Mercedes Peralta-Cadının Rüyası-4

Ruhsalcıları, cadıları ve şifacıları tanımlaması Florinda’nınki ile aynı idi. Tek fark ayrı ve bağımsız bir sınıfın varlığını kabul etmesiydi: Medyumlar. Medyumları, ruhların kendilerini ifade etmeleri için ortam oluşturan aracı-yorumcular olarak tanımlıyordu. Onun anlayışına göre medyumlar diğer üç sınıftan o derece farklı idiler ki hiçbir gruba ait olmaları gerekmiyordu. Fakat dört özelliğin tek bir kişide toplanması da mümkündü.

Bir erkek sesi “Odada rahatsız edici bir etki var” sözleriyle dona Mercedes’in ilahisini kesti. Grubun geri kalanı tüten purolarla ve suçlayan gözlerle dumanlı karanlığı delerek onaylarını gevelediler.

İskemlesinden kalkarak “Bir bakayım” dedi. Her bir kişinin arkasında kısa bir süre durarak birinden ötekine geçti.

Omzumu sivri bir şeyin deldiğini hissedince bir çığlık attım. “Benimle gel,” diye kulağıma fısıldadı “transta değilsin.” İtiraz edeceğimden çekinerek kolumdan tuttu ve beni kapı niyetine kullanılan kırmızı perdeye götürdü.

Odanın dışına itilmeden önce “fakat sen kendin gelmemi istedin,” diye itiraz ederek “eğer bir köşede sakince oturursam kimseyi rahatsız etmem” diye ısrar ettim.

“Ruhları rahatsız edersin” diye mırıldandı ve sessizce perdeyi kapadı.

Genelde çalıştığım, ses kayıtlarımı aldığım ve gittikçe artan alan notlarımı düzenlediğim mutfağa geçtim. Mutfağın tavanından sarkan tek ampulün etrafında bir sürü böcek uçuşuyordu. Odanın ortasındaki masayı aydınlatan zayıf ışık köşeleri ve orada uyuyan pire dolu uyuz köpekleri karanlıkta bırakıyordu. Dikdörtgen mutfağın bir yanı avluya açılıyordu. İsten karamış olan diğer üç yanda bir kerpiç fırın, bir gaz sobası ve suyla dolu yuvarlak madeni bir leğen duruyordu.

Ay ışığı ile aydınlanmış avluya yürüdüm. Dona Mercedes’in ahbabı olan Candelaria’nın, iyice sabunlanmış çamaşırları güneşten beyazlaşmaları için üzerine astığı çimento zemin, bir gümüş su birikintisi gibi parlıyordu. İplere asılı çamaşırlar, avluyu çevreleyen sıva kaplı kara duvarlara karşı beyaz lekelere benziyorlardı. Ay ışığı ile çevrelenmiş meyve ağaçları, tıbbi bitkiler ve sebze öbekleri, böceklerin uğuldaştığı ve çekirgelerin tiz sesler çıkardığı karanlık ve ayırımsız bir yığın oluşturuyorlardı.

Mutfağa döndüm ve ocakta yavaş yavaş kaynayan tencereye göz attım. Günün hangi saati olursa olsun, daima yiyecek bir şey bulunurdu. Genellikle, mevcutlara bağlı olarak, et, tavuk veya balık ile birçok sebze karışımını içeren, koyu bir çorba olurdu.

Duvara oyulmuş kerpiç raflardaki tabakların arasında bir çorba tabağı aradım. Düzinelerle uyumsuz porselen, madeni ve plastik tabak vardı. Kendime büyük bir kap tavuk çorbası aldım ama oturmadan önce yakında duran leğenden bir kap su alıp sobanın üzerindeki çorba tenceresine eklemeyi unutmadım. Ev halkının acayip adetlerine uyum sağlamakta uzun zaman harcamamıştım.

Toplantıda olanları yazmak üzere oturdum. Bir toplantıda olan ayrıntıları veya bir sohbette geçen her sözü hatırlamak üzerime kaçınılmaz olarak çöken yalnızlık hissini yenmenin en iyi egzersizi idi.

Bacağıma bir köpeğin soğuk burnu sürttü. Artık ekmek parçaları aradım, onlarla köpeği besledim ve notlarıma geri döndüm. Uykulu hissetmeye başlayıp gözlerim zayıf ışıktan yorulana kadar çalıştım. Kâğıtlarımı ve ses kayıt cihazımı toparlayıp evin öbür yanındaki odama doğu yöneldim. İç verandada kısa bir süre durdum, ay ışığı ile yamalı görünüyordu. Hafif bir rüzgâr bükülü üzüm asmasının yapraklarını karıştırarak, karmaşık gölgesinin tuğla avluda girift şekiller oluşturmasına neden oluyordu.

Kadını görmeden önce varlığını hissettim. Avluya yayılmış iri kil kapların arasında yere çömelmiş, adeta saklanmıştı. Saçaklı beyaz yüne benzeyen bir saç demeti başını beyaz bir hâle gibi örtüyordu ama etrafındaki gölgelere karışan karanlık yüzü belirsizdi. Onu evde daha önce hiç görmemiştim.

Onun dona Mercedes’in arkadaşlarından biri, belki bir hasta, belki de Candelaria’nın seanstan çıkmasını bekleyen akrabalarından biri olabileceği mantığını yürüterek ilk korkumu yendim. “Özür dilerim ben burada yeniyim. Dona Mercedes ile çalışıyorum dedim.”

Ben konuşurken kadın başını sallıyordu. Bende, neyin hakkında konuştuğumu biliyor intibanı yarattı ama sessizliği bozmadı. Açıklanamaz bir huzursuzluk beni ele geçirdi ve histerik bir korkuya kapılmamaya gayret ettim. Avluda yaşlı bir kadın çömeldi diye paniğe kapılmam için herhangi bir nedenim bulunmadığını kendime defalarca tekrar ediyordum.

“Seansta mıydın?” diye şüpheli bir sesle sordum. Kadın onaylayarak başını salladı.

“Ben de ordaydım ama dona Mercedes beni kovdu,” dedim.

Birden rahatladığımı hissetim ve durumla dalga geçmek istedim.

Yaşlı kadın “benden korkuyor musun?” diye aniden sordu. Çatlak sesinden kararlılık ve gençlik yansıyordu. Güldüm. Saygısız bir tavırla “hayır” demek üzere iken bir şey beni durdurdu. Kendimi ondan aşırı derece korkmuş olduğumu söylerken buldum.

Kadın doğal bir şekilde “benimle gel” diye emretti. Yine ilk tepkim onu cesurca takip etmekti ama yerine, kendimi söylemek niyetinde olmadığım bir şey söylerken buldum.

“İşimi bitirmem gerekiyor. Benimle konuşmak istiyorsan şimdi burada yapmalısın.”

“Gelmeni emrediyorum” diye kadının sesi gürledi. Sanki bir anda bedenimdeki tüm enerji beni terk etti gitti. Buna rağmen “neden kendine kalmayı emretmiyorsun?” dedim.

Bunu dediğime inanamadım. Özür dilemeye hazırlanırken sanki tuhaf yedek bir enerji bedenime aktı ve kendimi tekrar kontrol altına almamı, hemen hemen sağladı.

Kadın çömeldiği pozisyondan kalkarak “senin istediğin olsun,” dedi.

Boyu inanılmaz büyüktü. Dizleri benim göz hizama gelecek kadar uzadı. Bu noktada enerjimin beni terk ettiğini hissettim ve bir seri vahşi ve tiz çığlık attım.

Tamamı için tıklayınız

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir