Sufizm ya da holistik düşünce katı

Aşağıda sunduğum metin, harikulade holistik bir bakış veya algılayış. Aslında hocam Gurdjieff’in üzerimde ne büyük etki bırakmış olduğunu bir kez daha müşahade etmeme sebep oldu. Aynı şekilde kelimeler tastamam Castaneda terminolojisine de tercüme edilebilir.
Sufizmin, ikinci düşünce katının yani holistik algılamanın deneyimi olduğuna çok uzun zaman önce uyanmıştım.Bu konuda İBN’i Arabi’yi de anmadan geçmek olası değil, olağanüstü çalışmaları tüm insanlığa bir hediye.  Atalara minnet borçluyum. Çok çok teşekkürler, Allah hepsinden razı olsun.
Son olarak (yakın arkadaşlarım hatırlayacaklardır), ekteki belgede verilen şu örneği, konuşma ve yazılarımda defalarca kullandım, hem de dış bilgiden değil bizatihi deneyimimden kaynaklanan bir örneklemeydi: İnayet Han Tanrı ile insanı Güneş ile onun ışınlarına benzetir. Ya da deniz ve dalgalarına. Dalga denizden ayrı değildir de, yükseldiğinde kendini dalga zanneder, ama aşağıya indiğinde geldiği yere döndüğünde denizden ayrı olmadığını fark eder.

**

“Cennet zihin halidir, Cehennem zihin halidir”

Hazret İnayet Han

“Biz ki her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası”

Yunus Emre

Bugün Sufizm içinde bir çok farklılıklar ve çeşitlilikler görmekteyiz. Bunun zaman, mekan ve şartlardan oluştuğu ve sufizmin hiç bir dine veya millete mal edilmemesi gereken evrensel bilgelik olduğu kanısındayım. Bu bilgeliğin ilahi boyutu olduğundan kişisel olarak şüphem bulunmamaktadır. Yalnız bugün üstünde durulması gereken en önemli noktanın Sufizmin kendisiyle Sufi tarikatlarının aynı olmadığının bilinmesi gerekliliğidir. Sufizm bir yaşam tarzıdır, hayata farklı bir bakış ve iç yaşamı keşfetme yoludur diyebiliriz.

Tarikatlar ise Sufizmden kaynaklanan, kurumsallaşmış olgulardır. Bu durum su ile buz ilişkisi gibidir. Buz sudan oluşmuştur, ama suyun katılaşmış, donmuş halidir. Veya okyanustan su alıp testiye doldursanız testideki su ne kadar okyanus özelliğini korur ki?

Sufiliğin aslı ve yaşam felsefesinin sadece tarikatlar tarafından temsil edilemeyeceği bugün İslam Dünyasında çoğunluklar tarafından da bilinmektedir. Halbuki bu noktada insanlarımızın bilinçlenmesinin toplumumuza çok fayda sağlayacağını düşünüyorum.

Çünkü tarikatlarla Sufizmi ayıramadığımızdan Sufizm olgusu büyük bir kesimde toptan reddedilmektedir.

Yüzyıllarca bu toplumu güzel sanatlar, müzik ve bilim alanlarında zenginleştirmiş olan bu felsefenin işlerliği azaltılmıştır.Aynı durum Sufi Meditasyonu için de geçerlidir. Problem ilk etapta Sufizm ile ilgili kitaplarda eski kavramların kullanılması ve yeni neslin bu kavramları anlayamamasıdır.

Mesela meditasyon dendiğinde akla çoğunlukla Hinduzm ve Budizm gelmekte ve tefekkür, riyazet kavramları ise toplumun genelinde tanınmamaktadır. Diğer bir problem ise din ile sufizm arasındaki fark ve bağın bilinmemesidir.

Din genelde Tanrının insanlara peygamberler yoluyla vahiy ettiği sosyal ve ahlaki yaşam şeklidir. Burada Tanrının iradesi ön plandadır. Dine göre insanların uymakla zorunlu olduğu kurallar vardır. Burada bir zorunluluk, olmazsa olmaz vardır. Sufizm ise bireyden Tanrıya giden yoldur; birey Tanrıyı arar ve bu arayış bir farz, yani zorunluluk değildir.

İnsan sevdiği için, zevk aldığından dolayı bunu yapar. Dinde ibadetlerin çoğu farz iken, Sufizmdeki uygulamaları bireyler neşeyle, zevkle yaparlar. Burada vazife, zikir, fikir gibi meditasyon uygulamalarının sayısal çokluğu önemli değildir; kalite, kalpten ve zevk alarak yapabilme önemlidir.

Dini ibadetlerle Sufizmin kesiştiği noktalar tabii ki mevcuttur. Aslında birçok konuda farkı neyin yapıldığı değil, nasıl yapıldığı oluşturur.

Mesela, dindar bir kişi namaz kılarken, o derece konsantre olur ve ibadeti esnasında kendinden geçer, yani kişisel kısıtlılıklarını, egosunu, dış çevresini unutursa, geriye konsantre olduğu ideali kalır ve yapılan iş mistik bir mahiyet kazanır. İşte bu Sufizmdir.

Bu konu günlük işlerimiz, sanatsal uğraşlar içinde bilhassa geçerlidir. İşlerimizi ve uğraşılarımızı zevk alarak ve mükemmel şekilde yapmaya çalışmak bizi kısıtlı tarafımızı, yani egomuzu unuttuğumuz bir meditasyon haline sokabilir. Yani meditasyon yapmak için sadece dini tekniklere gerek yoktur.

Klasik Sufizmde ise dini teknik ve metodlarla ve belirli psikolojik ve ahlaki basamakları geçip egoyu alt etme yoluyla yüzyıllarca etkili bir şekilde ruhaniyete erişmeye çalışıldı.

Bu çerçevede 1910 senesinde kardeşleriyle beraber Batıya gelen Müzisyen ve Sufi olan Hazret İnayet Han batılı tarzda yetişen insanların ihtiyacının dengeli yaşabilmeleri ve mutlu olabilmeleri için maneviyata da yönelmeleri gerektiğini ve bunun maddiyatı ve modern hayatı reddetmeden de yapılacağını öğretmiştir.

Bugün Hazret İnayet Hanın öğretisi Batıda ruhaniyeti arayan kesimlerde artarak büyük ilgi görmektedir. Batıda geçirdiği 16 yıl boyunca sufiliği insanları dini sınıflarına göre ayırt etmeden modern anlamda herkesin anlayabileceği şekilde anlattı.

İnayet Hanın anlatım dili çok sade olup, en zor tasavvuf konularını bile alışılagelmedik bir kolaylıkla açıklar. Evrenselliği aslında insan ruhuna hitap etmesinden kaynaklanmaktadır ve çeşitli din ve milletlerden gelen insanlar onun yorumlarını okuduklarında birçok şeyi aslında daha önce bildiklerinden bahsederler.

Ona göre ruhaniyet bir insanın sahip olduğu bir şey değildir, bu o kişinin en içsel özü, en derin varlığıdır. Bu herkes için geçerlidir. İnsanın kendisi mutluluktur, barıştır, her şey insanın kendisinde, en derin varlığında bulunur.

Peki bu en derin varlık nedir? Nasıl bilinebilir? Ruh kendisi dışında herşeyi görür ve algılar. Kendisini bu dışta gördüğü objeler zanneder, onlara eş tutar. Kendi varlığının farkında değildir. Maalesef bu yanılgı çoğunlukla ömür boyu sürer.

Kendini bilememek ve dıştaki başka şeylerle eş tutma, başka bir şey sanma yanılgısı bizi Tanrıyı tanımaktan da alıkoyar. Bu yanılgı bizde sahte bir benlik oluşturur. Kendimiz hakkında edindiğimiz yanlış duygu ve düşünceler yumağı. Ego, İnayet Hana göre budur

Tanrıyı tanımak aslında çok kolaydır, çünkü “o bize şah damarımızdan daha yakındır” (Kuran-ı Kerim). “Ama kişinin egosundan kurtulması bu sınırlı tarafını unutması en büyük zorluğu teşkil eder” (İnayet Han). Bu yüzden pek çok felsefenin, tüm dinlerin asıl amacı insanı bu yanılgıdan kurtarmak ve insanlara bunun yollarını göstermek olmuştur.

Kendini bilmek, Tanrıyı bilmek nedir? Kendini bilmek insanın ruhunu tanıması, keşfetmesi ve ruhun uyanışıdır. İnsan ruhunun en derinlerinde ise Tanrısal ışık yatar. İslam dininde bu ışık nur olarak adlandırılır. Ekard Usta Tanrısal kıvılcımdan bahseder.

İnayet Han Tanrı ile insanı Güneş ile onun ışınlarına benzetir. Ya da deniz ve dalgalarına. Dalga denizden ayrı değildir de, yükseldiğinde kendini dalga zanneder, ama aşağıya indiğinde geldiği yere döndüğünde denizden ayrı olmadığını fark eder.

Ancak bu tür benzetmelerle anlatılabilen bu olayı kişi kendisi yaşamalı ve tecrübe etmelidir. Yoksa anlatımlar yeterli olmaz. Meditasyon yolu kişinin bu tecrübeyi yapmasını sağlamayı amaçlar. Bu meditasyon kitabının İnayet Hanın şu söylemi bazında okumanızı tavsiye ederim:

“Tanrıyı hayatınızın hakikati haline getirin ki, O da sizi hakikat yapsın” Her okuyanın bu tecrübeyi yapması dileğiyle.

Aftab Talat Kamran

G İ R İ Ş

Hazret İnayet Hanın meditasyonla ilgili açıklamalarını daha iyi anlayabilmek için meditasyonla erişilmek istenen asıl tarafımızın ne olduğunu bilmemiz gerekir. Biz vücudumuz muyuz? Zihnimiz mi ya da duygularımız veya kalbimiz miyiz? Yoksa ruhumuz mu?

Nedir ruh?

Bu soruların cevaplarını vermek kolay olmamakta. Sürekli farklı tecrübeler yapmakta ve kendimizi farklı taraflarımızla özleştirmekteyiz. Bilinçimiz devamlı dolaşmakta.

Örneğin; hepimizin çok sevdiği annemizle ilgili belki de sık sık yaşadığımız farazi bir olayı ele alalım.Bazı durumlarda annemiz bizi kritize edebilir ve hatta çok sertte konuşabilir. Kritikler ve sert konuşma ağır geldiğinde hislerimiz olumsuz olarak kabarır ve kızmaya başlarız.

O anda düşünce devreye girer ve “ama o annem, ona kızamam” diyerek hislerimize karşıt fikir üretir. Belirli bir süre his ve düşüncelerimiz ön plana çıkar. Daha sonra kalp devreye girdiğinde, hisler ve düşünceler unutulur ve kalpten sevgi yüzeye çıkar. Anneye duyulan sevgi ve sempati. Bu yaşanan hallerin hepsinin kendisine göre bir gerçek payı vardır ve insan bilinci bir asansör misali bir kattan diğerine geçmektedir.

Sufilere göre insanın en önemli tarafının ise hemen hemen hiç farkına varmıyoruz. Nedir bu tarafımız? İnayet Han bu soruya cevabı insan varlığını üç bölüme ayırarak şeyle vermektedir:

İlk etapta

“dış varlığımız mı zihin dünyamızı yaratır yoksa iç dünyamız mı vücudumuza şekil verir?” sorusuna cevap vermek zordur. Gerçekte her ikisininde etkisi vardır; Vücut zihni yapar, zihinde vücudu yapar.

Zihnin vücut üzerine büyük bir etkisi vardır ve vücutta zihin üzerine çok açık bir şekilde etki yaratır. Hastalık düşüncesi, hastalık getirir; gençlik ve güzellik düşüncesi de benzeri kaliteleri oluşturur; vücudun temizliği zihnede temizlik getirir, vücudun kuvvetli olması ise zihine cesaret verir.

Vücudumuzun her değişikliği zihni etkiler. Diğer bir değişle zihin vücudun resmini gösterir. Ruhun kendisi herşeye nüfuz eden bilinçten başka birşey değildir. Fakat bu bilinç çevresindeki elementler vasıtasıyla sınırlı, kısıtlı hale getirilirse, işte bilincin bu hapis haline ruh deriz.

Çinliler ruhu tanımlarlarken arının gülüşünü kullanırlar. Bu bir semboldür ve aslında kastedilen gözdür, gözün arıya benzeyen gözbebeğidir; diğer değişle ruhun tabiatı, gözün tabiatı incelenerek anlaşılınır.

Gözün gördüğü herşey çevresindekilerin bir anlık yansımasıdır ve göz kendisini başka yöne çevirdiğinde artık o yansımalar gözde değildir, onlar kaybolur. Yansıma sadece bir anlık algılamadır.

Ruhun tabiatı böyledir.

Gençlik, yaş, çirkinlik, günah veya sevap, bunların hepsi, fiziksel ve zihinsel oluşum süresince ruhun önündedir, ve ruhun kendisi bu oluşumların çekimi altına girer ve bağlanır. Fakat kendini bunlardan uzaklaştırdığı anda da özgürleşir.

Hintli bir şair şöyle der:

“Her ne kadar dünyevi bağlar beni esir alsalarda, onlardan kendimi kurtarmam anlık bir meseledir. Bu bağları yönümü değiştirerek koparıveririm”.

Fiziksel ve zihinsel yaşam alanlarının getirdiği her tecrübe ruh için bir rüyadır. Bilgisizliğinden dolayıdır ki, ruh bu tecrübeleri gerçek olarak kabul eder. Böyle yapmasının sebebi de, kendisini görememesidir; gözün kendisini göremediği gibi ruhda kendisini görememektedir.

Bu sebeple ruh gördüğü her şeyle kendini özdeşleştirir, ve vizyonun sürekli değişmesinden dolayı kendi kimliği de değişir

Ruh ne ölür, ne de doğar, ne başlangıcı, ne de sonu vardır. Günah ona bulaşamaz, sevapta onu etkilemez. Bilgelik onu büyültmez, cahillikte karartamaz. Daima vardır ve ebedi de var olacak. Bu insanın hakiki tarafıdır ve diğer şeyler onu üstünü kaplar, tıpkı ampülün/fanusun ışığı kapladığı gibi.

Ruhun gelişimi kuvvetinden kaynaklanır ve alçak değerdeki yaşam alanlarının bağlarını kırmasıyla sonlanır. Tabiatı itibariyle özgürdür ve esareti esnasında özgürlüğünü arar. Tüm kutsal insanlar, ermişler ruhlarını özgürleştirerek hallerine erdiler ve sadece özgürlük onların yaşamlarının objesi, amacı oldu.

Ruh ve zihin suyla tuz gibidir. Zihin ruhtan gelir, tuzunda sudan gelişi gibi; ve bir an gelir ki zihin ruhta erir, tıpkı tuzun suda erimesi gibi. Zihin ruhtan kaynaklanan bir oluşumdur, tuzda sudan.

Ruh zihinsiz yaşar, fakat zihin ruhsuz yaşayamaz. Ruh zihinsiz daha saftır ve zihin onu kaplar, perdeler.

Ruhu kaplayan zihin ampül gibidir: Günahkar bir zihin ruhu günahkar, erdemli bir zihin ise ruhu erdemli yapar.

Ama tabiatı itibariyle değil, sadece etki olarak, kırmızı ampülün, lambanın ışığını kızrmızılaştırması, yeşilin yeşilleştirmesi gibi. Aslında ışık ne yeşil, ne de kırmızıdır; o renksizdir, renk onun elbisesi, vücududur.

Eğer kalp mutluysa, ruhta mutludur; şayet sefillik düşüncesi hakimse, o da sefil olur. Ruh hayal kurma gücü vasıtasıyla yükselir; derinliğe ise düşüncenin derinliğiyle erer. Zihin huzursuzsa o da huzursuz olur ve huzura zihnin barışa kavuşmasıyla erişir.

Bu hallerin hiçbiri onun gerçek tabiatını etkileyemez, fakat belirli bir zaman öyleymiş gibi gözükür. Ruh bir cennet kuşudur, cennette özgürce yaşar. Onun ilk hapishanesi zihin, sonra da vücut olur.

Bu ikisinin içinde ruh sadece sınırlı değil, aynı zamanda esir olur. Sufinin yaşamı süresince uğraşı ruhunu bu esaretten kurtarmak olur ve bunu zihin ve vücudu yenerek yapar.

“Zihin mi vücuda, vücut mu zihne hakimdir” sorusunun cevabı şöyledir:

Zihnin vücuda hakim olması doğaldır, ama genelde vücut zihine hakim gelmektedir. İnsan sarhoş olduğunda veya çok ateşlendiğinde bu bir şekilde açığa çıkar. Dolayısıyla ruhun tabii olarak zihine hakim olması gerekir, ama çoğunlukla zihin hakimdir.

Zihin zevk veya üzüntü, bilgelik veya cahillik illüzyonunu ruhun önüne koymaktan başka bir şey yapamaz. Vücutta sadece zihnin kontrolünden kurtulup kendi arzusunu gerçekleştirebilmek için zihne karşı anlık bir kargaşa yaratır.

Bu yüzden tüm günah, kötülük ve yanlış olarak algıladıklarımız, aslında vücudun zihne ve zihninde ruhun üstüne yaptıkları etkilerdir; tüm erdemler, iyilik ve doğrular ise ruhtan zihne, zihinden de vücuda gelir.

Başka değişle, ruhta düşünüleni zihin, zihinde düşünüleni de vücut yerine getirmeli; böylece vücut zihnin, zihinde ruhun komutanı olmasın.

Ruh bizim asıl, hakiki varlığımızdır ve onun vasıtasıyla yaşamın bilincine varırız. Vücut kuvvetini ve manyetik alanını kaybedince, zihin üzerine etkisini de kaybeder ve ölüm gelir. Ondan sonra ruh yaşam tecrübesini zihin aletiyle yapmaya devam eder, bu da başlı başına kendi içinde bir dünyadır, fiziksel alanda, dünyada yapılan tecrübenin fotoğrafı. Eğer zihin neşeyle doluysa cennete dönüşür, üzüntüyle doluysa da cehenneme.

Zihin gücünü kaybettiğinde, ruha olan hakimiyetini da kaybeder. Hakimiyetini kaybederse, ruh için bu dünyanın sonu olur. Ama ruh hala hayattadır; o sonsuz varlığın parçasıdır, ve ona ölüm yoktur. Ebedidir.

Çoğu kişi beynin düşündüğüne ve kalbin hissettiğine inanmaktadır. Ruh bir ayna gibidir ve zihnin, vücudun her hareketi, aktivitesi üzerine yansır. Ruh tecellinin başlangıcından itibaren konulan hedefine aletleri vasıtasıyla erer.

Sadi şöyle der: “Her ruh belli bir amaç için doğar ve bu amacın ışığıda ruhunda yakılır”

Herhangi bir şeyi veya varlığı düşündüğümüzde, kendimizi unuturuz, ve o varlık veya eşya bize yansır. Bir an ruhumuza yansıyan o şey veya varlık oluruz ve ruhumuza yansıyanlarla ilgili her şeyi bilebiliriz; hatta kendimizle ilgili bildiklerimizden daha fazlasını bilebiliriz, halbuki biz o yansıyan şey değilizdir.

Telepati, düşünce okuma, ruhlarla ilişki kurma olgularının arkasında bu gerçek yatmaktadır. Eğer ruhumuzu istediğimiz yöne doğru bir şekilde yoğunlaştırmayı bilebilsek, ustalardan, peygamberlerden, ermişlerden, aydınlanmışlardan okumadan, herhangi bir çaba sarfetmeden çok şeyler öğrenebiliriz.

Ama ruh yüceliğinin farkına varmamışsa, tam anlamıyla sınırlılık bilincinden dolayı fakirdir. Bağlandığı, arzuladığı, hayranlık duyduğu şeyler ona uzak görünür. Halbuki kollarının kısa olmasından dolayı değil, sadece fiziksel vücudunda hapis olduğundan dolayıdır ve maddesel kollarla çalışmaktadır.

Maddenin erişme kapasitesi kısıtlıdır.

Ruhun yaşam boyunca hayal kırıklığına uğramasının diğer bir sebebi de kendisini çevresindeki varlıklardan ve eşyalardan ayırması, kendisini zihin ve vücudu gibi, kısıtlı olan aletlere yoğunlaştırması ve yaşamı bu aletler vasıtasıyla tecrübe edip, algılamasıdır. Bu aletleri bireysel öz varlığı olarak tanımlar ve böylece çok uzaklara erişebilen kuvvet ve zekasını sınırlar

Ama ruh bir kere uyandımı erişemeyeceği hiçbir varlık,hiçbir şey yoktur.

Zihin dünyasının beş kabiliyeti vardır.

Hissetme kabiliyeti (kalp-zihin dünyasının derin, iç tarafı),

düşünme kabiliyeti,

mantık kabiliyeti (vicdan),

hatırlama kabiliyeti (hafıza),

kendini özdeştirme (ego-nefs).

Ruh bu beş köşeli odada bulunan bir ışık gibidir. Çünkü ruh duygu, düşünce, hafıza, vicdan ve başkasıyla özdeşme kabiliyeti vasıtasıyla algılamaktadır. Aslında onlardan bağımsızdır ve duygular ve hislerin değişmesi onu değiştirmez.

Ama ruh kendini göremediğinden, egosu yardımıyla, düşünmeye başlar: Ben mutluyum, veya üzgünüm, veya hatırlıyorum, unuttum gibi. Ruh bunların hiçbirini yapamamaktadır, hepsi zihnin işidir. Fakat kendisini görememektedir, dolayısıyla o anda sadece gördükleriyle özdeşir.

Gerçekte ise ruhun ışığı zihnin düzgün çalışmasını sağlar. Bu ışık yaşamın tüm kargaşalığıyla örtülürse, ruh ışığını kendisine gelen tüm içgüdü ve ilhama kapar. Zihin düzgün çalışmazsa, bu seferde ruh etrafındakileri tam olarak algılayamaz; zihin ruhun önünde duran bir teleskop gibidir

Her ikisi de önemlidir: Zihnin düzgün durumda olması ve ruhunda zihne tam olarak odaklanması. Zihin de bir ayna gibidir ve zihne gelen her düşünce bu aynaya yansır. Şayet içinde bir yansıma olan ayna başka bir aynaya odaklanırsa, aynı yansıma diğer aynada da gözükür.

Ruhun iki tarafı ve iki farklı tecrübesi, algılaması vardır. Bir tarafı zihin ve vücudu vasıtasıyla algılar, diğer tarafı da ruhun derinliğiyle algılar. Birinci kısmına dış tecrübe, diğerine ise iç tecrübe deriz. Ruhun tabiatı ise cam gibidir, saydamdır.

Camın bir tarafını kaplarsak, ayna olur. Dış tarafın tecrübeleri yansıdığında ve diğer taraf örtüldüğünde, ruhta böyle ayna haline döner. Bu sebeple kişi dış bilgileri algılama konusunda ne kadar kabiliyetli olursa olsun iç bilgiye de o derece kabiliyetlidir diyemeyiz.

İç bilgiyi elde edebilmek için Sufiler ruhun diğer tarafını örteler, böylece ruhun aynaya dönüşen tarafı dış dünya yerine içe döner ve ruhaniyetle yüz yüze gelir. Bunu başardıktan sonra ilham ve manevi bilgeliği algılamaya başlar.

Ruhun bu cam gibi saydam olma özelliği ve bir tarafını kapayarak diğer tarafın yansımalarını algılayabilme kabiliyeti meditasyon için çok önemlidir. Tüm yapılan vazife, zikir, fikir veya benzeri çalışmalar ruhun bir tarafını tamamiyle örtmek içindir. Diyelim ki vazife yapıyoruz.

O anda yoğunlaştığımız sıfat ruhumuzun dışa yönelik tarafını tamamiyle doldurur ve kapayabilirse, o takdirde ruh bir ayna olarak kendisini içe çevirir ve derinliklerinden gelen yansımaları algılayabilir. Bu durum güzel bir objeye yoğunlaştığımızda, harika bir doğa güzelliğiyle karşılaştığımızda veya güzel bir müzik parçasına odaklandığımızda da oluşabilir.

Dıştaki güzelliğe o kadar yoğunlaşırız ki, dış tarafımız bu güzellikle örtülür ve ruh ayna olarak içe döner, içten gelen yansımaları bekler. Bunu şu örneğe benzetebiliriz: Düşünelim ki su arıyoruz ve bu arayışta bir kuyu ile karşılaşıyoruz.

Kuyu derin, yukarıdan bakıldığında dibi gözükmemekte. Yapabileceğimiz şey dibe kovayı fırlatmak. Eğer dipte su varsa, kova dibe eriştiğinde su sesi gelecektir ve kovayla suyu çekebiliriz.

İşte meditasyonda böyledir, yapılan tüm zikir, fikir, vazife veya diğer yoğunlaşmalar dibe fırlatılan kova gibi birer alettirler. Mesele dipte suyun olup, olmamasıdır.

Hazırlayan: Aftab Talat Kamran

1 Yorum

  1. Eftal Böllü says:

    slm

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir