Bilinçlenme Yolunda

Bilinçlenme Yolunda…

Bilinçlenme yolculuğunu ele aldığım bu yazı dizisinde, bir yandan düşünüp bir yandan sohbet etmeyi umuyorum.

Fazla iddia taşımaksızın diyebiliriz ki, bütün insanlığın çalışmalarına temel oluşturmuş olan etkenler; soru zanaatı, öykü zanaatı ve el zanaatıdır.  C. Estes’e göre tüm bunlar bir şey yapar ve o bir şey ise ruhtur. Yeterince yakınlaşırsak bunların, eski yaraların kabuklarını yumuşatmak, onlara merhem sürmek, yenilerini önceden görmek, böylece ruhu gerçek dünya için görünür kılan eski becerileri yeniden canlandırmak için kullanılan somut yöntemler olduğunu görebiliriz.

Soru zanaatı: Soruyu, ister bir çocuğun, bir erişkinin çok ciddi gördüğü isterse gündelik alelade sorularında değerlendirelim, aslında bundan çok daha ötedir bana göre. Soru, insanın hayat karşısında duruşudur, bizatihi varoluşunun temelidir. Hayat ise bıkıp usanmayan bir cevapçıdır. Sorduğunuz sürece var olursunuz. Soru bir büyü gibi işlev taşır; çünkü gerçek sorular bir alçak basınç alanı oluşturarak, cevabı zorunlu kılar. Peki neden “gerçek soru” deme ihtiyacı hissettim? Gerçek soru adı üstünde bir şeyi merak ettiğinizin göstergesidir. Oysa günümüz insanının merak duygusu öylesine körelmiş buna karşın kendine önem verme hassası öylesine güçlenmiştir ki, soru işareti ile biten cümleler aslında –çoğu kez- bir boy ölçüşme, karşıdakini küçük düşürme vasıtası gibi işlev görmeye başlamıştır.

Soru soran açısından; kişi kendi diyeceği varsa onu soruya tahvil etmeden demelidir zaten, eğer merak edilen bir şey varsa o durumda tamamen boş bir zihinle, kalpten gelerek, özlü ve net biçimde merakını dillendirmelidir. Cevabı gerçekten merak etmelidir, onu duyabilmek için iç konuşmasını durdurmuş olmalı, yani tam bir alçak basınç alanı oluşturmalıdır.

Soruya muhatap olan açısından; kişi her ne kadar soru kendisine yöneltilmiş olsa da kendi bilgileri açısından vereceği cevabın eksik, daima eksik kalacağının bilincinde olmalıdır. Böylece soru kendisine ulaştığında, onun evrende yankılanmasına izin vermeli, kendine ulaşacak cevabı tıpkı soran gibi iç konuşmasını durdurmuş olarak beklemelidir. Eğer cevap dışarıdan gelecekse o halde soru muhatabının ne önemi var diye düşünebilirsiniz, her soru öylece havalara sorulsun diyebilirsiniz. O halde ben de size neden ikide birde cep telefonu, televizyon, buzdolabı, bilgisayar değiştirip durduğunuzu sorarım. Gerçek bir soru olduğu için cevabı bu satırları okurken siz verin lütfen. Ben sadece “vasıta”nın da önemli olduğunu anlıyorum. “ben” yerini “vasıta” sözcüğüne bırakana dek, gerçek alıcı/verici olamayacağımız zaten tüm öğretilerin en popüler ortak yönüdür.

İşte Castaneda kitaplar dizisinde soru sorma zanaatının mükemmelen işlediğini gördüğüm için ona hayran oldum. Yaklaşık üç bin sayfanın her satırı buna örnektir, ama onlardan şu an tesadüfî birini “soru sorma”ya  örnek göstermek istiyorum.

“Neden o güç bitkilerini birçok kere almamı istedin?” Diye sordum. Güldü ve hafifçe mırıldandı, “çünkü sen bir aptalsın.” Onu duymuştum ama emin olmak istiyordum ve anlamamış gibi yaptım. “Efendim?” dedim.”Çok iyi anladın.(!)” Diye karşılık verdi ve ayağa kalktı. Yanıma gelince hafifçe başıma vurdu. “Sen çok yavaşsın” dedi.  “Ve seni sarsmak için başka yol yoktu.” “Yani aslında hiç de gerekli değiller miydi?” Diye sordum. “Senin için gerekliydi. Ama bazı insanlar onlara ihtiyaç duymazlar.”
Bir süre çalıların tepesine baktı (!) ve öğrencisi Eligio’dan bahsetti, o yalnızca bir kez psikotropik bitki almıştı ama yine de CC’den daha ilerdeydi.
“Duyarlı olmak, belirli insanların doğal durumudur, sen değilsin. Ama bende değilim. Son tahlilde duyarlılık pek önemli değildir.”
“Önemli olan nedir peki?” diye sordum.
Uygun yanıtı arıyor gibi duraksadı (!). Sonunda, “Önemli olan bir savaşçının kusursuz olmasıdır.” Dedi. “Ama bu yalnızca bir konuşma tarzı, bir tür konuyu saptırma.(!)”
–Erk Öyküleri-

Bu örnekte ünlem işaretleri koyduğum yerler, cevapçının evrene danıştığını, gerçek soru ile olmayanı nasıl hemen anladığını gayet net gösteriyor. Bu arada tesadüfî(!) örneğimizin tam da belirtmeden geçmek istemediğim bir içeriği olması da hoş oldu. Yirmi yıl önce dördüncü kitaba gelemediğim için bu açıklamayı da duyamamıştım. Psikotropik bitkinin bu öğretinin olmazsa olmazları arasında sıralamaya dahi giremeyecek bir öğesi olduğunu öğrenmem için on küsur yıl geçmesi gerekmiş. Gerçi bu konuda yapılmış pek çok da araştırma var örneğin A. Huxley, Algı Kapıları isimli kitabında kendi peyote deneyimlerini anlatır ve araştırmacıların da görüşlerine yer verir. Araştırmacı Dr. Slotkin’in raporlarına göre; “düzenli peyote kullanıcıları genelde daha üretken, daha ılımlı (çoğu alkolden tamamen uzak duran) ve peyote kullanmayanlara göre daha barışçıdırlar. Bu kadar tatmin edici meyveleri olan bir ağaç şey kaynağı diye hemen yargılanıp bir kenara konulamaz”.

Bu arada küçük bir ara yola da gireceğim izninizle:  Bildiğimiz gibi kelimeler büyüdür ilk söylendiği halleriyle ve fakat bin yıllar içinde ilk söyleniş hali çoğu kez defalarca şekil değiştirir ve artık sözlükte yazılı bir anlam haline dönüşür. Sözlükteki karşılığına bakmazsanız o ses demeti size bi şey demez hale gelir. Ben bu duruma gelmiş kelimelere (hemen artık tüm kelimelerimiz) tren lokomotifi diyorum. Malum lokomotifin işlevi kendisine bağlanmış yük katarlarını çekmektir. İlk çıktığı haliyle bizatihi “yük” olan kelime şimdi yükü çeken vasıta olmuş.
Gözlemim ise şöyle; yaklaşık onbeş yıldır yakınımdaki, çevremdeki insanları gözlemlediğimde erkek ve kadınlar arasında bariz bir fark saptadım. Erkekler (genelleştirme her zaman yanlış ya da eksiktir, fakat merdiveni çıkmak için mecburen yaptığımız bir işlem.), kelimelerin sözlük anlamlarına sıkı sıkıya bağlı iken, kadınlar lokomotifin çektiği  yükü görüyorlar çoğu kez. Bu sebeple de genelde onların karşılıklı tartışmaları bazen seyreden açısından bir kör dövüşü gibi oluyor. Örneğin onbeş yıl öncesine kadar ben de erkeklerin çoğu gibi yaşıyordum. Kelimelere bağlı yükleri (duygular)kazara fark etmiş olsam bile , görmezden geliyordum. Ve bu davranışıma adaletli olmak yansız olmak, objektiflik diyordum. Ve tabi kadınlardan da korkuyordum çünkü onlarla anlaşmak bir kıl köprüde yürümek kadar zordu benim açımdan. 🙂
Daha sonraları kadınların yöntemini inceledim ve bana oldukça sahici geldi. Ve saf değiştirdim! Bu kez  kelimelerin yüklerini dinlemeye başladım. Buna alt yazıyı okumak da diyebiliriz. Ya da bir başkası empati diyebilir. Nasıl isimlendirildiği önemli değil. Ben bu durumu bir vizyon esnasında açıkça ve fiziki olarak görmüştüm. Kelime kişinin ağzından çıktı, yavaşlatılmış olarak bana doğru ilerlerken arkasında uçurtma kuyruğu gibi bi şey asılı olduğunu gördüm. Kendimce en tuhaf bulgularımdan biri olmuştu bu 🙂

Öykü zanaatı: “Öyküler ilaçtır. Onların böyle bir gücü var; bir şey yapmamızı, olmamızı, etmemizi şart koşmazlar, sadece dinlememiz yeterlidir. Yitirilmiş bir psişik dürtünün onarımı için gereken çareler, öykülerin içinde bulunur. Öyküler, arketipi kendiliğinden tekrar yüzeye çıkaran heyecanı, üzüntüyü, soruları, özlemleri ve anlayışları doğurur. Öykü ve şiirin dili, düşlerin dilinin güçlü kız kardeşidir.” Diyor C. Estes.

Şiirin doğuşu ve vizyonunu ise C.Caudwell şöyle tanımlıyor: “Şiiri, günlük konuşmanın yüceltilmiş bir biçimi olarak tanımlayabiliriz. Bu yüceltme onu sıradan konuşmadan ayıran ve ona gizemli, biraz da büyülü bir güç veren biçimsel bir yapıyla (ölçü, uyak, söz yinelemesi vb) kendini gösterir. Yinelemeler, eğretilemeler, karşıtlıklar vardır; biçimsellikleri yüzünden şiir sayarız onları biz. Şiir, özellik bakımından şarkıdır; şarkı ise ritmi gereği hep birlikte söylenen bir şeydir, bir kolektif coşkunun anlatımı olmaya yatkındır. “Yüceltilmiş” dilin sınırlarından biridir bu. Dansla, ayinle ve müzikle karışmış halde şiir, kabilenin içgüdüsel enerjisinin büyük anahtar tablosu(switchboard) olur; kabileyi, yakın nedenleri ya da mutlu sonuçları görünürde olmayan, içgüdüyle kendiliğinden kararlaştırılamayan bir dizi kolektif eyleme yöneltir. Şiir, insanların yüreklerindeki ölümsüz istekleri değiştirmeksizin, yüreği yeni bir amaca uydurur. İnsanı, daha üstün bir gerçeklik dünyası olduğu için, içinde bulunduğu gerçeklikten daha yüce olan hayal dünyasına atarak yapar bunu: Henüz gerçekleşmemiş, daha önemli bir gerçekliğin dünyasıdır bu; gerçekleşmesi, ona hayali olarak katılan bu şiire gereksinme gösteren bir dünyadır bu. Bu dünyada her hataya yer vardır; çünkü şiir henüz dokunamadığımız, koklayamadığımız ya da tadamadığımız için şairane olan, hayal olan bi şey sunmaktadır. Ama ancak bir yanılsama aracılıyla, başka türlü var olamayacak bir gerçeklik haline dönüşebilir. Bu yüzden, şiirdeki “hakikat”, şiirin soyut ifadesi -içerdiği olgular- değil fakat toplumdaki dinamik -içerdiği kolektif coşku- rolüdür.”

Bin bir gece masallarının tatlı dilli öykü anlatıcısı Şehrazat, zorba kral Şehriyar’ı dize getirmekle kalmamış ondan yepyeni bir adam oluşmasını sağlamıştı. Ayrıca yöresel olarak aşina olduğumuz Âşıklık geleneği de kültürün,  şiir, şarkı ve öykü derlemeleri ile sanki arının çiçek polenlerini oradan oraya taşıması gibi yaygınlaşmasını sağlamıştı.   Âşıkların çok eski tarihlerden itibaren Türk kültüründeki izlerini bilmekle birlikte en bariz aşık tipine Dede Korkut Hikayelerinde rastlıyoruz. Elindeki kopuz adlı sazıyla “soy soylayan” , “boy boylayan” Dede Korkut âşıkların piri olarak anılır.

Öykü, mesel, fıkra deyince Molla Nasreddin’i de anmadan geçmek olmaz. Gurdjieff’in Beelzebub’ın hikayeleri isimli 1250 sayfalık kitabında Molla Nasreddin’in adı nerdeyse her üç sayfanın birinde yer bulmuşken, ünlü ve saygın kuantum fizikçileri onu yere göğe sığdıramazlarken, maalesef yeni neslimiz ondan kıymetince haberli olamadılar.

İnsanın ve toplumun dönüşümünde öykü ve şiirin önemini gösterecek daha çok örnek var ancak biz konumuzdan uzaklaşmayalım. CC serisinde öykü ve şiir konusuna yüksek ölçüde önem ve yer verildiğini söylemekten zevk alıyorum. Elbette ki bir bilgi adamı olan Don Juan Matus, bu öğelerin öğrencisi üzerinde yapacağı dönüşümden haberliydi. Onu, gönül telini titretmiş öykü ve şiirlerini anlatmaya defalarca teşvik etmiş olduğu gibi kendi de bence kırk haramilerin hazinesinden kıymetli yüzlerce öykü anlattı bu kitaplarda. CC aracılığı ile dört nesil nagual’in öykülerini dinlemek,  kendi öykülerimizle karşılaştırmak, bir miktar bilinçli ama ölçülemeyecek düzeyde bilinçsizce ders almak küçümsenecek bir etki olmasa gerek.

Bilinçli derslerimizin diğerine oranla bu derece küçük olması bizleri şaşırtmasın, bilinçli olarak bir şeyi yalnızca hatırlayabiliriz, onu öğrenmemiz çok daha önce bilinçsizce, benim sızdırma dediğim bir yöntemle yapılmıştır. Çünkü bildiğimiz bir şeyi terk edip onun yerine başka bir bilgiyi geçirmek, kendi çocuğunu yemek kadar vahşi ve yapılması mümkün olmayan bir edim. İşte bu sebeple rüyalar, öyküler ve şiirler var. Bunların hepsi sızdırma yöntemi kullanır. Belki aranızda buna sezdirme yöntemi demek isteyen çıkabilir, itiraz etmem doğrusu. Günümüzde reklamlar da buna benzer bir metot kullanıyor fakat öykünün ve şiirin ve hele rüyanın inceliğine yaklaşması pek mümkün değil gibi görünüyor. Neden mi? Benim tahminim, bencilce niyet taşımaları. Pek tabidir ki öykü olsun şiir olsun hepsi bir duygu geçişi sağlama art niyetini taşır, eğitim dediğimiz şey manipülasyondur zaten; tek farkı birini söylerken memnuniyet hissederiz, diğerinden tiksiniriz. Öyküdeki art niyet, kişisel kaygı gütmeksizin kitlesel bir itiş, bir hizalama yaratmak için planlanmış olmasıdır. Bu öyküler ve şiirler, hepsi, rüyaların geldiği yerden gelip bir “vasıta” ağzından dökülüyorlar.

DJ, düşüncelerin kavranamaza doğru attığı perende konusunda CC’yi aydınlatmaya çalışırken şöyle söylüyor: “Öykü anlatmak, yalnızca algı sınırlarını genişletmek için öncü koşucu göndermek değil aynı zamanda, kusursuzluğa, erke ve tine bir geçit, bir kapı açmak demektir. Calixto Muni’ninki gibi bir öyküyü alıp sonunu değiştiren bir büyücü bunu tinin doğrultusunda ve onun desteği altında yapar. Çünkü o, niyet ile olan eşsiz bağını kullanarak gerçekten bir şeyleri değiştirebilir. Öykü anlatıcı büyücü şapkasını çıkarıp yere koyar ve onu saat yönünün tersi doğrultusunda üç yüz altmış derece döndürerek buna niyet ettiğini ima eder. Tinin desteği altında, bu basit eylem onu tinin kendisine daldırır. Böylelikle düşüncesinin kavranamaza doğru bir perende atmasına izin vermiş olur.  Öyküyü anlatan büyücü içinde kuşkunun zerresi olmadan bilir ki, orada sonsuzlukta, tam şu anda, tin inmektedir.” (Sessizliğin Erki)

CC serisinden öylesine ilk elime gelen öykü on ikinci kitap olan Sonsuzluğun Etkin Yanı’nın sonlarında yer alıyor. CC bu öyküyü özetleme esnasında hatırlıyor ve gönül borçlarına örnek olarak ayırdığını söylüyor. Öykü, CC’nin çocukluk yıllarında tanımış olduğu Leandro Acosta ile ilgilidir. Büyükbabasının baş düşmanı, başının belası olan adam, bağımsız biriydi, kumarbazdı, kalıcı düzgün bir işi yoktu ama bir sürü işin de ustasıydı. Kerameti kendinden menkul bir şifacıydı, avcıydı, bölgedeki şifalı bitki satıcıları için bitki ve böcek örnekleri, doldurulmuş hayvan yapımcıları ya da evcil hayvan mağazaları için her cins kuş ya da memeli türleri toplardı. İnsanlar onun yığınla para kazandığına, ama bunları biriktirmeyi ya da bir işe yatırmayı beceremediğine inanıyorlardı.  Bay Acosta ile küçük CC oldukça ilginç bir durumda karşılaşırlar, bir süre söyleşiden sonra adam CC’yi akla sığmayacak bir iş yapmak üzere ikna eder. Mesele sağlıklı durumda bir akbaba yakalamakla ilgilidir. Acosta, bölgedeki devasa akbabaların kanat açıklıklarının iki metre kadar geldiğini, vücutlarında yedi tür et bulunduğunu ve bu etlerin değişik özelliklerde şifacılık amaçları için kullanıldığını anlatır, ancak bunların makbul olabilmesi için yaralanmadan yakalanmaları gereklidir. Adamın akıllara durgunluk verici bir planı vardır: Önce ölmüş bir eşeğin içini boşaltacaklar ardından da içine tahta parçalarından destekli bir boşluk oluşturacaklardır. Eşeğin içinden çıkmış bağırsak ve diğer iç organları hemen gerisinde bir yırtıcı oralara saçmış gibi bırakılacaktı. Eşeğin içine girecek ve orada pusuya yatacak olan çocuk CC, kral akbabanın tuzağa düşmesini bekleyecektir. Ve o gelip ölü eşeğin kıçını yırtıp başını içeri soktuğunda, onu iki eliyle sıkıca yakalayacak ve Bay Acosta’nın avenesiyle birlikte gelip akbabanın başına çökmeleri için gerekecek zaman boyunca onu zapt edecektir. Bu planı baştan kabul etmiş ve sonra tüm korkusunu yenerek gerçekleştirmiş olan küçük CC’nin aslında ne kadar büyümüş olabileceğini tahmin etmek güç değil. Öykünün CC üzerinde bırakmış olduğu etkiler ve sizin üzerinizde bırakabileceği muhtemel etkiler için kitabı okumanız gerekecek.

Şüphesiz benim bu öyküyü özetlememin hiçbir etkileyici özelliği olamaz; çünkü öykünün ruhu ve içinde geçen simgeler, ancak anlatanın ağzından gelişi güzel(!) dökülen kelimeler ve cümlelerin ardına gizlenmiş olabilirler. İçeriğe sıra geldiğinde belki bu örnekleri çoğaltmak mümkün olacaktır, bu sebeple fazla vakit kaybetmeden el zanaatı hakkında bir kaç söz söylemek istiyorum.

El zanaatı: Özellikle eski el sanatları, hastaların ya da normal sağlıktaki insanların kendi kişisel tarihlerini bulma ve silme işlemi için birebir işlev gören şifa araçlarıdır. Bunlar arasında takılar, çeşitli oyma işleri, simgesel tılsım yapma sanatları, çocuk oyuncakları, uçurtmalar, patchwork olarak bilinen yamalı yorganlar, hat sanatı, marangozluk, ebru işleri vb daha birçokları sayılabilir. Sanat önemlidir; çünkü ruhun mevsimlerini ya da ruhun yolculuğundaki özel veya trajik bir olayı anımsatır. Sadece kendimiz için de değildir sanat, peşimizden gelenler için eşi bulunmaz bir haritadır. Bütün bunların ötesinde el zanaatı ve sanat, yapana iç sessizliği yakalama fırsatı vermesi sebebiyle emsalsiz bir araçtır.

CC öğretisinde el zanaatına bolca yer verildiğini de büyük bir memnuniyetle fark ettim. On iki kitap boyunca birçok el sanatından bahsedildiğini hatırlıyorum, bunlara ilaveten Don Juan CC ye av tuzağı yapmayı öğretmiş, avlanmanın inceliklerini bilfiil yaşatmıştı. Bitkilerle konuşma, onların yerlerini tespit etme, onların devşirilme, tasnif edilme, saklanma ve karışım yapma tekniklerini yaşayarak öğretmişti. CC uzun yıllar süren öğrenciliğinin çok uzun saatleri boyunca kendisine öğretilmiş böylesi işleri yaptı. Bu özelliği ile bana, kırk yıl boyunca düzgün odun kesmeyi ve istiflemeyi öğrenen Yunus Emre’yi anımsatıyor.

CC’nin Don Juan ile tanışmasının ilk zamanlarında bu konuya her ikisinin de bakış açılarının değişik olduğunu hemen her satırda görebiliyoruz. İşte IxtlanYolculuğu’ndan bir sahne:

 Castaneda, tıbbi otlarla ilgili bilgi vermesi karşılığında ona para ödeyeceğini söyler. Don Juan da “sen benim zamanıma karşılık, kendi zamanını koy” der. Bitkiler konusunda söylenecek bir şeyin olmadığını, bu nedenle para almasının söz konusu olamayacağını söyler. Çölde hava kararana dek yürürler ama Don Juan tek bir bitki göstermez. Dinlenmek için bir çalılığın dibine otururlar ve Don Juan “Bitkiler hem canlıdırlar hem de duyguları vardır” der. Tam o sırada ansızın rüzgâr çıkar ve etraflarındaki çalılıkları sallar ve çalılıklar hışırdamaya başlar.  Don Juan “ Bak işittin mi? Çalılar da rüzgâr da söylediklerimi doğruluyor” der.

Castaneda bitkiler konusunda bir şeyler öğrenme arzusunda olduğunu, karşılığında ücret ödeyebileceğini yineler. Don Juan para gerekmez, sana bitkiler konusunda bildiğim ne varsa anlatacağım der ve ekler. “Ola ki, yoktur bitkilere değin öğrenilecek bir şey, yok ki onlara değin söylenebilecek bir söz”. Castaneda Don Juan’ın ne demek istediğini anlamaz ve Don Juan üç kez aynı sözü yineler. Tam o sırada alçak uçuş yapan bir askeri jet geçer ve gürültüsü ile yeri göğü inletir. Don Juan elini kulağına yerleştirir ve “İşte dünya da benimle aynı düşüncede” der.

Satın alınabilecek bir bilgi değildir söz konusu olan, bütünüyle adanma gerektirir; “benim zamanıma karşılık senin zamanın!” Der DJ, ruhun sağlıklı gelişimi için gereklidir bu. Savaşçı olma yoluna girildiğinde dünyadaki her şey bize yardımcı olmak için seferber olmuş gibidir. Yukarıdaki özette karşılaştığımız türden “doğrulamalar” ve yoralar sadece savaşçılara gelmiyor şüphesiz, ama onları sadece savaşçılar duyup görebiliyor.

CC, öğrenciliği esnasında binlerce sayfa not tutmuş, daha sonra bunların arasında bir tasnif yapmaya çalışarak önemli ve gerekli gördüklerini bu on iki kitaplık seriyle okuyuculara sunmuştu. Herhalde böyle bir seçim yapmak oldukça zor olmuştur. Kitaplarda kullanılan dilin dolaysızlığı, tutarlılığı ve zaten kültürel olarak aşina olduğumuz usta-çırak ilişkisinin yalın biçimde sunumu bir okuyucu olarak beni tam da DJ nin söylediği gibi yüreğimden yakalamıştı. Yirmi seneden uzun süren bu yolculuk esnasında birbirinden kopuk ve gelişigüzel alınan notların ortaya çıkardığı bütünde ben tek bir çatlak ses duymadım. Hiçbir çelişkiye rastlamadım. Dünyada bazı muhaliflerin iddia ettiği gibi eğer bu yolculuk, CC’nin bir hayal ürünü idiyse bile gerçek olmasından daha az kıymetli yapmazdı onu. Hem zaten gerçek ve hayal dediğimiz nedir ki?

Bize gereken, burnumuzun dibinde ölçüsüz erkin var olduğuna bizi ikna edecek bi öğretmendir. DJ


Sibel Atasoy

Beylerbeyi-26.12.2009

3 Yorumlar

  1. Emrah vatansever says:

    Merhaba 🙂 dün ve bugün tam zamanlı yazılarınızı okudum. Diyeceğim şu ki; ağzım açık ve gözlerim büyüdükçe büyüdü gördüklerim karşısında. Ve arayış içerisinde olduğum için şunu bilmenizi ve teşekkürü sunmam gerektiğini düşündüm. Galiba hayatımda bir yön oldunuz gideceğim tarafı gösteren. Sevgilerimle
    Sitenin ve yazılarınızın takipçisi olmak mutluluk verici. Saygılar

    1. says:

      Merhaba Emrah bey, insanin ta icinden gelen seylerin bir baskasi tarafindan dillendirilmesine sahit olmak nedir bilirim, defalarca yasadim, harikulade bir sevinc!
      Tesekkurler hosgeldiniz

  2. Emrah vatansever says:

    Hoşbuldum 🙂 Sibel hanım. Dediğiniz gibi içimden gelen bir yolun izdüşümünü yazdıklarınızda çok net görmeye çalışıyorum. Tekrar sağolun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir