir. şimdi buradaki anahtar sorular; Bir; neden ilaç her hastayı iyileştirmiyor. İki; nasıl oluyor da içinde hiçbir şey olmayan boş bir ilaç, 30 hastayı iyi ediyor?. Üç; araştırıcı gerçekten kör mü? Op. Dr. Bülent Uran Kadın Hast. ve Doğum Uzmanı – Fethiye Yazının tamamı için: http://www.irenbe.com.tr/dergi/?op=alanv&olay=0&ID=220 Komedi! Yani işin ilaç kısmı epeyce şaibelidir. Yazının sahibi doktor beyi kutluyorum. Fakat benim üzerinde durmak istediğim daha genel plasebo etkisi. Hepimiz biliyoruz ki, bu oyunun içinde (herşeyi) var eden/yok eden zihnimizdir. Canlı/cansız her objeye onu O yapan anlamı biz yüklüyoruz. Bunları bilinçsizce…
Mısır’da uzunca bi süre kalıp arkasından Sır Mısır Kitabını yazmıştım. Gitmeden önce ufak ısınma turlarından bi günlük yazısı: 2006.Günlükten Kısmet olur da Mısır’a gidersem uzunca kalacağım ve oralar hakkında izlenimlerimi yazacağım. Şimdilik gelen havadislerle idare ediyoruz 🙂 Bir yılı aşkın zamandır orada yaşamakta olan kardeşim geldi bayram için. Hoş sohbetler ettik dün gece. Hatta epeyce de güldük. Kardeşim, Mısırlıları “sinirleri alınmış” diye tarif ediyor; çok sakinlermiş. Dünya çapında yapılan bi araştırmada, Amerikalılardan sonra dünyanın ikici en mutlu insanlarıymış (bu arada Türkler sondan üçüncüymüş). Orada takip etmek durumunda olduğunuz en basit iş bile aylarca sürebiliyormuş. Böyle iki ay sürünen basit bi işin sonuçlanmamasından şikayet eden kardeşime, söz konusu işin muhatabı profesörün sekreteri gülümseyerek şöyle demiş: “Mösyö Murat, siz tipik bir Türksünüz.” Nasıl yani demiş bizimki burnundan soluyarak “Büyüklerimizden de hep duyardık, Türkler çok titiz, ve heyecanlı olurmuş, çabuk sinirlenirlermiş.” demiş ayni meleksi gülümsemeyi sürdürerek. Hatta Hac’da Türk hacılar hemen belli olurmuş. Sonra kerdeşim bu konuyu bir de üst düzeyde yetkili bir mısırlı kontrolöre sormuş: O da “A hayır, ben beş kez hacca gittim, hac vecibesini tam usulüne uygun yapan tek ırk Türklerdir” demiş. Kardeşimin yüzünde iki arada kalmış ifadeyi görünce dayanamadım. Ama Muratcığım bu iki ifade birbirine zıt değil, tam olarak…
2006.Günlükten Belki çok şaşıracaksınız ama onbeş sene önceye kadar politikayla epeyce ilgiliydim. Hatta fotbolla da ilgiliydim. İşkoliktim. Tipik bi erkek işte! Onlardan görünen farkım; geceleri ilk akşamdan kanapede uykuya dalmazdım. Şimdiye kadar koltukta ya da kanapede hiç uyumadım. Deli gibi kitap okuyordum. Onbir yıl önce gazete okumayı bıraktım. Futbolu, politikayı, işi gücü de! Çok eleştiri aldım, özellikle yakınlarımdan. O zamandan beri köprülerin altından çok sular aktı. Ben de sularla aktım 🙂 Artık hiç bi şey bilmiyorum. Hangi ülkeyi kim yönetiyo onu bile bilmiyorum. Bana politik kurgu yaz diyenleri gösterdikleri güven için takdir ediyorum; cehaletimi görmezden geliyorlar. Fakat bir seri katil romanı yazmak istemiştim hep :))) Seven (yedi) gibi bişey! Sonuç olarak politik kurgu öyle kolay bişey değil. (Nerden geldiyse aklıma bu, gece gece!) Anasının Karnından Dizisi
Bugün Kuruçeşme’de deniz kıyısında oturduk ve boğazı seyrettik. Fizikçi Metin, Tolga ve ben. Sonra oraya beyaz bir köpek geldi, üzerinde uçuk sarı dalgalar vardı. Hani burnu ve göz kenarları kuzular gibi pembe olan köpeklerden. Çok dostça yanımıza geldi, sırayla hepimiz onu okşayıp sevdik. Derken bi tekir kedi çıkıp geldi, muhteşem bi suratı vardı, onu da sırayla sevdik. Hatta hemen (ben) bilgiçlik taslayıp, dünya çapında yapılan bir araştırmadan bahsettim. Genellikle köpek seven kedi sevmez, kedi seven köpek sevmezmiş. Her ikisini birden seven çok azmış. Ne tesadüf şu anda ve burada çoğunluktayız dedim; hatta yüz üzerinden yüz yoğunluktayız. Gülüştük filan. Biz çaylarımızı yudumlarken kedi gelip sağ arkama durmuş. Köpeğin de ona doğru atak yaptığını görünce, eyvah dedim içimden kavga kopacak galiba. Sonra bi baktım köpeğin kuyruğu daireler çeviriyo. Bu demektir ki o çok keyifli. Rahatladım. Kedi ise istifini hiç bozmadan savunma pozisyonunda ve gözleri köpeğinkine çakılı duruyordu. Köpek sakınımlı şekilde burnunu kediye uzatıyo, ayaklarını sallıyo, dört dönüyo çevresinde. Kedi ise gardını hiç indirmiyor. Ama bir yandan da hayretle seyrediyo köpeği. Dakikalarca bu şekilde kaldılar. Kedi bikaç kez çekip gitmek istedi ama köpek müthiş bi aşıktı ve gitmesine müsaade etmedi. (neredeyse bir saat süren bi oynaşmadan bahsediyorum) Ben ise ağzım açık seyrettim bu olanları….
2005.sa Dışarlarda kendinden menkul bişey yok! “Anlamaya çalışma, anlamlandırma” çabaları günümüzü doldurmak, kendimizi işe yarar ve kıymetli hissetmekten öte hiç bir özel önem arzetmiyor. Topluca eğlen-iyoruz! Nedir eğlenmek? Sözlüğe bakınca dört anlamı olduğunu gördüm: 1.Neşeli hoşça vakit geçirmek. 2.Bir kimsenin herhangi bir kusuru veya zayıf noktası ile alay etmek. 3.Bir yerde durmak, beklemek. 4.Oyalanmak. Bu anlamların hepsi de birbirini tamamlıyor gibi geldi bana. Günümüz insanın bilinçlenmesinde değişik aşamalar var. Önce bunları hatırlamak istiyorum. (Günümüz insanına kadar olan gelişimleri ya da olası başka dünyalardaki insansıları dikkate almak zaman kaybettirici olacak.) 1.İnsan doğduğundan dört yaşına kadar aldığı bilgiler uyarınca (istisnaları bu tanımlara katmayacağız) kendini çevresindeki tüm objelerden ayırır. Ortada kendisi vardır ve diğer tüm objeler de mutlak bir gerçeklik olarak onun dışında hep olagelmişlerdir. Diğer objelerle her ilişkisi ötekini, olduğunu varsaydığı şekliyle “anlamak” üzerine yapılanır. Bu insan için: Her şey kendisi ve kendisi olmayanlar şeklinde konumlandırılmıştır. Kendisi tapılacak kadar iyidir. Ötekiler ancak kendine benzediği kadarıyla iyi ve güzel olabilir. Ancak kişi bu kabulünün farkında değildir. Her şeye objektif baktığını iddia eder. Herkesin kendi gördüklerini gördüğünü varsayar ve onları kendi anladıklarını anlamamakla suçlar. Yani kendi dışındaki herkes değişik kademelerde kendinden daha az zekidir. Hayatı boyunca yapıp ettiklerinin tümünün ortak amacı; herşeyi kendine benzetme…