Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler

Elif Bozgan

Çık ormana git, git. Eğer ormana gitmezsen asla bir şey olmaz ve hayatın asla başlamaz.

Çık ormana git.

Git.[1]

Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı[2] ilk okuyuşumdan bu yana iki sene geçti. Böylesi bir kitap için kısa ama yoğun bir çabayla, yaklaşık bir ay boyunca ondan başka bir şeyle meşgul olmadan, bir sayfa okuyup kapatarak, üç sayfa okuyup sonra geri dönerek, çokça altını çizerek ve bittikten sonra uzunca bir süre düşünerek…

Jungcu bir psikanalist, şair ve cantadora -eski öykü derleyicisi- olan Clarissa Pinkola Estés yazma serüvenine dair olan soruları ‘’yazma yazmaya başlamadan uzun süre önce başladı.’’ diyerek cevaplıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşağının, kadınların çocuksulaştı-
rıldıkları ve mal muamelesi gördükleri, sımsıkı gemlenen sımsıkı dizginlenen kadınların ‘’edepli’’ ve ‘’zarif’’ olarak görüldükleri bir zamanda yaşadıklarını söyleyen yazarın kendisi de bu kuşağın bir mensubu. Bir psikanalist olarak geleneksel psikolojinin yetenekli ve yaratıcı derin kadın imgesine yer vermemesine karşı çıkan yazar, Vahşi Kadın arketipi üzerine çalışma yürütmeye başlıyor. Bir yandan da vahşi hayatın biyolojisi ve özelinde kurtlara dair çalışmalar yürütmüş olan yazar kitabının adının kurtlar ve kadınlar arasında benzer ruhsal karakteristiklerin olduğunu keşfetmesinden geldiğini söylüyor. Bu benzer ruhsal karakteristikleri; keskin bir duyarlılık, oyuncu bir ruh, yoğun bir kendini adama kapasitesi olarak ifade eden yazar her ikisinin de sürekli olarak avlanması, taciz edilmesi, yanlış bir şekilde saldırgan ve hasımlarından daha az değerli olarak tanımlanmasının da dış dünyadan gördükleri tepkinin benzerliği olarak açıklıyor.

Yazar “Vahşi Kadın”a içgüdüsel doğa da denebileceğini ama onun aslında bu doğanın arkasında yatan, kadınların doğuştan gelen, en temel doğası, özgün ve özlerinde var olan doğası da denebileceğini savunur. Vahşi kadına dair şu ifadeleri kullanır: “Vahşi Kadın bütün kadınların sağlığıdır. Onsuz, kadınların psikolojisi anlamsızlaşır. Bu yabanıl kadın, prototip kadındır… Hangi kültür, hangi çağ, hangi politika olursa olsun, o değişmez. Döngüleri değişir, simgesel temsilcileri değişir, ama özünde o hiç değişmez. Neyse odur ve bir bütündür.”

Bir şekilde bastırılan, susturulan vahşi kadının her kadında yeniden ortaya çıkması, konuşmasının sağlanması için kadınlara öğütler veriyor yazar. Kitabı son derece özel kılan bir şekilde, öyküler anlatarak ve bu öyküleri analiz ederek. Hayatı boyunca biriktirdiği öykülerden Vahşi Kadın’ın izinin en belirgin olanlarını seçerek kadınlara bu izleri takip etmek için kolaylık sağlıyor. Çünkü uzun zamandır iz sürmeyi bırakan kadınlar için Vahşi Kadının izini bulmak çok da kolay olmayacaktır ama onu bir kere bulan kadının ne pahasına olursa olsun yoldan geri dönmemek için diretecektir.

Bu öykülerden benim son derece ilginç ve incelenmeye değer olarak gördüğüm bir tanesi “Mavi Sakal” öyküsü. Öyküde canavar Mavi Sakal üç kız kardeşle karşılaşır ve kız kardeşler başlangıçta Mavi Sakal’ın tuhaf olduğunu düşünüp ondan korksalar da zamanla çok da tuhaf olmadığını düşünürler. Mavi Sakal küçük kız kardeşe evlenme teklif ettiğinde küçük kız kardeş “Sakalı aslında o kadar da mavi değil.” diye düşünerek kabul eder. Ve bir canavarla evlendiğini anlaması çok uzun sürmez. Bu öykünün analizinde şunu söylüyor yazar:

Canavarla evlenmeye böyle rahatlıkla razı olunması, aslında kızlar daha çok küçükken, genellikle beş yaşından önce yapılan bir seçimin sonucudur. Kızlara, her türlü tuhaflığı –ister sevimli, isterse de sevimsiz olsun- görmezden gelmeleri, onları hoşa gider hale getirmeleri öğretilir. En küçük kız kardeşin “Hımm, sakalı aslında o kadar da mavi değil.” diyebilmesinin nedeni bu eğitimdir. “Nazik olma”ya yönelik bu ilk eğitim, kadınların sezgilerini umursama-malarına neden olur.

Bu ve bunun gibi pek çok öyküyle kadınlara sezginin yeniden ele geçirilmesi, ötekiyle birleşme, aidiyet, kendini korumak, yaratıcı hayatın beslenmesi, öfkenin ve bağışlamanın sınırları gibi konularda yardımcı olmaya çalışan yazar için temel nokta ve tüm kitaba yayılan mesele Hayat/Ölüm/Hayat döngüsüdür. Bu döngüyü bilmek hayatın ölümü, ölümün de yeniden hayatı getireceğini kabul etmektir. Ölümün istenmeyen ve kötü olarak addedilmesinin sebebi onun son olarak görülmesinden kaynaklanır. Oysaki ölüm yeniden doğuşa gebedir, tıpkı hayatın ölümü karnında taşıması gibi. Bu döngü herkes ve her durum için geçerlidir, yaratıcılığını kaybettiğini düşünen bir sanatçı için ne kadar elzemse, sevginin tükendiği düşünülen bir sevgi ilişkisi için de o kadar vazgeçilmezdir. “La Llorona” öyküsünün bize gösterdiği üzere, nehri tıkanan sanatçı nehrin kuruduğunu dü-
şünmek yerine, tıkayanın ne olduğunu bulmaya çalışmalı ve yeniden akması için çaba sarf etmelidir. “İskelet Kadın” öyküsü ise bize şunu söyler: Sevgiyi sürekli başlangıçta olduğu haliyle tutmaya çalışan sevgili, değişimin bir son olduğuna inanmak yerine ölmesi gerekenlerin ölmesinin kaçınılmaz olduğuna tutunmalıdır. Hayat
/Ölüm/Hayat doğası için yazarın sözlerinin kıymetli olduğunu düşünüyorum:

Bu öykü, modern sevginin sorunu olan Hayat
/Ölüm/Hayat doğasından, özellikle de Ölüm boyutundan duyulan korkularla ilgili yerinde bir metafordur. Batı Kültürünün büyük bir bölümünde Ölüm doğasının özgün niteliğinin üstü, öteki yarısı olan Hayat’tan kopup ayrılana kadar çeşitli dogma ve öğretilerle örtülmüştür. Yanlış bir şekilde, vahşi doğanın en derin ve temel boyutlarından birinin çarpık bir biçimini kabullenmek üzere eğitiliyoruz. Bize, ölümü her zaman daha fazla ölümün izlediği öğretildi. Hayır, bu doğru değil, ölüm her zaman yeni hayatın kuluçkasına yatmaktadır, varoluş, kemiklere kadar parçalandığı zaman bile.

İlk okumam iki yıl önce olsa da bu zaman zarfında pek çok kez geri döndüm ve her seferinde içimdeki Vahşi Kadın’ın ulumalarını daha iyi bir şekilde duyabildiğimi keşfediyorum. Pinkola’nın dediği gibi hepimiz gibi Vahşi’ye özlemle doluyum. Uzattığım saçlarımı duygularımı saklamak için kullandım. Ama nereye gidersem gideyim arkamda tırıs giden bu gölge kesinlikle dört ayaklı. Nehir kuruduğunda, ölüm katlanılmaz olduğunda, çekip gitmek gerektiğinde yola çıkmadan önce heybeme neyi koymam gerektiğini biliyorum. Onun hakkında pek çok söz söyleyebilirim ama okuduktan sonra bana yazdırdıklarını söylemek sanırım en iyisi.

Kurtlarla koşmuş kuşlara yem olmuş gibiyim.

Topladığım kemiklerin başındayım

Enkaz kokuyor ya da bir parça ölüm belki

Topladığım kemiklerin başındayım.

Saçı kınalı, tülbenti oyalı kadınlar

Ölüsü gözlerinden okunan, tövbesi toprağa düşmüş.

Ah diyor biri

Sütüm ekşidi memelerimde

Ölüm, içtiğimiz suya karıştı.

Ve sessizdir bazı ölümler

bir daldan düşen yaprak kadar.

öylesine hafif ve naif.

bazı ölümler sessizdir.

kemik toplatır ardından.

türkü  diye bu dile düşen

ağıttır, kına kokar.

kemik başında yakılır

ölüm doğuran bir kadının kasıklarından.

http://www.bukak.boun.edu.tr/?p=316


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir