Zaman akıp gidiyor..

Geçmiş zaman olur ki… Beş yıl önce tam da doğum günüme rastlayan bir günde SKA nın ikinci basımına dair bir haber yayımlanmış, öylesine karşıma çıkıverdi. Nasıl mı? Hani ormanda etrafa pirinç taneleri serpip yürüyorum ya!

http://agnia.blogcu.com/gun-aydin-devir-hayirli-olsun/294274

Sibel Atasoy, yeni romanı ‘Sırıtkan Kırmızı Ay’da kendimize sormaya korktuklarımızla yüzleştiriyor bizi

19/05/2006 (281 defa okundu) Radikal kitap eki

BAŞAK ÜMİT (ArÅ�ivi)

‘Yalnızca seçimlerin sonucu bu. Her defasında bizi toprak bir çömlek gibi şekilden şekile sokuyor…’ Sırıtkan Kırmızı Ay daha ilk cümlesiyle okuyucuyu ‘seçimler’ üstüne etraflıca düşünmeye çağırdığını gösteriyor. Ama sabırsız okuyucu için zekice kurulmuş bir tuzaktan başka bir şey değil bu. Okuyucunun, yapıtı keyfi doğrultusunda parçalaması tuzağından söz ediyorum. Bütün büyük yapıtların okuyucusuna sunduğu türden bir tuzak; ‘yapıt’ın etkimeyi kafasına koyduğunu, kendinden beklenmeyecek çabuklukta ele geçirdiği konusunda yanılgıya düşen okuyucu, soluklanabileceğini düşündüğü noktada ummadığı sarsıntılarla karşılaşmaya başlar.

İçeriğe, biçime ve anlatımın diğer bileşimlerine yazarın ustalıkla yerleştirdiği ve bütün olarak yapıta ‘gömütlenen’ entropil etki hem kahramanları hem de okuyucuları içinden çıkmakta güçlük çekecekleri bir duruma sokuyor.

Şaşırtıcı bir kurgu

Büyük şehirlerden gelip bir sahil kasabasına yerleşmiş, orta yaşlarda üçü kadın biri erkek dört insanın, sıradan hayat akışında oluşturdukları arkadaşlığın, bütün bu olaylara gebe olduğunu kim bilebilirdi ki!

Her biri durmamacasına diğerleri ile yer değiştiren ve içinde sıkışılıp kalınan, bir genişleyip bir daralan geçmiş-şimdi-gelecek üçgeninden kurtulmak için çıkışa izin verecek deliği hangi kenar-zamanda açacağına karar veremeyen; ama hepsi ânı yaşamak arzusunda olan kahramanların durumu, son derece sade bir dil ve şaşırtıcı bir kurgu ile okuyucunun dimağına akıyor.

Dört bölümden oluşan yapıtın ikinci bölümünün giriş cümlesi yukarıda sözünü ettiğim tuzağı alabildiğine açık seçiklikte anlatıyor.

“O gecenin önemi belki de gerçekte yalnızca o an oluşundan değildi. Bunun bir öncesi vardı, şüphesiz. Şartları o yönde eğip büken ve tam da o anda, o geceye getirip düğümleyen.”

Bu kitapta yazar, insanın ayaklarını bastığı ve sağlam olduğunu zannettiği zemini kuvvetle sarsıyor, boşlukta kalan kahramanlarına konacakları yeni alanlar gösteriyor ama hiçbirini önermeden, yalnızca olasılıklardan haberdar ediyor.

Zaman algısı, gizemli anlar, yanıtı olanaksız gibi görünen sorular, sıradan hayatın içindeki beklenmeyenler, açıklanamayanlar, kuantum, büyü, şamanlar, dostluklar, aşklar, bilinçaltı, astroloji, nümeroloji, rastlantılar, gerçekliğin halleri… Soyuttan somuta, somuttan soyuta devinen kitabın içeriği; bunca yüklü duyguyu, dev monologlar olmaksızın tamamen görsel zekâyla aktarıyor. Kitabı bitirdiğimizde bize bir film izlemiş olduğumuz duygusunu veren de sanırım budur.

İçimizde birikenler!

Pek de kalın olmayan bir gerilim kitabında bu kadar çok malzeme kullanılmış olması, üstelik bunların kitabın genel temposunda hiç bir yavaşlamaya neden olmaması, yazarın konulara hakimiyetinden kuşku duymamızı engelliyor. Hatta yaşanan sıra dışı olayın gerçekten olmuş olabileceği konusunda okuyucuyu ikna ediyor.

Yeniden kitabın giriş paragrafına dönecek olursak;

“Ben bu denemeyi yapmaya karar veriyorum! Parmaklık zaten çok alçak, göbeğim hizasında. Demirin soğuğuna iyice abanıyorum, vücudumun üst kısmını yavaş yavaş eğiyorum. Ayaklarım artık dengeyi sağlayamıyor ve birden dengem yitiyor, tutsaklığım sona eriyor. Düşmek hiç de kötü değil, uçmak gibi, mesafe çok uzun… Soğuğu hissetmiyorum artık.”

Bunu ilk kez okuduğumda bir intihar girişiminin son sözleri gibi algılamıştım. Oysa kitap bittikten sonra yazarın bu girişinde ne çok mana bulunabileceğini fark ederek ürperdim. Doğal olarak insan Atasoy’un bu cümleyi teammüden mi yazdığı yoksa içerde birikmiş duyguların kendiliğinden mi kalemine döküldüğünü merak ediyor.

Eğer yazarın Bir Kadını Öldürmek kitabını okumamış olsaydım, bu paragraftaki kelimelerin büyülü uzantılarını aramayacaktım. Göbek hizasındaki demir parmaklık, dengenin tutsaklığı, düşenin uçmaklığı ve mesafenin uzunluğu gibi betimlemeler nerdeyse insanoğlunun maküs tarihinin kısa bir özeti gibi!

Dördüncü ve son bölümde, yazar bizi içine soktuğu bilinmezlikten bir nebze olsun kurtarmaya karar vermiş gibi Galileo’nun ünlü cümlesiyle başlıyor: Evren her an gözlemlerimize açıktır. Ama onun dilini ve bu dilin yazıldığı harfleri öğrenmeden ve kavramadan anlaşılamaz. Evren matematik diliyle yazılmıştır… Bunlarsız ancak karanlık bir labirentte dolanılır.

Olay bütünüyle ana kahraman olan Sezen’in ağzından anlatılıyor, öyle ki zaman zaman bunun tam da siz okurken yazılmaya devam eden anılar olduğunu hissediyorsunuz.

Bilinenle bilinemeyen arasında

Edebi anlamda yazar, kendini bir yorumlayıcı sınıfına sokmadan, kahramanın insanca zaaflarına izin veriyor ve onu okuyucunun önüne hiç geçirmiyor. Hatta gerek yazın gerekse film kurgularında çok az rastlanacak şekilde, kitabın son sayfasında okuyucuyu kahramanı Sezen’in önüne geçirerek büyük bir sürpriz yapıyor. Üstelik yazar olarak bunu belirtmiyor da! Böylece Atasoy, okuyucuyu kendinden bir adım öne geçmeye davet etmiş oluyor. Bu tekniği Agatha Christie’nin çok konuşulan Roger Ackroyd Cinayeti kitabından tanıyoruz.

Sibel Atasoy’un diğer kitaplarında da şahit olduğumuz genel tarzı; bilinenle bilinemeyen arasında ustalıkla duruşudur diyebiliriz. Okuyucuyu fizik ile fizik ötesi arasında güvenle dolaştırabilen yazar, gerçekten de, önce dengeyi bozmakta, bir yana doğru hızla akışa izin vermekte; ancak hemen sonra yeniden dengeyi sağlayarak kendini ve okuyucusunu güvende olduğuna ikna edebilmektedir. Bu çok incelikli yöntemin dünyadaki yazın alanında tam bir örneği var mıdır bilemiyoruz.

“Bakış mesafesi hayatın en önemli unsurudur. İnsan yaklaştığına kapılırsa onun tarafından yutulmuş olur. Anlayacak kadar yaklaşıp, yutulmayacak kadar uzakta duran ve her an mevcut seviyesinden bütünü kolaçan eden kazanır” cümleleri yazarın hayata bakışına ve şu ana kadar yazım alanına kazandırmış olduğu yapıtların içeriğine dair önemli ipuçları veriyor.

Sibel Atasoy’a bir gerilim, polisiye, fantastik yazarı diyebilir miyiz? Şüphesiz evet, yine de onda Ursula L. Guin’in kışkırtıcı meydan okumasını, Georges Simenon’un sade fakat amansız felsefesini, Agatha Christie’nin alaycılığını, Palahniuk’un pervasızlığını ve acımasızlığını bulmak mümkün. Belki bu sebeple Atasoy’un kitaplarını belli bir tür içinde değerlendirmek zorlaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir