Hayatın müsveddesi var mı?-15

Hayatın müsveddesi yoktur. Hayatımızı doğal sistem işleyişine uygun olarak düzenleyip gereken şeyleri gereken zamanda yaparak yaşamımızı sürdürdüysek, gözümüz arkada kalmadan mutlu bir yaşamdan sonra tekrar hücrelerimize ayrışırız. Diğer durumda ise, mutsuz bir yaşamdan sonra, gözümüz arkada, yine hücrelerimize ayrışırız. Yaşamımızı doğadaki sistemle uyumlu olarak yaşayabildikse, yaşadık oluyor. Yoksa bir ömür geçiyor ve hücreler yeni bir varlık içinde yarışlarına devam ediyorlar.

Hücrelerimiz de yeni bir yaşam oluşturacak şekilde doğadaki bilgi edinme ve bu bilgilere göre kendilerini yeniden örgütleme işlemlerine devam ereler. Hayat bu şekilde devam eden bir bilgi edinme ve bu bilgilere göre tekrar örgütlenme yarışlarından oluşur. Çünkü zaman denilen faktör, maddelerin bu tür bir değişim-dönüşüm sistemi içinde olmasını gerekli kılar. Ebediyet, sonsuzluk gibi bir şey olması mümkün değildir. Varlıklar (maddeler) birbirlerine dönüşmeyecek olurlarsa, zaman denilen şey durmuş olur (Zaman ve Zamanlama bölümüne bak.).

Ama atalarımız sanki hayatın müsveddesi varmış, bu dünya hayatı geçici, öteki dünya hayatı ebediymiş gibi bir düşünce oluşturmuşlardır. Peki atalarımız neden “öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır?

Önceki bölümlerde gösterildiği üzere, insanların düşünce ve davranışları kalıtsal devreler yanı sıra, ana-babalardan (ve çevreden) aktarılan görsel ve sözel bilgilerle (hikayeler, gelenek ve görenekler, vs.) şekillenmektedir. Aktarılan bu bilgilerin çoğunluğu sözlü olarak aktarılmaktaysa da, yaklaşık 5 bin yıldan beri yazılı aktarımlar gittikçe ağırlık kazanmaktadır.

Arkeolojik bulgular, insanların geçmişte nasıl yaşadıkları hakkında çok önemli bilgiler içermektedirler. Bu veriler arasında toplumsal hayata geçişin yaklaşık 12 bin yıl önceleri olması yanında, bu geçişin ilk defa dünyanın neresinde gerçekleşmiş olduğu hakkında da gerekli ipuçlarını vermektedir. Bu bölge Mezopotamya adı verilen Dicle-Fırat ırmaklarının Basra Körfezine döküldüğü yöreler ve o bölgeye komşu çevrelerdir (Irak merkez olacak şekilde, Türkiye’nin Güneyi ve Güneydoğusu, İran’ın Güney-Batısı, Suriye-Mısır arası). Arkeolojik verilerden ayrıca, kültür düzeyinin, eski zamanlarda dünyanın bir yerinden diğerine ne kadar uzun bir sürede aktarıldığını da görmekteyiz. Örneğin Mezopotamya’da 9-10 bin yıl önceleri başlatılan kasaba-kültürü Kuzeybatı Avrupa’ya yaklaşık 4 bin yıl sonra ulaşabilmiştir! Tüm eski toplumsal yaşam noktalarının bu hilal (yarım-ay) şekilli bölgede bulunması, yöreye “Fertile Crescent” (bereketli hilal) yakıştırması yapılmasının bir nedenidir.

Yine arkeolojik bulgular yöredeki bu muazzam gelişmenin Sümerler denilen bir kavmin buraya gelmesiyle başladığını ortaya koymaktadır. Sümer ismi, yörede yaşayan semitik (arap-israil) ırka mensup Akad’ların dilinde “land of the civilised lords = kültürlü efendilerin ülkesi” anlamında “Sumeru” sözcüğünden gelmektedir. Sümerler ise kendilerini “the black-headed people = kara başlı toplum” olarak tanımlamışlar ve denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini belirtmişlerdir (Ceram 1972). Sümerler insanlık tarihinde yazı yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak büyük önem taşır.

Sümerler yazılarını çivi yazısı şeklinde kurutulmuş kil tabletlere üzerine yazmışlardır. Bu çivi yazısı tabletler 1920’lerde başlayan arkeolojik kazılarda bulunmaya başlanmış ve o tarihten sonra da, insanlığın kültürel gelişim tarihi, klasik yunan kaynaklı eserlerin etkisinden biraz kurtulunarak daha gerçekçi şekilde değerlendirilmeye başlanmıştır.

Arkeolojik kazı verilerine göre Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak iki farlı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği ve insanlığın o dönem çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir.

(Bir not: kazı yapılan ve bulunan çivi yazısı tabletler tufan sonrası döneme aittir ve hepsi Mezopotamyadaki kazılarda bulunmuştur. Dolayısıyla, tabletler, geçmiş bir zamana ait bilgileri, o günün bakış açısıyla yansıtmaktadır.)

Tanrıların diyarı olarak bilinen Dilmun’da

“Dimun’da karga bağırmaz,

Oğlak boğazlayan yaban köpeğine rastlanmaz,

Tahıl yiyen …(?) … bilinmez,

Dul kadın bulunmaz,

Güvercinin boynu eğik değildir,

Gözü ağrıyan “Gözüm ağrıyor” demez,

Başı ağrıyan “Başım ağrıyor” demez,

O günlerde orda yılan yoktu, akrep yoktu, kurt yoktu,

Orada korku bilinmezdi, terör yoktu,

İnsanın düşmanı yoktu.

O günlerde (doğudaki) Şubur ülkesi bolluk, hakaniyet yeri,

Güneyde tatlı dilli Sümer, sultanlığın egemen olduğu büyük ülke,

(Batıda) Martu ülkesi, güvenlik içinde,

Tüm evren, tüm insanlık bir birlik içinde,

Tek bir dilde Enlil’e methü sena etmektedir.” (Karmer 1961’den)

İlk insanın yaratılışı da Dilmun’da olur. Bir örneği Louvre Müzesinde, diğeri Philadelphia Üniversite Müzesinde bulunan iki ayrı Sümer belgesinde, “İnsanın yaratılışı” işlenmektedir. En iyi korunmuş olanı bile dört parçaya kırılmış olarak bulunan bu tablette, ‘insanın çamurdan yaratılışı olayı ve yaratılış gerekçesi (tanrıların yiyeceklerini sağlamak, vs.)” şöyle işlenmiştir (Kramer 1961):

(Başlangıç bölümünde, tanrıların, özellikle kadın tanrıçaların ortaya çıkışlarından sonra, karşılaştıkları ekmek bulma zorluğu anlatılmaktadır. Tanrılar, Sümerler’in aynı zamanda bilgelik tanrısı da olan, dolayısıyla yardımına ihtiyaç duydukları deniz tanrısı Enki’nin uykuda olmasından, dolayısıyla kendilerini duymamalarından yakınmaktadırlar. Bunun üzerine, tüm tanrıların anası, tanrıların yakarışlarını Enki’nin önüne getirir ve söyler:

“Ey benim oğlum, yatağından kalk, … , işe yararlıyı yap,

Tanrıların model hİzmetÇİlerİnİ, onların …i..ini üretmeleri için, …”

Enki düşünür ve annesi Nammu’ya şunları söyler:

” Ey benim annem, adını andığın yaratık …

,,,,,  …;

Derinlerdeki çamurun özünü karıştır,

İyi ve asil modelciler çamuru sertleştirsinler,

Sen onun kol ve bacaklarını yap;

Ninmah (Yer’i doğuran tanrıça) üstünde çalışsın,

,,, (doğum tanrıçası) modelleme sırasında yanında olsun;

Ey benim anam,  onun (yeni doğanın) kaderini sen tayin et,

Ninmah ona  tanrıların … ini bağlasın,

,,,, insan olarak ,,,.”

Bundan sonra, Ninmah derinlerden çamur alıp, 6 çeşit insan modeli yapar. Enki onların kaderini tayin edip yiyecek verir.

Tabletteki Sümerce metin yer yer eksik olduğu için sadece iki tipin özelliği bilinmektedir: Bunlardan biri cinsiyetsiz bir insandır, diğeri ise, kısır bir kadındır. ,,,,”

“(Ninmah’ın) kadın olarak yaptığı … doğurgan değildir.

Enki, doğurgan olmayan kadını görüp,

Onun kaderini tayin etti, onu “kadınlar evinde” kalmaya mahkum etti.

*

“(Ninmah’ın) ne erkek ne dişi organsız olarak yaptığı …nı.

Enki, ne dişi, ne erkek organı olmayanı görüp,

Onun kaderini, kralın önünde durmak olarak tayin etti.

Daha sonra, Enki’nin kendisi de bazı insan tipleri yaratır ve onların kaderini tayin yetkisini de Ninmah’ın yapmasını ister.

Tabletlerin kırık ve eksik olması nedeniyle, bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinilmesinin şimdilik olanaksız olduğu Kramer (1961) tarafından vurgulanır.

Görüldüğü üzere, Sümerler insanın oluşumunu atomik-hücresel bir sistemde tasarlayamamışlardır, çünkü kuvvet dediğimiz gücü güneş, ay, rüzgar, deniz gibi büyük sistemlerde görmüşlerdir. Bu nedenle gökte hareket eden her varlığı bir tanrı olarak kabul etmişler ve saptayabildikleri hareketli varlık (gezegen) sayısı 7 olduğundan, her birine bir gün atfederek 7 günden oluşan haftalık zaman birimini oluşturmuşlardır. Güneşe atfen Sun-day, aya atfen Mond-day, Marsa atfen Mardi (veya Tues-day), Merküre atfen Mercredi (veya Wednes-day), Jüpitere atfen Jeudi (veya Thurs-day), Venüse atfen Vendredi (veya Fri-day), Satürne atfen Samedi (veya Satur-day)!!! Bazı kültürlerde ise bu gök cisimleri görünür büyüklüklerine göre sıraya konularak; en büyüğü Güneş’e atfen 1. gün, ikinci büyüğe (Ay) göre 2. gün, .. 4. gün (car-ü-şembeh=çarşamba), 5. gün (penç-ü-şembeh = Perşembe), vs. şeklinde isimlendirmeler yapılmıştır. Bu nedenle yedi günlük, hafta denilen bir zaman birimi oluşturulmuştur. Diğer 3 gezegen – Uranüs, Neptun, Pluto- gravite kuvvetinin keşfi ve Dünyamızın Güneş etrafında dönen bir gezegen olduğunun saptanmasından sonra bulunmuşlardır; yoksa bir hafta 10 günden oluşturulmuş olacaktı!!).

Kuvvet sahibi olarak sadece gözle görülen büyük varlıklar kabul edilince, doğadaki her şeyin de bu büyük güçler tarafından oluşturulmuş olması gerekeceği varsayımıyla, insanların oluşumu da yukarıda sunulduğu şekilde tasarlanmıştır. Doğada önce büyük tanrılar bulunduğuna göre, o tanrılara hizmet etmek onların ihtiyaçlarını gidermek için de insanlar oluşturulur.  Oluşturulan bu insanlarda tanrı-özlü (asil soylu) olanlar uzun ömürlü olurlar ve ilahi güçlerin toplumlardaki temsilcileridirler. Onlara “me” adını taşıyan toplumsal hayata ait kutsal bilgiler verilir. (Sümerlerde bilgiler kil tabletlere yazılı olduğundan, bu “me” tabletlerinin bir sandık içinde saklandığı belirtilir. Bu sandığı ele geçirme savaşları olduğu bilinmektedir.) (Sibelin notu: ME için bakınız)

Tanrıların gökten inerek yeryüzünde ilk insan uygarlığını (Dilmun’da) başlatmasından sonra, Tanrılar Meclisinde insanların doğru yoldan çıktıklarına, namus ve ahlaklarının bozulduğuna bu nedenle de tüm insanlığın yeryüzünden kaldırılmasına karar verilir. Büyük bir tufan oluşturulacak ve tüm dünya sular altında bırakılarak insanlık yok edilecektir. Tanrılardan biri (Enki) bu kararı pek beğenmez ve Ziusudra adlı inançlı ve Tanrılara hizmette kusur işlemeyen iyi bir kralı bu karardan haberdar eder ve bir gemi yaparak yakınlarını ve her canlıdan bir çifti içine yükleyerek bu büyük tufandan kurtulmasını öğütler. Bu şekilde ilk insan uygarlığı yeryüzünden yok olurken, Ziusudra ve soyu gemiyle kurtulur.

Bu şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden (Adn), Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Zaman içinde de eskiden yaşadıkları o ortam öteki dünya olarak başka bir kavrama dönüşür.

(Tufan olayı Kutsal Kitaplarda da yerini almıştır. Tufanın oluşum gerekçesi de yine insanlığın namus ve ahlakının bozulması sonucu, Allah’ın insanları cezalandırması olarak bilinir.

Kutsal kitaplara göre,

— Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);

— sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);

— sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);

— sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);

— sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün);

— ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).

Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir.

Dünyamızdaki bu ilk yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Âdem’le Havva bir “günah” işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye geldiler? )

Bu soruya verilebilecek mantıklı bir yanıt geçmişimizi doğru yorumlamamıza yardımcı olacaktır. Ve yanıt jeolojik verilerde bulunmaktadır. Şöyle ki:

11-12 bin yıl önceleri Güneybatı Asya’da neler olup bittiğine bakalım. 11-12 bin yıl önceleri, dünyamızın soğuk bir buzul döneminden, ılıman bir buzul- sonrası-döneme geçişine denk gelmektedir. Aşağıdaki şekilde 20 bin yıl öncelerine ait buzul devri coğrafyası görülmektedir. Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m-lik bir deniz seviyesi alçalması demektir! Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş? Örn. Basra Körfezi nerde?

Şekil 27: Son buzul devri coğrafik görüntüsü (Roberts 1984’den). Ve o dönemde Basra Körfezinin durumu.

13 – 73 bin yılları arası dünyamız iklimi çok çok soğuktur; insan yaşamına uygun bölgeler çok sınırlıdır. İnsan nüfusunun yoğun olabileceği yerler Nil, Dicle-Fırat, İndus, Ganj, Mekong vadileri gibi, suyun bulunduğu, ekvator bölgesine ve deniz seviyesine yakın bölgeler olmak zorundadır. Bu seçenekler arasında en ideali – Arkeolojik bulguların gerektirdiği Güneybatı Asya konumlu tek bölge olan –  Dicle-Fırat vadisi ve Basra-Hürmüz-Ovası’dır, çünkü deniz seviyesinin bile altındadır ve kuzey rüzgarlarından korunmuştur ve üstelik üzerinde çok sığ ama çok büyük bir tatlı su gölü (içinde de bir sürü adası) bulunmaktadır (Şekil 27) . Buzul devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu vadi (ve diğerleri), buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir işkence vadisine dönüşmüştür. Çünkü, yüksek dağların (Zağros Dağları) tepelerinde ve yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin gittikçe ısınması nedeniyle ergimeye başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan sulara, buzul örtüsü altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Solifluksiyon olayı!).

Şekil 28’de, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırmalara göre Basra Körfezinin buzul dönemi sonu tekrar dolması aşamaları gösterilmektedir. Buzulların kaybolması sonucu, hem dünya iklimi daha sıcak olmaya, hem de insanların yaşam ortamları gittikçe artmaya başlamıştır; ama bir istisnayla: Buzul devirlerinin Basra-Hürmüz ovası üzerindeki göldeki adalarda ve deniz seviyesinin tekrar yükselmesiyle bağımsız adalara dönüşen diğer Basra ovası tümseklerinde! Çünkü buzulların ergimesiyle oluşan suların denizlere dolmasıyla, deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1 cm kadar yükselmekte, dolayısıyla denizlere komşu olan tüm ovalar ve vadiler yavaş yavaş tekrar deniz suları ile kaplanmaktadır. Bu adalarda yaşayan insanlar, hem her yıl tekrarlanan sel felaketleriyle, hem de yaşadıkları ortamın her sene biraz daha deniz suları altında kalmasıyla boğuşmak zorunda kalmışlardır.

Şekil 28: Basra körfezinin buzul devri sonrası dolma aşamaları (Brentjes 1981’den değiştirilerek)

İnsanların bir araya gelip, toplumsal hayat sistemini oluşturmasına yol açan sınırlayıcı ortam koşulları işte bu durumdur! Bunun sonucu insanlar arası karşılıklı etkileşim kritik değere ulaşmış ve insanlar toplum hayatı denilen yeni bir üst sistem oluşturmuşlardır. Ama sistemin sahipliği konusunda çok büyük bir hata yapmışlardır. Kuvvet dediğimiz yaptırımcı faktörün, varlıkların dışında olduğunu varsaydıkları tanrısal güçleri temsil ettiklerine inandıkları tepedekiler bırakmışlardır.

Her şey bir ihtiyaçtan doğar ve ihtiyaçlar bilgi oluşturularak giderilirler. Her darda kalan, sıkışan öğe, sorunu aşmak için arayışlara girer ve bunun sonucu bilgiler üretilmeye başlanır. İnsanların insanlaşması, yani vahşi davranışlı hayat tarzından, uygar ve birbirlerine karşılıklı saygı duyan bireylere dönüşmesi de bir ihtiyaçtan doğmuştur. Gittikçe sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan bir adada mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.

O zamana kadar herkes birbirlerini rakip veya düşman olarak görürken ve birbirlerinden bağımsız olarak avcılık ve yabani meyve toplayıcılığı ile geçinirken, doğanın karşılarına çıkardığı bu her yıl tekrarlanan sel felaketleri ve gittikçe yükselen deniz seviyesi karşısında, gidecek başka yerleri olmadığı için, karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşime girmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar (ve çevre faktörleri) arası etkileşimler doruk noktasına ulaştığında, karşılıklı uzlaşma sağlanacak bir “order parameter= düzen ölçütü” oluşturulmuş ve insanlar bu düzen ölçütüne uyarak toplumsallaşmayı başlatmışlardır.

Adanın çevresine set şeklinde duvarlar örmek, taşkınlara karşı alınacak tek önlemdir. Duvar örme ve sürekli olarak bu duvarların yıkılan kesimlerinin onarımı için belli insanların görevlendirilmesi gerekmiştir. Duvarcıların geçimini sağlayacak besin maddelerini de başkalarının temin etmesi gerekmiş, bu şekilde insanlar arası karşılıklı bağımlılık sistemi, yani toplumsallaşma başlatılmıştır!

Bir insanın normal olarak toplayacağı yabani meyve veya avlayacağı canlı sadece kendi ihtiyacını karşılayacak kadardır; halbuki duvar yapımı ile uğraşan insanların besinlerini karşılamak da onlara düşünce, çözüm arayışına girmişlerdir.

Tavukları yabanda avlamak yerine, onları “kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek toplamak yerine, “tarla” gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları oradan uzaklaştırıp, daha dar bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri oluşturulur. Bu şekilde “tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların nasıl yapılıp, işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları kendilerinin üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin yetiştireceği ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve farklı alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.

Görüldüğü üzere sinerjetik sistemde sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar. Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıktı. Öyleyse, başka meslekler de oluşturulmak zorunda, çünkü duvarcının ihtiyaçlarının karşılanması gerek! Eskiden herkesin bağımsız olarak yaşadığını ve her türlü ihtiyacını kendisinin karşıladığını düşünürsek, şimdi karşılıklı bağımlılık içinde bir hayat sistemi oluşturulması söz konusudur. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor.

Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine girmişlerdir. Böylelikle TOPLUMSALLAŞMANIN İLK ADIMI atılmıştır!

İnsanların yaşam ortamlarında gerçekleşen bu zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler üretilmiştir. Bu yeni bilgiler insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık yaşam standardının yükselmesine ve daha dar bir alanda daha fazla insanın birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. Önceki bölümlerde vurgulanan bağlayıcı kuvvet ve enerji kazancı ilişkisi toplumsallaşmanın sırrını anlamak için gereklidir.

Daha ekonomik bir yaşam tarzı olan toplumsallaşma, ancak ve ancak insanların bilgi düzeylerinde gerçekleştirecekleri gelişmelerle sağlanabilmektedir. Çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler, bu konularda özel bilgiler oluşturulmasıyla mümkündür.

Toplumsal hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük bir sorunla karşı-karşıya getirmiştir. Arkeolojik-paleoantropolojik bulguların gösterdiği üzere, ilk yazılı anlaşma öğeleri resimlerden oluşur.  Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır.

Böyle bir ortamda toplumsallaşmayı başlatan Sümerlerin tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak adlandırılmasının nedeni budur.

Özetle:

—Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası“ diye adlandırdığımız bu 10–15-bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler.

—Buzul devrinin sona ermesiyle, hem sel felaketleri başlar, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.

—Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar üzerindeki yaşam 3–4 bin yıl kadar sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.

—Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Zaman geçtikçe sel felaketleri azalır. Ama deniz seviyesi yükselmesi, ~12–13 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1cm kadar).

—Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar.

—Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.

—Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..

—Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.

Sümerlerin, “denizden iki ırmak ülkesine geldik” şeklindeki yazılı belgelerinin arkasındaki gizem bu noktadan kaynaklanır.

Olaylar bu şekilde yorumlanırlarsa, her şey anlamlı bir duruma gelir. Görüldüğü üzere, kutsal kitaplardaki cennet ve yaratılış hakkındaki sayfalar, jeolojik ve arkeolojik bulgulara göre ortaya konulan çağdaş bilimsel görüşlere genelde ters düşmemektedir; sadece atalarımızın neleri nasıl yorumlamış oldukları konusunda gerçeklere uygun çağdaş bir yorumlama gerekmektedir.

(Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler (Atlantis kültürü, vs.) Gedik 2008’de bulunabilir.)

Toplum hayatında namus kavramının cinsel ilişkilerle bağlantılı düşünülmesinin nedeni: (Sibelin Notu, bakınız üçgenden dörtgene nasıl geçilir?)

Gerek Sümer belgelerinde, gerekse Eflatun’un kitaplarında, insanlığın oluşumu ve dünyaya yayılışı anlatılırken, kutsal soylu olduklarına inanılan yönetici kesimin, adi soylu olduğuna inanılan halk tabakasının kızlarıyla birleşmeleri sonucu, asil-kutsal özlerinin kaybolmaya başladığı ve soysuzlaştıkları ve bu nedenle de egemen oldukları toplumlarda işlerin kötüye gitmeye başladığı vurgulanır. Bu bilgiler dinsel öğretiler içine alınıp, gelenek-göreneklere işlenmiştir. Bu gelenek ve görenekler altında yetişen insanlarda, felaketlerin bu nedenle geldiği, toplumsal hayatta denge ve düzenin bu nedenle bozulduğu inancı yaygındır. Yani namus kavramının cinsel ilişkilerle bağlantı içinde düşünülmesi tufan olayının yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.

Sonuç olarak şunu belirtmek gerekmektedir: Doğadaki oluşturucu güç sistemi kuantsal kökenli olarak tasarlanamayınca, ister-istemez harici güç sistemleri -Güneş (tanrısı), rüzgar (tanrısı), deniz (tanrısı), vs.- tasarlanmıştır. Doğada sürekliliğin korunması için de bu harici güç sistemlerinin ebedi (sonsuz ömürlü) olması kaçınılmazdır. Zamanın sonsuzluğu bu nedenle kabul edilmiştir.

Prof.İsmet Gedik-Hücre Yapısı

-devam edecek-

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir