Spinoza -Umut açısından

Spinoza felsefesi, “ruhların dalgalanışı”nı siyasal yaşamın genel görünümü olarak, hatta tam bir model olarak ortaya atmakla başlar. Buna göre insanlar, kendilerine boyun eğdirebilecek kesin ve belirli yasalar bulunmadığında, böyle bir yasalı düzeni kendileri de üretmiş olmadıklarında, umutla korku arasında salınıp dururlar. Daha bu tesbit anında bile, Spinoza felsefesinin alabildiğine siyasallaştığı kesindir, çünkü önünde sonunda tarihe şöyle kabaca bir göz atmak bile, siyasal rejimlerin çoğunun bu iki duygunun kitleselleşmesine dayandığını gösterecektir: Tebalara verilen umut ya da yüreklere salınan korku…

Umut taşıyan günlerinde insanlar mümkün olduğunca küstahtırlar; kalkıp işlerin pek de o kadar kolay olmadığını, bu umutlarının gerçekleşmesinin pekâlâ olanaksız olduğunu onlara söylemeye kalkışırsanız sizi hiç takmazlar, hatta hakaret ederler… Ama gün gelip talih döndüğünde ve gelecekleri konusunda kuşkuya, hatta korkuya kapıldıklarında, en saçma sapan nasuhat bile onlar için, içinde bulundukları kötü durumdan kendilerini kurtaracak bir sihirli değnek haline gelir.

İnsan duygularının portresini böylece çizerken Spinoza’nın son derecede derin üç noktaya dikkat çekmiş olduğunu düşünüyorum. Birincisi, insan ruhlarının, ister bireysel ister kolektif olsunlar, korku ve umut gibi iki kutup arasında sürekli bir salınma halinde olduğunu söylemektedir. İkincisi, biz duyguları ve tutkuları kişilere ya da tek tek bireylere yüklemeye alışkınken, o bu tür tutku ve heyecanların pekâlâ kitlesel olabileceklerini, hatta kitleselliğin bireysel tutkulardan bahsetmekten daha gerçek ve verimli bir düşünce olduğunu işaretliyor. Son olarak da, ruhların böyle bir dalgalanışının genel bir ilkesi olduğu anlaşılıyor: Bu da, insan yaşamının bir nevi “sürekli variyasyon” olduğudur.

Sürekli variyasyon hali, özellikle korku ile umut kutupları arasında bir salınma görünümünde olduğunda siyasal yetke sorunu açısından ne anlama geliyor? Ethica’da, adı geçen duyguları ele aldığında Spinoza son derece açıktır: Umut ile korku karşılıklı olarak birbirlerini çağıran, biri ötekini mutlaka içeren duygulardır –belirsizce bir korku duyulmaksızın umut yoktur; belli belirsiz bir umudu içinde taşımayan mutlak bir korku ya da tasa yoktur. Bir variyasyon ya da salınma hali ise, zorunlu olarak, birbirlerine korku ile umut türünden bağlı olan tutkular ve duygular arasında mümkündür. Spinoza’nın umudu kederli, yani kötü duygular arasında sayması günümüz okuru için başlangıçta biraz tuhaf gelebilir. (Demek ki Spinoza ile buradan tanışıyoruz, çok gençlik yazılarımda bile umudun bir anlamda insanlığın laneti olduğunu söylemişimdir-Sibel’in notu) Çünkü modern dünya, sözgelimi bir ütopya ya da siyasal eylem planı düşlediği zaman, bunu umut duygusunun bir tasarımı olarak algılamaya meyillidir. Ernst Bloch gibi büyük bir düşünür, ütopyayı “umut ilkesi” adını verdiği bir çerçeve içinde anlatır. Ama Spinoza gibi biri, kendi çağdaşlarıyla birlikte, umut duygusunun böyle bir olumsuz tanımını yapmamış olsaydı, Bloch’un ütopya ile umut özdeşliğini aklına getirmeye kalkışacağını asla düşünmezdim.

Ethica’da umut, kederli duygular arasına katılır, buna evet; ama insanların umutsuz yapamayacaklarının pekâlâ farkındadır Spinoza. Hatta umut insan topluluklarının tarihinde pek çok yerde, birçok farklı biçimde kurumlaştırılmış ve hizmete sunulmuş durumdadır. Umut tacirlerinin yer almadığı toplum yok gibidir –rahip kastları, modern toplumlarda medyatik kurumlar, hatta muhalif partiler hep insan umutlarını işleyerek ve kullanarak serpilip gelişirler. Dinsel yaşam, mesihçilik ve genel olarak kurtuluş öğretileri, insanlara umut aşılamaya çalışırlar. Ya da insanlarda umut duyguları uyandırarak iş görürler. Ama iktidar işleri ve kurumları yalnızca umutla yürütülemez. Dolayısıyla iktidarlar biraz da korkuya ve korkutmaya, yüreklere korku salmaya ihtiyaç duyarlar. Gelecek konusunda belirsizlikler hep bu iki duyguya yol açtıklarından, insanların gelecekleriyle, kaderleriyle ilgili beklentilerinin bu iki duygu modeline indirgenmesi kaçınılmaz bir hale gelir –devletler genellikle hem korku hem de umut duygularını güçlendirerek kurulurlar ve ayakta kalırlar. Devlet, korkusuz ve umutsuz yapamaz…

Birbirlerini içlerinde taşıyor olmaları, umutla korkunun hiçbir zaman saf bir halde bulunamayacaklarını gösterir. Dolayısıyla, salt korku üzerine inşa edilen bir devlet yaşayamaz. Aynı şekilde salt umut vermek üzere inşa edilmiş bir devlet de öyledir. Tutkuların ve duyguların karışımı ise Spinozacılığın esas inceleme nesnesidir. İster bireysel, isterse kollektif-siyasal düzlemde olsun, herhangi bir iktidar, bendelerinde herhangi bir duygu uyandırmaksızın kendini var edemez.

Şimdi söyleyebiliriz ki, Spinoza’nın umut ile korku üzerinde yaptığı vurguyu artık ikincil bir konu haline getirebiliriz. Artık önemli olan, iktidarın etkileri arasında en temelli ve belirgin olan şeyin insanlarda bazı duygular uyandırmak olmasıdır. Evet, umut Spinoza’da belki şaşırtıcı bir şekilde kötü duygular arasına katılmıştır. Ama bunun daha derin bir nedeni bulunuyor. Her iktidar insanlarda duygular ve tutkular uyandırarak çalışır. Umut ile korku bu duyguların en belirginleridirler. Ama iktidar bunları “kederli” duygular haline dönüştüren, yani insanların, bendeler olarak güçlerini ve kudretlerini azaltmaya, azımsamaya yarayan temel unsurdur.

Ulus Baker

http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,182,0,0,1,0

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir