Zihinsel projeksiyon-2

Bununla birlikte, Metafizik fenomenlerle ilgili araştırmalarda “deneyci etkisi”adı verilen bir etkinin varlığı ortaya çıkmıştır. Yani, deneyi gerçekleştirenin bu deneyin sonucunu belli bir oranda etkilemesi. Eğer deney inançsız bir araştırmacı tarafından gerçekleştiriliyorsa, oldukça düşük sonuçlar elde edilirken, inanan bir bilim adamı tarafından yapıldığı takdirde bu, hem performansı hem de sonuçların kesinliliğini artırmaktadır. Tıpkı Haysenberg’in belirsizlik ilkesi (ve diğer kuantum teorileri) gereğince laboratuarda yapılan deneylerde deneyi yapanların katılımcı statüsünde olması gibi. Buna örnek olarak, garip bir şekilde, kullanılan kişiye göre rengi ve şekli değişen bir eşya gibi, laboratuardan laboratuara değişiklik gösteren Anomalon adlı taneciğin onu keşfeden (ya da yaratan) kişiye bağlı bir özelliğe sahip şekilde davranmasını verebiliriz.
Ünlü fizikçi Jack Sarfatti ise, katılımcı kavramını Browncu hareketi (sıvı ya da gaz içindeki taneciklerin durmaksızın gelişigüzel davranışlarını)açıklamak için kullanarak, bu rasgeleliğin, katılımcıların iradesinin genellikle bir araya toplanmadığının kabullenmesinden kaynaklandığını (yani, bu hareketi belirleyenin katılımcıların zihni olduğunu) belirterek şöyle devam ediyor “kuantum iç irtibatının daha derin seviyesinde yaşayan bütün sistemlerin yayıldığı alanı da içermek zorunda olsa bile bir fizik laboratuarındaki belli bir kuantum deneyinde, katılımcı, deneycinin kendisi olabilir. Bütün bilinçli sistemler deney düzeneğine göre, uzay ve zamandan bağımsız olan kuantum potansiyelinin tamamına, tek başına foton ve elektronların hissedebileceği, birbiriyle irtibatlı olmayan katkılarda bulunur. ”
Bu kavram ışığında, elektronların ve diğer taneciklerin, quantum potansiyelinin sonsuz gerçeklik alanının daha derin düzeylerinde kökleşmiş olarak varlıkları bilinmezken, İnsan şuurunun evrimleşmesiyle bilinci etkileyecek (ya da zihin tarafından etkilenecek)alanlara yaklaşmış ve sonucunda da bizim gerçeklik alanında açığa çıktıklarını söyleyebiliriz. Bu yüzden de Anomalon taneciğinin, şu an için bulunduğu yeni gerçeklik alanında yeni bir kimlik arayışı içinde dalgalanması nedeniyle, tam olarak nitelik ve niceliklerinin netleşmediğini düşünebiliriz. Tıpkı nötrino parçacığında olduğu gibi. Şüphesiz ona bu kimliği, onu bu gerçeklik alanına taşıyanlar belirleyecektir.

Ünlü fizikçi Boltzman da bütün mümkün evrenler arasından bizim evrenimizin sahip olduğu parametrelerin tesadüf olarak mevcut olmasının mümkün olamayacağını, çünkü bunun “istatistiksel bir hilkat garabesi” olduğu şeklinde dile getirdi. Roger Penrose da Boltzman’ın Entropi tanımından yola çıkarak evrenin mümkün evrenler içerisinden rasgele seçiminin ihtimaliyetini 1/(10 üzeri 10 üssü 123) gibi bir sayı olduğunu, bunun da imkânsızlıkla eş anlama geldiğini belirtmiştir. Bu sayıdan sadece 10 üssü123′ ü ele alsak dahi evrende bu sayıda taneciğin olmayacağını göz önünde bulundurursak ne anlama geldiğini bir de siz düşünün. (İlk sayıdaki ifade için, her bir sıfırı bir protona yazdığımızı düşünsek bile, bu sayının kırkta birini yazmış olurduk. )

David Bohm çalışmalarını bu boyutta yoğunlaştırıp atom-altı parçacıklarının bir gözlemci olmadığı zaman da mevcut olduklarını varsayarak çalışmalarına başladı ve sonunda kuantum potansiyeli adını verdiği kuramla Kuantum düzeyindeki tüm oluşumlara açıklık getirdi.

Şüphesiz, Bohm buna elektronların bir plazma (yüksek yoğunluklu elektron, pozitif iyon ve atomlar taşıyan bir gazdır) içine girer girmez bağımsız davranış biçimlerini terk ederek daha geniş bir Bütünün karşılıklı bağlantı içinde bulunan parçalarıymış gibi davrandıklarını gözlemleyerek ulaşmıştı. Bu elektronların gelişigüzel bireysel hareket eder gibi görünmelerine karşın, sayısız elektronlar bir arada çok mükemmel biçimde örgütlenmekteydi. Böylece plazma, sanki bir amip gibi sürekli olarak kendisini yenileyerek, tüm aksi eylemlere yol açan tanecikleri de, biyolojik bir organizmanın yabancı bir varlığı kist içinde toplamasına benzer biçimde, bir duvar içine alıyordu.
Bohm, plazmalar üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda gördüğü canlı elektron denizini, metallerde de gözlemledi. Sonucunda da elektronların neden ortalığa saçılmadıklarını, kuantum düzeyi altındaki kuantum potansiyeli yoluyla tüm sistemin, tıpkı askerlerin yaptığı gibi, eş güdümsel hareketlerinden kaynaklanmakta olduğunu anladı. Yalnız elektronların böylesi bir bütünselliğin içinde olmasının Newton fiziğinin öngördüğü, bir makinenin parçalarının bir araya getirilmesiyle sağlanan (ya da makinenin içinde yer alan bir hayaletin meydana getirdiği) birlikteliğin değil, canlı bir varlığın parçaları arasındaki örgütlü bir Tekliğin varlığını göstermekteydi.
Bu konuda araştırmalarını derinleştirdikçe, kuantum altı düzeyin tıpkı bir hologram plakasındaki girişim desenlerine benzer olduğunu keşfetti. Böylece, bu iki düzen arasında var olan sürekli ve akıcı alış verişi, pozitronyum atomu örneğindeki, taneciklerin, bir tür parçacıktan diğer bir parçacığa dönüşerek nasıl biçim değiştirdiklerine uyguladı. Mesela, bir tanecik (elektron), gizli düzene geri dönüp saklanırken, bir başka parçacık (bir foton) ortaya çıkarak onun yerini almaktadır. Bu aynı zamanda dalga /parçacık dualitesinin nasıl oluştuğuna da açıklama getiriyordu. Dolayısıyla, her iki görünüm de, daima bir kuantum topluluğu içinde gizlenmiş durumda iken, hangi görünümün ortaya çıkıp hangisinin saklanacağını gözlemcinin, bu kuantum topluluğu ile olan karşılıklı etkileşim şekli belirleyecektir. Fakat burada Dikkat edilecek bir husus da, Kopenhag yorumunun öne sürdüğü gibi, bir gözlemlenen olay bir de onu gözlemleyerek etkileyen, var kılan gözlemcinin mevcut olmayıp (ki Kophenag yorumu bunu ikiye ayırır) ikisinin de aslında aynı şey olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla, bu bizim bir avizeden çıkan ışınla, bir masa, gezegen, yıldız ya da galaksilerle aynı yapıdan meydana gelmiş bir Bütünsel yapı olduğumuzu değil, aynı Tek şey olduğumuzu söyler. Tıpkı Budizmin Elmas Sutrasında dendiği gibi “İndra’nın evinde öyle bir inci ağı oluşturulmuş ki, bir tanesine baktığınızda diğer bütün incileri onun içinde görebilirsiniz. Dünyadaki her nesne de sadece kendisi değildir, diğer her nesneyi içerir ve aslında diğer her bir nesne odur”
İster Neils Bhor’un Kophenag yorumu, ister Wheleer-Everett’in çoklu evrenler modeli, isterse de David Bohm’un saklı Düzen kavramı olsun, her üçü de, zihne başvurmadan kuantum sisteminin asla çözümlenemeyeceğini, görünenin gözlemci tarafından yaratılmakta ve evrenin de bir fiziksel gerçekliğe sahip olmaksızın bir düşünceden, yanılsamadan ibaret olduğunu belirtir.

-alıntı-

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir