Divân-ı Lügati’t-Türk

Kaşgarlı Mahmut’un Divân-ı Lügati’t-Türk’ü hem dil, hem edebiyat, hem toplum ve sosyoloji tarihimiz bakımından çok önemli belgeleri toplayan bir kaynaktır.

Ancak bu kaynak eser 1910 yılına kadar bilinmiyordu. Gerçi Kâtip Çelebi’nin Keşfüzzünûn adlı bibliyografyasında Kaşgarlı Mahmut’tan da söz edilmiştir. Ama bu bilgi çok sınırlıdır. Vanizade Nazif Paşa’nın yakınlarından bir hanım, 1910 yılında İstanbul’daki Sahaflar Çarşısı’nda dolaşırken bu dev eseri tozlu raflarda bulmuş, satın almak istemiştir. Elindeki ganimetin kadrini ancak o zaman anlayan kitapçı, kitabın fiyatını 25 altına kadar yükseltmiş, hanım da kitabı alamamıştır. Ancak işi Maarif Nezareti’ne duyurmuştur. ‘Ne olduğu belirsiz bir kitaba avuç dolusu altın verilemeyeceği’ gerekçesiyle Maarif Nezareti, eseri satın almayı reddetmiştir.

Haber, kitap delisi merhum Ali Emiri Efendi’ye intikal etmiştir. Kitaplarını millete hediye ederek Fatih Millet Kütüphanesi’ni kurmuş ve ilk müdürlüğünü yapmış olan Ali Emirî Efendi, kitapçıyı getirtmiş, eseri inceledikten sonra adamı kütüphaneye kilitleyerek para tedarikine çıkmıştır. İşte böyle borç harç satın alınan Divân-ı Lügati’t-Türk, uzun zaman Ali Emiri Efendi’nin kıskanç titizliğiyle kütüphanede saklanmıştır. Ali Emirî Efendi, eserin basımına ancak Sadrazam Talat Paşa’nın ricası üzerine razı olmuştu. Eldeki yazma, Kaşgarlı Mahmut’un el yazısı olmamakla beraber ondan 192 yıl sonra Şam’lı Mehmet adında usta bir hattat tarafından yazılmış yer yüzündeki tek nüshadır. Kaşgarlı, eserini Araplara kabul ettirmek için iki yerde; Peygamberin iki hadisini zikreder ki, şunlardır:

‘Yüce Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm…’ buyurmuştur. ‘Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçe’nin uzun bir saltanatı vardır…’ diye buyurur. Divanü Lügati’t-Türk dünyanın her yanında, Türkoloji ilmiyle uğraşan pek çok bilgin için paha biçilmez bir kaynak olmuştur. Üzerinde şimdiye kadar yerli, yabancı, uzmanlar çok çeşitli incelemeler yapmışlardır.

Not: Bu kaynağın 1910 yılına kadar bilinmiyor oluşuna dikkatinizi çekerim. Osmanlı hakkında ne düşüneceğiniz artık size kalmış.

Bu konuyla endirekt olarak ilgili bulduğum için minicik bi örnek vereceğim. (bunu söylemeden duramayacağım çünkü dün gece düşündükçe öyle canımı yaktı ki, bu acıyı tek başına kaldırmak istemiyorum!)
Herhangi bir örnek öyle özel filan değil: Muhteşem sultan Sülaymandan sonra Sarı-sarhoş-Selim’in hünkar olabilmesi için,iki ağabeyi Mustafa ve Mehmet’in ve kardeşi Beyazın öldürülmesi yetmediği gibi bunların küçücük bütün çocukları da öldürülmek zorunda(!) kalınmıştır. Örneğin Beyazıtın beş küçük çocuğu da kendisiyle öldürüldü!

Bu onlar için günah değil sevaptı, “Devleti Ali Osmaniyenin devamı için” şeklinde bir gerekçenin ardına saklanmış devasa vahşi bir iktidar arzusu!

Görünen o ki, bunlar sırf DAMIZLIK için çocuk yapıyor, bu çocukların her bi şeyi için güya sevinme belirtisi olan kutlamalar yapıyolar, peki nereye kadar? Aralarından bi tanesi hünkar olana kadar… Önce  çiftlikteki tavuklar gibi besleyip sonra kesiverip yiyorlar! Tüm hünkar yakınları doğdukları günden başlayarak ne zaman öldürüleceklerinin hesabını yapıyorlar. Ve tabi ölmemek için öldürmeyi kendilerine şiar edinenler çıkıyor aralarından. Bu onların vicdanını aklayan ikinci bahane.

Korkunç ötesi kanlı bir tarih. Yıkıldıkları için seviniyorum.

Ulu Tanrı, Türk yurdunda, Adaletten başka bir şey hüküm sürmesin! Sen TÜRK‘e tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver! diyor Oğuz Kaan duasında. Osmanlı’ya baktığınızda bunların hepsi hiç olmuş gitmiş. Ve hala şimdilerde Osmanlı aşkıyla yananlar var görüyorum, demek ki hala iktidara güce ve paraya doymayanlar var, hem de çok sayıda 🙁

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir