Rusya-2007

Moskova -2007

 

 Yıllardan sonra Rusya’ya gitmek nasıl olacaktı? Son iki haftadır gözüme uyku girmiyordu, biraz sevinç biraz gerginlik. Seyahatlerimde beni geren en büyük unsur, gittiğim ülkenin farklı bir alfabe kullanıyor olmasıdır. Dilini bilemediğin gibi yol bile bulamıyorsun. Geçen yıl aynı durum Mısır’da geçerliydi. Hayırlısı bakalım.

Tahmin edebileceğiniz gibi yola çıkacağım günün gecesi sadece iki saat uyuyabildim (heyecan!). Daha ucuz olduğu için çartır uçak tercih etmiştim, doğrusu beni hayal kırıklığına uğratmadı. Yalnızca yarım saat rötarla hareket ettik, uçak doluydu. Etine dolgun güzel rus hostesin kadınlardan fazla hoşlanmadığını hissettim! Birara, yanımda oturan (önceden rus olduğunu sandığım fakat Türk olduğu anlaşılan bir beyle sohbet ettim. Benim için oldukça aydınlatıcı bilgiler verdi sağolsun. Kendisi on yıldır Sibirya’da yaşamaktaymış, sanırım bir çeşit müteahhitlik yapıyormuş. Rusya gerçekten büyük ülke, Moskova’dan Sibirya’ya beş saat daha uçmak gerekecekmiş!

Havaalanına vardığımızda hava güneşli ve sıcaktı. Pasaport kabulde epeyce sıra bekledik. Benden önceki iki Türk yolcuda problem çıktı. Bense gayet rahattım nedense. Sonuçta bana da geçiş vermedi sert görünüşlü bayan memur. İngilizce bilmeyen bu memurlar arasında ordan oraya sürüklendik, neler döndüğüne ilişkin en ufak bi fikrim yoktu! Ne bir soru ne bir izahat, sadece el işareti ile “bekle” talimatı. Bütün bunlar olurken en ufak bi telaş yok bende. Tek rahatsızlığım çıkışta beni bekliyor olması gereken oğlumun arkadaşı Mehmet’in akibetim konusunda telaşlanıyor olma ihtimaliydi. Telefonum da çalışmıyor ki haber vereyim. Neyse yarım saat sıra bekledikten ve ardından sebepsiz yere yarım saat de oraya buraya sürüklendikten sonra gönülsüz de olsa geç dediler. Havaalanında bile ingilizce tabela yok. Neyseki büyük bir yer değil, öylesine bi tarafa doğru yürüdüm ve tesadüfen(!) bagaj teslim bölümünü buldum. Bizim uçaktan kimseleri göremiyordum. Bagajlarım konusunda tasalanmam gerekiyordu ama diyorum ya bende bi soğukkanlılık var inanmazsınız. Sanki olan biten şeyler benimle ilgili değil.

Mehmet bu olanları az bile buldu! Daha havaalanından cıkıncaya kadar bu ülkenin saçmalıklarını, burdan nasıl nefret ettiğini bir bir sayıp döktü. Üstelik kız arkadaşı Julia’nın yanında (anlayacak kadar Türkçe biliyor). Kızcağız üzgün gözlerle izlemekle yetindi ve tabi ben hemen savunmaya  geçtim, “ne kadar anlatırsan anlat benim Ruslara olan ilgim ve anlayamadığım sevgimi bir çırpıda etkileyemezsin Mehmetciğim, sanıyorum seni böyle düşünmeye iten kötü deneyimlerin olmuş ve tabii bu açıdan da haklısındır” deyip çıktım.

Julia’nın güzel yeni arabasına binip Moskova caddelerine ilk hamleyi yaptık, keyfimiz yerindeydi. Planlarına göre önce  kalacağım eve gidip eşyalarımı bırakacak sonra da Julia’nın ailesinin daçasına gidecekmişiz. Pek güzel dedim hatta içimden de misafir evsahibinin danasıdır diye geçirip yaşları elvermediği için onlara söylemedim J (şimdi bi de dananın a’larındaki inceltme işaretleriyle uğraşmayalım!)

Julia yirmi yaşında (tahmin edileceği gibi) pek güzel bir kız, yakında avukat olmak üzere. Zaten ailesindeki herkes avukatmış. Anne-baba-dede-anneanne, ilginç bir durum. Anladığım kadarı ile dedesi politbüro üyesi filan olabilir; çünkü derin bilgi ve saygınlığı olan biriymiş. Maalesef onunla tanışmak mümkün olmadı çünkü Moskova dışında bir yere konferans vermeye gitmiş.

Arabanın arkasında hevesle sigaramı içiyor ve 18 yıl sonra Moskova’yı yeniden görmenin keyfini çıkarıyorum. Belki önce o ilk deneyimden kısaca bahsetmeliyim.

Sanırım 1989 yılıydı, Moskovadaki ilk tekstil fuarında stand açmıştık. O zaman genel müdürü olduğum firmanın sahibinin abisi Moskova askeri ateşesiydi. Bu sebeple krallar gibi ağırlandığımız bir gezi olmuştu. Fakat o zamanki üzüntüm öyle derindir ki hala tam olarak atlatmış sayılmam. Gerçekten de halkın durumu feciiydi, yiyecek yoktu diyebilirim. Bir restorana gitmek için iki hafta önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Polis kontrolü, evlerin arabaların dinlenmesi, hani bazı fıkralar duyardık eskiden ilk gençliğimizde, sanırım onlar büyük oranda gerçektiler. Ortalarda ne büfe, ne dükkan vardı, ölüyorum deseniz sizi anlayabilecek ingilizce bilen tek kişi bulamazdınız ve tabi açlıktan ölebilirdiniz, abartmıyorum. Caddelerin genişliği beni büyülemişti; fakat ortada araba yoktu o zamanlar. Ve geceleri farlarını yakmazlardı, caddeler öylesine aydınlıktı. Bir gece yarısı Kızıl Meydan’a gitmiştik ve ben orada yarım saat bilincimi kaybetmişim, yanımdakiler gitmişler, neden sonra telaşla geri gelip bulduklarında ben de uyandım! Bu denli etkilenmeme mana veremiyorum; çünkü ben gençlikte sosyalizm kominizm taraftarı bile değildim ki bi çeşit nostalji filan olsun! Belki bu meydanı görmüş olanlar bana hak verebilir. Ve tabi ünlü KGB binası! Geceleri arabamız hep onun önünden geçerdi, hatta bir keresinde şöyle bir konuşma oldu (araba dinlendiği halde!); koca binada sekiz on kadar pencerede ışık vardı, “hala çalışıyorlar” dedim, sabaha karşı üç filandı sanırım. Ateşenin hanımı şöyle cevap verdi; “dün gece bizim evde yapılan türk gecesinin bantlarını dinliyorlardır!” çok gülmüştük. Ama hepsi gerçekti hatta evdeki dinleme cihazlarını da göstermişti bize. Nefes almak gibi birşeydi dinleniyor olmak.

Bir gün ateşenin hanımı evden pazara gitmek üzere çıkmış, polis kontrol noktasından çıkar çıkmaz evde bişey unuttuğunu farkedip geri dönmüş, dairesine çıkmış tam kapıyı açacakken, kapı içerden açılmış ve tanımadığı bir adam sakince dışarı çıkıp gitmiş!

Büyük devlet mağazalarından bir kaçına götürmüştüler bizi. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı, beni hemen kapıda uyardılar. Önce neden diyecek oldum  ama cevabı hemen gördüğümden vazgeçtim. O süpermarket büyüklüğündeki mağazaların bütün rafları boştu! Oysa mağazanın dışına taşıp kaldırımda oldukça uzun bir kuyruk oluşturmuş insanlar vardı. Kuyruğun sonuna kadar yürüdük, tek bir reyonun bir rafında aynı tip ayakkabılar vardı. Hem de hepsi aynı numara! Benim için şok edici deneyimlerden biridir. Kış sonu olmasına rağmen insanların ayaklarında sandaletler, ellerinde dondurmalar, buna rağmen titreşerek opera ve bale binalarının önünde kalabalıklar oluşturmuşlardı.

Bunları yazarken bile ağlayasım geldi.

Gece içki sofrasında, kominizm dönemini görmemiş olan Julia’ya, annesine tercüme etmesini rica ederek şöyle dedim “daha önce olmayan bişeyin evrimi için, doğa önce birçok deneme yapar ve bunların hiçbiri başarısızlık değildir, tüm denemeler yeni türü oluşturan kahramanlıklardır.”

Ve aslında ben Rusları olmayacak bişeyi oldurmaya çalışmış, bir nevi kahraman, ya da İsa’nın şehitliği gibi görüyorum galiba.

Gördüğüm kadarıyla Moskova arabalarla dolmuş. Trafik sıkışıklığı bile oluyor, sekizer gidiş gelişli yollarda. Söylediklerine göre Moskova üç çemberle kuşatılmış. Bizdeki E5 ve tem otoyolları misali, iç içe geçmiş üç çembermiş buradaki. Nüfusu onüç milyon ve fakat ortalarda insan kalabalığı pek görülmüyor; çünkü metrekare başına düşen insan sayısı bizdeki ilçelerde filan olabilir ancak. Öyle geniş geniş kurulmuşlar ki ovaya, değme keyfim J

Bu şehrin yeşilliği eskiden aklımda kaldığı gibi aynen devam ediyor. Nerdeyse her iki apartmanın arasında bile on tane dev gibi ağaç var. Adımbaşı parklardan ve hala şehiriçinde kalmış ormanlardan söz etmiyorum bile. Aynı durum Almaata’da da dikkatimi çekmişti. Zaten orası büyük ölçüde Moskova’ya özenilerek yapılmış sanırım.

Julia epeyce arayarak sonunda Tatiana’nın evini bulmayı başardı. Evsahibem sofrayı kurmuş heyecanla bizi bekliyordu. Kendisi de evi gibi güleryüzlü bu hanım, Mehmetlerin işyerinde muhasebeci imiş. Sürekli konuşuyor fakat pozitif bir yapısı olduğu da her halinden anlaşılıyor. Beni misafir olarak kabul etmesi bile büyük incelik zaten. Yaz olduğu için emekli kocası daçalarında kalıyormuş, böylece Tatiana ve ben evde yalnız kalacağız.

Herhalde Tatiana’dan daha çok bahsedeceğim için şimdilik kısa keseyim. Yemeğimizi yedik ve ben meşhur eşofmanlarımı giydim ve tekrar yola koyulduk. Yağmur yağmaya başlamıştı ve yolda hafta sonu daça trafiği vardı.

Eskiden beri Moskovalı olanların, pek işsiz güçsüz değilse mutlaka bi daçası olurmuş. Tabi değerleri şehre yakınlığı ile ölçülüyor doğal olarak. Julia’larınki sadece yirmiyedi km imiş.

Daçalar, orman içine kurulmuş değişik büyüklükte ahşap kulübeler. Bizdeki bağ evlerini andırıyor; fakat özellikleri bizzat ev sahipleri tarafından tahtadan çakılıp yapılmış olmaları! Bizim gittiğimizde aynı bahçe içinde karşılıklı iki ev vardı, birini dedesi diğerini babası yapmış. Tuvalet bahçenin diğer ucunda aynen bizim bağ tuvaletleri gibi kuyu mantığı. Evdeki hemen herşey ilkel denilebilir. Doğayla uyumlu. Bahçede salata malzemeleri, çilek vs yetiştirmişler. İki evin ortasında pergule var, hemen yanında dev gibi ağaçlar, sordum akağaçmış ismi. Ahşaptan sallanan koltuktan hiç inmedim desem yeridir. Yağmur yağıyordu ama akağacın altında bana bi damla bile değmiyordu. Kokular ve yağmurun hışırtısı muhteşemdi. Evsahiplerimiz üç nesilden avukat hanımlar harikaydı. Ruslarda yemek mantığı pek yok. Sanırım bu konuda İngilizleri aratmıyacak bir zevk/deneyim fakiri onlar da.

Bu yemek işini de Allah bize nasip etmiş ne diyeyim.

Hemen her daçada bir sauna var galiba. Yine amatörce yapılmış olsa da onlar için çok önemli olduğu belli. İçeri yüzyirmi derece filan olurmuş, bildiğimiz banyo sobası gibi, odunla ısıtılıyor. Önce saunaya girer orda haşlanır (ve yanında votka içer) sonra dışarı çıkıp karla ovalanırlarmış! Aman Tanrım diyorum tabii J Bana da teklif ettiler, Allah yazdıysa bozsun dedim içimden. Şaka bi tarafa ne sıcak ne de öylesine soğuk sevmeyen orta halli bi hatunum ben J Tuvaletlerde su yok, üstelik nasıl anlatayım yine tahta zemin, hani yanına ibrik alsan da işe yaramaz.

Efendim dünyada içki içmek diye bişey varsa o da Rusya’da sanırım. Gece gündüz içtiklerini anlatıyorlar, hele eski nesil bi facia. Hatta bi ara Mehmet şöyle dedi “aman Sibel teyze seni restorana gidelim diye davet ederlerse sakın kabul etme, bunun manası ölene kadar içelim demektir!” çok güldüm.

Bizim avukat hanımlar almanca biliyorlar onu da ben bilmiyorum. Mehmetin günlük rusçası ve Julia’nın çevirmenliği sayesinde epeyce sohbet ettik.

Önceki gece sadece iki saat uyumuş olmama rağmen üçe kadar gayet keyifle oturdum, serin hava pek güzel geldi, sonra izin isteyip yattım ve harika bi uyku çektim. Ertesi sabah yürüyüşler yaptık hatta Mehmetin üstlendiği bir barbekü mevzuu bile oldu J Sonuçta hafta sonu bitti, akşam trafiğine kalmamak için erkence çıktık. Beni Tatiana’ya bırakıp gittiler.

İşte o andan itibaren takke düştü kel göründü! Dil bilmiyorum, Tatiana’yı hiç anlamıyorum, yollarda sokaklarda hala sadece Rus alfabesi var! Eh bravo Sibel dedim.

 

 

KAPI meselesi

 

Dünyanın en çirkin kapıları herhalde Moskova’da. Eski yeni, iç dış hiç farketmez, hepsi bi felaket. Üstelik bu çirkinlik yetmezmiş gibi her tarafta çifter çifter kapılar. İnsan bu kadar mı saklanmak ister?! Standart bi daireye duhul olabilmek için bakın kaç kapı geçmek gerekiyor (ve bunların hepsi de kilitli!); apartman dış kapısı, hemen bi adım sonra bir kapı daha. Sonra asansör kapısı (bütün binalar yüksek ve hacimli, bir binanın on tane giriş kapısı olabiliyor.), asansörden inince yeniden bir koridor kapısı, onu gecince ancak daire kapısına varıyorsunuz.

Ayrıca bütün açıp girdiğiniz kapıları ardınızdan bir bir kitlemeniz gerekiyor! Şaka gibi.

Önce soğuktan korunmak için yapıldıklarını düşündüm, şüphesiz bu hala sebeplerden biridir de bir de kilitli olmalarına ne dersiniz? Üstelik bu denli çirkin olmaları dayanılır gibi değil. Bizdeki kapı ustalığının gelişmişliğini şimdi kavradım. İnsan kötüyü görmeden iyiyi ayırdedemiyor!!!

Burada prestroikadan sonra yapılan yapılar, satılan mallar, organizasyonlar hemen hep Türkler tarafından kotarılmış. Böylece Rusların bizim ekonomimize katkılarını da iyice bi anlamış oldum. Yurda döndüğümde kapı firmalarına birer mail atıp bir de şu işe el atmalarını rica edeceğim. Neredeyse her semtte iki tane Migros olduğuna inanabilir misiniz?!

 

Ben bu kapı meselesine taktım ya, bizim rüya analiz yöntemi ile “kapı”nın Julia’daki simgesini çözmeye niyetlendim. Pazartesi akşam yemeğine davet etmişti beni sağolsun. Kızıl meydanın hemen yanında Şanzelizenin pek bi küçüğü sayılabilecek güzel bir cadde var, onun bir sokağı da bir nevi istiklali andırıyor, aslında o yolun daha pek başında sayılır ama Julia sokağı İstiklale benzetince ses çıkaramadım.

Herneyse yemek sonrasında kahvelerimizi içerken, “kapı nedir senin için Julia, bana kapıyı çağrıştıran beş kelime söyler misin?” diye sordum, kapıları hakkındaki fikirlerimi haince gizleyerek. Tabi o henüz pek genç olduğundan sadece onun çağrışımları ile Rus tarıhındeki kapı simgesini cözebilmeyi pek ümid etmiyorum zaten; ama dilimi biraz ilerletirsem önümüzdeki günlerde değişik yaşlardan insanlara sormayı ümid ediyorum.

Sonra verdiği beş kelimeyi de açmasını rica ettim, şöyle bi tablo çıktı ortaya:

 

  1. Giriş à Ayırmak
  2. Ev    à Dinlenmek
  3. Ilık   à Yaz ve Türkiye
  4. Asansör à Kapalı yer
  5. Merdiven à Yukarı çıkmak

 

Görüldüğü gibi kariyerinin başında hırslı bi genç Julia, giriş ve yukarı çıkmayı çağrıştırıyor kapı ona, çıkıştan inmekten eser yok! J Üstelik yalnızca evin, dinlenmenin ve tatilin de kapısı bu.

Sonra bir de Mehmet’e sordum, aynı yaş kuşağında bi vatandaşıma neler çağrıştırıyormuş kapı diye:

 

  1. Heyecan  à adrenalin
  2. Bilinmezlik  à sıkıntı
  3. Ürküntü  à Üşümek
  4. Giriş  à evim güzel evim
  5. Çıkış  à Özgürlük

 

İşte erkek olmanın farkı! J Girerken evim evim güzel evim, çıkarken oh be özgürlük varmış!

 

Tabi onlar bana da sordular, ne oluyoruz diye biraz şaşırmış olabilirler J Ben de cevapladım:

 

  1. Ağız à İletişim
  2. Nostalji à Modası geçtiği halde estetik
  3. İmtihan  à Bilginin yerleşmesi
  4. Zili çal (burda ring the bell demiştim) à Uyandırma servisi
  5. Sınırlandırıcı  à İsim

 

Benim cevapların yorumunu da bilenler yapsın, ben bişey anlamadım. Ya ni panimayu! J

 

Pazartesi günü aynı zamanda registration la ilgili muameleyi de başlatmıştık. Bu da ilginç bir uygulama. Memlekette serbestçe dolaşabilmek için belli bir adres ve kişiye tapulanmanız gerekiyor, aksi takdirde adım atamazsınız. Bu uygulama kendi vatandaşları için de geçerliymiş. Ülkeye girdikten sonra üç iş gününde bu kaydı yaptırmalısınız. Bu işi bizim için seyahat acentemin bağlantısı olan bir firma yaptı, içine 2000 ruble düşmüş! Yani yaklaşık 100 TL.

Bu uygulamanın gerekçesi (ki zaten vize almış ve onun için 120 dolar ödemiştik yurtta iken) şuymuş; ülke büyükmüş ve insanları bu yolla denetliyorlarmış! Tabi bu amaçla konmuştur ama şu an çoktan maksadını yitirip yeni şekle, rüşvet/kazanç kapısına dönüşmüş. Çarşamba günü izin belgesini alıp pasaportuma ekledik. Orda misafir kaldığım söylenilen yeri ve kişiyi tanımıyorum!

Rüşvetin olmadığı bi dünya toprağı var mı acaba? (Kuzey Avrupa ülkeleri belki?? Mojit bit?!)

 

Tatıana bana evin çevresini gezdirdi. Hemen iki adım ötemizde bir orman ve göl var. Karşımızda ise çoğunlukla ailelerin ve çocukların eğlendiği hatırı sayılır büyüklükte bir park var. Çevrenin yeşilliği doğallığı her geçen an beni büyülüyor (kapıların çirkinliğini bile unutabilirim). Yirmi dakika kadar bir yürüyüşle yeni ve oldukça estetik sayılabilecek binaların olduğu ve aynı zamanda internet bulabileceğim bi yere erişilebiliyor. Bugün (Perşembe) oldukça serindi, yağmursuzdu ama rüzgar vardı, yarın da 18 derece olacakmış, geceleri beş altı dereceye düşmüş oluyo ben yatarken. Havadan hiç şikayetim yok.

Alfabeyi söktüm sayılır. Yollarda sokaklarda yeni okuma yazma oğrenen çocuklar gibi tabela okuyorum heceleyerek, sonra da sevinçle zıplıyorum. Eh işte insanoğlu böyledir önce eşeği kaybeder sonra bulunca sevinir!

Marketten ikidir alışveriş yapıyorum, hatta bugün dışarda karnımı doyurdum ve internet kafeye gittim. Gerçi oradaki çocuk benden pek hoşlanmadı sanırım, bi türlü anlaşamadık yine de inat ettim ve üç saat orda vakit geçirdim, hatta briç bile oynadım J

Cuma günü Tatiana daçasına gitti, bizim çocuklar da bana akşam yemeğine geldiler, onlara ünlü spesiyalitem paellayı pişirdim. Bütün gece yiyip içip muhabbet ettık. Cumartesi sabah kahvaltımızı yapıp doğru Kızıl Meydana gittik. Herşey aynı görünüyordu ama ortalarda daha mutlu ve renkli bir kalabalık vardı. Hava bulutlu olduğu için çektiğim resimler yine pek işe yaramaz. Epeyce yol yürüdüğümüzden yorulduk ve tabi acıktık. Julia şusi malzemeleri aldı ve eve döndük, onun da meşhur yemeği buymuş. Pek hevesle yaptı, Mehmet de bayılarak yedi fakat benim damak tadına pek uygun olduğunu söyleyemem.

Cumartesi akşamı yemekten sonra diye bi kavram olamadı çünkü tam sekiz saat sofrada oturmuşuz, ben bile kendi yarım bardaklık içki limitimi epeyce zorladım J Saatlerce kelime oyunu oynadık masada. Bunu da ben icad ettim ayak üstü! Julia Türkçe bir kelime söylüyor, ve biz de sırayla o kelime ile anlam bütünlüğü olabilen rusça sözcükler buluyoruz.  Çok eğlenceliydi. Bu arada onlara iki de psikolojik test yaptırdım, pek hoşlarına gitti. Zaten tatil havası vardı üzerimizde, ne yapsak iyi gidecekti J

Pazar günü de Arbat sokağına gittik. Sokak benim eski bildiğimden kesinlikle daha renkliydi, bi çok yeni kafe açılmış. Ortada gezinen tek tük turist gormek mümkün. Bu sokak aslında sanatçıların mekanı olarak bilinirdi. Şimdi de bihayli portre ressamı gördüm. Genel anlamda bizim ortaköyü andırıyor. Sonra büyük bir resim galerisine gittik aslında büyük kelimesi küçük kaldı! Muazzam demeliydim. Ben hayatımda bu kadar güzel ve çok tabloyu daha önce görmemiştim. Ressamların isimlerini aklımda tutabilmek isterdim. Dünyada isim yapmış Vangoh gibi (ki resimlerini hep beğenmişimdir) ressamların yapıtlarını bence fersah fersah geçer bu gördüğüm tablolar. Gerçekten çok etkilendim. (Tabi bu şaşkınlığım cehaletimden ileri geliyor, mutlaka konuyla ilgili kişiler bu durumdan haberdardır.)

 

Neredeyse geleli iki hafta olacak, zaman ne çabuk geçiyor ve aslında yavaş da geçiyor! Komik ama böyle J Burada en memnun olduğum şey tahmin edilebileceği gibi hava. Geceleri bes ila onıkı derece, gündüzleri 14  ila 23 derece arasında değişiyor. Örneğin bugün gündüz vakti iki saat arayla ısı tam sekiz derece oynadı! Kah güneş, kah bulut ve rüzgar var, hatta bugün yağmur da yağdı. Bu sene güzel İstanbulumuzda çok özlemiştim yağmuru, kısmet burda ıslanmakmış. Yağmur yağarken çıkan koku muhtesem, her yer ağaç, doğal parklar, kaldırımlar bile yoldan içeriye yapılıyor burada. Caddenin iki yanında önce beş ila onbeş metre arasında değişen çim alanlar var. Tahmin ediyorum insanları ekzoz ve gürültüden korumak için planlanmış. Oturduğum evin tam karşısında muazzam bir cocuk parkı var ama buna aslında daimi panayır desek de olabilir galiba. Çocuklara sürekli aktiviteler var. Zaten hemen yüz metre sağa yürüyünce de büyük bir orman ve göl var. Cennette gibiyim J

 

Bunca gündür sadece üç adet resmi taksi gördüm Moskava’da. Taksi işi çok tuhaf burda. Eğer taksiye ihtiyacınız olursa şöyle yapılıyor, yolun kenarında kolunu hafifçe yukarı kaldırarark bekliyorsun, hemen arabalardan biri önünde duruyor, camına eğilip gideceğin yeri söylüyorsun, fiyat pazarlığında anlaşırsan biniyorsun. Ha bi de şu var, şöför parayı elden almıyor, bi yer/kutu filan işaret ediyor oraya bırakılıyor. Bi çeşit adet sanırım, elden para almak uğursuzluk getirirmiş diye tercüme etti Mehmet, aslı böyle midir bilemiyorum. Bir başka adetleri de masanın üzerinde asla boş şişe durmayacakmış! Birisi boş şişe görürse derhal kalkıp onu atarmış (herhalde dolusunu da getiriyordur!).

Tatiana ancak Pazartesi akşam döndü eve. Sürekli konuşuyor ve gülümsüyor, benim anlayıp anlamayışım onun için hiç engel değil. Her cümleninin sonunda; panilaaa diye soruyor (anladın mı) ben de ni panimayu diyorum. Bazen de gönlü kırılmasın diye niminoga (fazla değil).

Ama bu hafta geçen haftaki gibi sağır dilsizi oynamıyorum. Nasıl şevkle çalıştığımı görseniz gözleriniz yaşarır. Günde on saat Rusça çalışıyorum. Resmen beyin yıkama denir artık buna. Arada internet kafeye gidiyorum. Fakat henüz metroya yalnız binmeye cesaretim yok.

Size Mehmetle metroya ilk bindiğimiz günden sözedeyim:

Akşam iş çıkışına rastlayan bir saatti. Yürüyen merdivenle aşağı inerken ineceğimiz yer uzun süre görünmedi! Neden sonra perona vardık. İlginctir metroyu çok bakımlı buldum, tavanlar duvarlar şekilli oymalı ve temiz. Asil bir havası var (dünyanın en eski ve en büyük iki metrosundan biri olduğunu biliyorum, diğeri de Londra metrosudur), neyse iki  yöne doğru vızır vızır trenler geçiyor, bana çok hızlı geldi nedense, ya çıkardıkları ses kapalı alanda çok yankı yapıyor ya da neden bilemiyorum. Buraya kadar hadi neyse, trenden indik bir ordu gibi yüzlerce insan çıkış merdivenine doğru yürüyoruz, itiş kakış yok, gayet olağan bir durum. Yerin altında sessizce yürüyen bir ordu gibiyiz.  Sıra, dağı tırmanmaya geldi, yan yana sekiz merdivenden dördü çıkış oluyor, orada yüzlerce insan ağır ağır o tepeye tırmanırken (insanların vücutları ister istemez öne doğru eğiliyor, tuhaf bir görüntü.) aklıma kıyamet geldi nedense! Sanki saflar halinde öylece yürüyomuşuz gibi! Saçma ama insan aklına gelecekleri denetliyemiyor!

Burada şimdiye kadar sadece iki tane dilenci gördüm. Umarım da çoğalmazlar. Bu şehrin naturel görkemi beni etkiliyor. Ahh hele o Kahire deneyiminden sonra J Buradaki görkem Paris gibi değil, öyle altına bulanmış saraylar filan, ya da Amsterdamdaki gibi olağan üstü estetik zevk, hayır böyle bişey değil ama bu şehir bi şekilde görkemli!

Ne var burda diye soruyorum kendime şimdi; bi kere en başta insana verilen kıymet var. Ama insan burda pek de batıdaki gibi bireysel olarak algılanmıyor. Kitlesel bir yaşam bu, makyaj yok, oldugundan güzel gösterme tasası yok. Moskova’nın her yeri büyük ve hantal binalarla dolu ama binaların her yanını sarmış olan o yeşil örtü, o büyük ağaçlar, binaların iriliğini adeta yutuyor. Hadi kominizm zamanında kitlesel yaşam politikası gereği yapılmış olsun bunlar diyelim, ondan önce hiç mi tek ailelik ev yokmuş burda? İstanbul’daki onbinlerce dipdibe yaslanmış evleri düşünüyorum da buraya akıl sır erdiremiyorum. Sıkıştırdım biraz , bi yerde olmalı bu küçük evler diye, daçalardan başka yokmuş! Daha önce köymüş filan dedi bi arkadaş, ama bu bana mantıklı gelmedi. Bildiğim kadarıyla çarlık zamanında da (bi tek deli pedro zamanı hariç, çünkü o başkenti Petersburg’a taşımıştı) başkent Moskovaydı, yani burası yeni bi şehir değil. Bu konuyu anlayamadım, ni panimayu! J

Aklıma gelen tek olasılık eskiden var olan küçük evlerin hepsini buldözerle yıkmış olabilecekleri ihtimali!

 

Bu arada bir de TV dizisi edindim, haftanın dört günü var. Ülkesinde yerli dizi seyretmeyen ben, burda yerli dizi izliyorum! (ne oldum demiyeceksin ne olacağım diyeceksin) Ve fakat oyunculuklarına bayılıyorum, gündelik konuşma dili olduğundan pratik yapmış da oluyorum ama hepsinden öte kadınlar pek güzel J

Yolda sokakta bana adres soranlar oluyor! Tevekelli değil Tatiana Mehmet’e demiş ki, ben Türke benziyorum o Rusa! J

Bi ara burada pek gay yok herhalde diyecek oldum, bizimkiler çok miktarda olduğunu söylediler. Julia’nın dediğine göre, hükümet bi yasa çıkarmış; nasıl yaşadığınıza ben karışmam ama reklam edemezsiniz demiş. Ha bir de yolda şişeyle (içki içerek) dolaşmak yasaklanmış yakınlarda. Çünkü nerdeyse yolda yürüyen insanların yarısından çoğu içki içiyorlarmış bi yandan, şimdi pek yok. Yine de kenarda köşede birayla dolaşan gençler görüyorum. Şu ana kadar eski polis bolluğunu pek görmedim. Ve çocuk da az göründü gözüme. Gerçi şu anda pekçoğunun daçalara gitmiş olduğunu söylediler ama yine de nüfus artış oranının resmi rakamlarını merak ediyorum. (bu kadar içkiye canlı sperm sayısı düşmüş olabilir tabi!)

İçkinin mutsuzlukla büyük bağlantısı olduğunu düşünmüşümdür hep. Ama bu kuzey ülkelerinde bizlerin tahayyül edemiyeceği bi soğuk var. Ve yılın nerdeyse dokuz ayında güneş değil ışık bile yok. Bu durum insanın içindeki sevinci yokeder diye düşüyorum.

Şu ana kadar duyduğum kadarı ile, sıcak, tatil deyince ilk akla gelen Türkiye. Hatta dün bi arkadaşın kafesine gittim, o da; insanlar Türkiye’de kafe boş diye tasalandı (rus bi hanım).

 

Rusça bana öylesine tanıdık geliyor ki şaşarsınız.  Sadece dil de değil, bambaşka bir tanıdıklık duygusu var. Ben bu insanları seviyorum. Niye bunca yıl savaşıp durmuşuz ki, aslında Ruslar gerçekten savaşçı bi ırk olsa bizi yerimizde koymazlardı. Çünkü bizim ülkemiz, anadolumuz, dünyada eşi benzeri olmayan bir cennet. Kendimi rusların yerine koyuyorum, hemen yanı başımda böyle bir cennet duruyor ve ben açlıktan soğuktan kırılıyorum, walla tarumar ederdim, şakası yok. Ama bu düşüncem bile savaşçı ırkın Türkler olduğunun kanıtı gibi oldu! J

En iyisi bu sistem, gelsinler doya doya tatil yapıp ısınsınlar. (zaten sudan ucuz turistlere!)

 

Geleli onsekiz gün oldu. Bu arada sanırım Petersburg’a gitme planımız suya düşüyor; çünkü üç günlük bu minik kaçamak bize bir servete mal olacak gibi görünüyor. İnanılır gibi değil. Üç günlük ülke içi bir seyahat, ülke dışında iki hafta tatilden bile pahalı. Zaten geçen gün Mehmetle Julia bin dolarlık bir bahse tutuştular! Konu dünyanın en pahalı birinci şehri hangisi?! İkinci pahalı şehrinde bir sorun yok, ikisi de bu konuda hemfikirler; Moskova! Kiralar, ev fiyatları, doğrudürüst bir lokantada yemek, ulaşım vs vs, gerçekten pahalı. En pahalı şehir ise, Julia’ya göre Tokyo, Mehmet’e göre Honkong. İkisine de gitmedim hiç bi fikrim yok. Julia görüşünden emin çünkü ekonomi dergilerini takip ediyormuş J

 

Neyse özet olarak galiba beyaz geceleri görmek kısmet olmayacak. Gerçi burada da hava günde ancak iki saat kadar kararıyor. Hatta bu durum da Mehmet’e dert olmuş durumda, dışarı bakıyor hala aydınlık diye hayıflanıyor J Tatiana’nın evde varlığı ile yokluğu pek belli değil, nerdeyse hiç bişey yemiyor, ilk akşamdan yatıp uyuyor.

Dün Julia’nın boş vakti olduğundan gelip beni aldı, yemek yedik, sohbet ettik ve turizm acentası aradık. İngilizcesi iyi olduğu için onunla rahatız. Restoranda ben lavobaya gittiğimde konuşmalarımıza kulak misafiri olmuş bir bey benim ingilizce öğretmeni olup olmadığımı sormuş! Çok ama çok güldüm; çünkü ben de kendimi hep dıdıbık bi ingilizce öğretmenine benzetmişimdir. A bu arada iki gündür bir moral düşüklüğü yaşıyorum. Yine aynı konu!!! Niye yazıyorum? Yazmaktan zevk aldığımı düşünenler var, bense acı çekiyorum. Aslında yeni kitaba başlama sancıları bu, her seferinde bu sorgulama yapılıyor içimde; niye yazayım? Neden kendimi zora sokayım? Çünkü bu zahmet karşılığında görünür bir menfaatim yok. Hatta yazdığım için, fikirlerimi paylaştığım için bazen azar da işitiyorum J

Düşünüyorum düşünüyorum buna doğru dürüst bi cevap bulamıyorum. Yazmak sadece geçilmesi gereken bir köprü gibi, önüme çıkıyor ve yola devam etmek için o köprüden geçmem gerekiyor. Başka yol var mı diye köprü başında epeyce mızıldanıyorum sonunda rıza gösterip adımımı atıyorum. Bu saçmalıktan usandım aslında.

Yeni ve daha doğal bir yaratıcılık alanı bulmak istiyorum. Ressam ya da kompozitör olmak için çok yaşlıyım (yine de denemiyeceğim anlamına gelmez, ki resim derslerimi almaya devam edeceğim dönüşte). Çocuk doğurmak için iki kat yaşlıyım! J Herneyse kendi yolunu bulacaktır o (işleri kotaran ve bilinçli olarak bilemediğim ben).

Bir ara Puşkin müzesine gitmek istiyorum. Müzelere filan da pek ilgim yoktur ama işte Kahire müzesini iki saatte gezip bitirdiğim gibi yaparım artık. Kel kıza sormuşlar yundun mu diye, tarandım bile demiş J

Geçen gün ilginç birşey dikkatimi çekti; ben kelimesi! Amerikalılarda yani  ingilizcede; I ve fakat okunuşu AY, rusçada ise YA… Hoş bir tezat değil mi? Bir lisandaki en önemli kelimenin böylesine gece gündüz gibisine birbirine öykünmesi ilginç.  Üzerinde biraz daha oynamak da mümkün, AY sesli harfle başladığı için dışa açık bir BENi gösteriyor sanki, oysa YA daha baştan dışa kapalı, içe dönük bir kişilik, tam da Ruslar gibi J

Özellikle Rus erkeklerinde garip bişeyler var. Kadınlar yine de daha normal görünüyor gözüme. Erkekler, hatta genç delikanlılarda bir çeşit kompleks var gibi geliyor bana. Mehmete sorduğumda o da bu gözlemimi doğruladı ama onun bulduğu sebep, burada hakimiyetin kadınların elinde oluşu idi ve kadınlar da erkeklerini beğenmiyorlardı! Belki de etkisi vardır, bilemiyorum. Zaten Rusların temeli köylü oluşları, bizim temelin de göçebe oluşu gibi. Herşey işlevsel, kaba, doğayla uyumlu bir sadelik içinde. Tuhaf bir yalıtılmışlıkları var. Bunda kominizmin ne denli etkisi var bilemiyorum. Zaten bu denli geniş bir ülkede, tamamı köylü olan bu insanları, kominizme kolayca adapte edebilmiş olduklarını sanıyorum. Ağır doğa şartları altındaki bu insanlar için ne farkederdi ki? Bence onların önem verdikleri yegane şey hayatta kalabilmek. Köylü tabirini bir aşağılama olarak kullanmadığımı özellikle belirtmek istiyorum. Hatta tam tersine birçok açıdan avantaj anlamına geliyor bu durum.

Örneğin bir gün dünya ekonomisinin başına bi iş gelse, Amerika, Avrupa gibi ihtisaslaşma üzerine yapılanmış ülkelerde insanların büyük bölümü ölür diye düşünüyorum. Çünkü otomasyon sistemi hayata hakim olmuş oralarda (bizim büyük şehirlerde de aynı durum var), kişi olarak bakıldığında hayata tamamiyle yabancılar. Oysa burda, Rusyada hemen herkes hayatta kalır; çünkü bunların uzmanlık alanı hayatta kalmak. Hayatın en gerekli evrelerinde profesyonelleşmişler. Yiyeceğini üretiyor, evini kendi yapıyor, tamiratlarını, eksiğini söküğünü her şeyini halen kendisi yapabiliyor.

Ne köylü ne şehirli olamayan milletimin ise bu durumlarda ne yapabileceğini tahmin edemiyorum. Muhtemelen gözüne iyi bir yer kestirip oraya göçecektir! J

Julia bi ara, eğer Moskovadan dışarı çıkarsam büyük bir hayal kırıklığı yaşayacağımı ima etmişti, tahsilsizlik, fakirlik anlamında söylediğini tahmin ediyorum.

Burada emek çok pahalı. Bu da demektir ki insanlar emeklerini satmakta gönülsüzler. Her halde kominizmin getirdiği bir alışkanlık olsa gerek. Devrimden sonraki nesilde inanç sıfır. Zaten o süreçte bütün kileseler yıkılmış. Glasnost’dan sonra yeniden yapılmaya başlanmış fakat sanırım yalnızca devrim öncesi yaşta kişilere  hitap ediyor. Beni hayrete düşüren fakat henüz doğrulayamadığım bir bilgi ise, Rusyada önemli ölçüde bir kitlenin Hitler hayranı oluşu! Burada Hitler’in doğum günü tatilmiş güya (diyorum ya bunu henüz doğrulayamadım) ve o gün büyük gösteriler oluyor, yolda sokakta görülen esmer tenli kişiler dayaktan geçiriliyormuş! Zaten dikta rejimi içinde doğup büyümüş bu nesiller için (Çarlık ya da kominizm farketmiyor) farklı bir yönetim modeli sanırım henüz pek yabancı.

Faşizmi seviyorlar mı onu kesin olarak bilmiyorum ama yabancıları sevmediklerini söyleyebilirim.

Yabancıları sevmek bize mahsus bişey galiba. Bizimki sevme boyutunu aşıp yalakalığa dönmüş hatta. Fakat köklerimizi düşününce son derece anlaşılabilir bir durum; zaten göçebesin yılda iki kez herkes sana yabancı! Tabi bir de Osmanlı dönemi var ki, eşi benzeri yok dünyada. Bir tarihçi, sosyolog ya da antropolog olmadığım için yorumlarımı pek ciddiye almamak lazım, benimki sadece kişisel çıkarımlar tabi. Osmanlılar ilginç bir yöntem benimsemişler. Büyümeyi, kendini başkalarına kabul ettirmek, kendi damgasını vurmak olarak değil, farklılıkları kabul edip bünyeye dahil etmek olarak algılamışlar. Dahice! E devlet politikası bu olunca, her ırktan her dinden insanlar birlikte yaşamak durumunda kalmış, üstelik anadolunun ve boğazların stratejik önemini de unutmamak gerekiyor, birlikte yaşayamadıklarımıza da yol oluyoruz zaten, bizden geçip gidiyorlar. Köprülük vazifesi ve onuru, işte bence bizi zenginleştiren de bu. Özetle, Türkiyeliye yabancı yok J

Bu durumda baştaki cümleye gerek kalmıyor, hani yabancıları sevmek bize mahsus demiştim ya… Bize yabancı yok ki zaten, fark yok, biz herkesle içli dışlıyız, yalakalık tabirim daha ziyade cumhuriyetin ilanından sonra, epey sonra ortaya çıkmış bir durum. Bunun sebebi de gayet açık zaten. Yeniyi yerleştirmek için eskiyi kötülemek gerekliği bilinen en eski ve  insani bir taktik! Bir gün içinde, binlerce yıldır edindiğiniz bilgiyle ilişkiniz kesiliveriyor. Bilgi birikimine ulaşamıyorsunuz çünkü alfabeniz değişmiş ve üstelik osmanlı dönemine var yansın edilen bir eğitim sistemi kurmuşsunuz. Yani bindiğiniz dalı kesmişsiniz. Ben dal şöyle güzeldi böyle harikaydı demiyorum, kör öldü badem gözlü olmadı, sadece kestik diyorum. Bu bir tespit. Böyle köksüz kalıverince ortada, bize düşen de artık avrupanın amerikanın yalakalığını yapmak oldu mecburen. Boşlukta kalamıyacağımıza göre birilerinin dalına binmek zorundaydık.

Bu konuda son olarak söyleyeceğim şu; bence elden gelen öğün olmaz, olsa da vaktinde bulunmaz. Bizim tez elden yapmamız gereken köklerimizle yeniden kucaklaşmak, bunun için Avrasya projesi pekala iyi bir başlangıç olabilir.

Julia benim rusça öğrenmek için gösterdiğim yoğun çabaya hayret ediyor. Niye öğreniyorsunuz diye sormuştu ilk günlerde, ben de bilmiyorum demiştim, artık bişeyleri mecburiyetten yapma çağında değilim, özgürüm, boşum, ne istersem onu yapıyorum. Aslında ben gençlikte bile ne işe yarayacağını bilmediğim bi sürü şey öğrenip kenara koyardım, ilginçtir daha sonra bunların inanılmaz işe yaradığı da görülmüştür. Şaşkınlıkla yüzüme baktı, ne güzel dedi. Belki yaşlanmanın da bi avantajı var diye geçirmiştir içinden J Rusça ilginç bir dil, bir kere kulağıma Türkçenin tersten okunuşu gibi geliyor! Ayrıca isim, sıfat ve fiillerin hepsi cinsiyetli! Bu dillere bakınca Türkçenin kullanışlı yapısını, cinsiyet ayrımının hiç bir yerde olmamasını yalnızca dille alakalı değil soyumuzun genel felsefesi olarak da yorumluyorum.

 

Rusların ata bu kadar düşkün olduklarını bilmezdim. Büyük bir çoğunluk ata binmeyi biliyor, yolda sokakta ata binenlerle karşılaşabiliyorsunuz. Atçılık kulüpleri olduğu gibi, daha ferdi ve ucuz yöntemler de varmış. Zaten her yer orman, koru, buralarda kişilerin özel atlarına bakabiliyorlar ya da at kiralayabiliyorlarmış. Geçen hafta Julia bizi kendi kiralık atının bulunduğu yere götürdü ve bir süre ata bindi, biz de seyrettik tabi. Atlar pek cana yakındı, üstüme üstüme geliyorlardı, elma filan verilmesine alışmışlar sanırım ondan. Fakat öyle iri şeyler ki insan ürküyor biraz J Orada Julia’nın haricinde iki bayan daha ata biniyorlardı. Bu arada atların bakıcısı, yani seyis de genç bir bayandı.

Bu arada Moskova’nın tam bir tabela cenneti olduğunu söylemeliyim. Devasa boyutlardan, küçüklerine ve  her türden reklem panolarına kadar bir çeşit tabela galerisi burası. Sanırım henüz tabela vergisi yok,zaten vergi konusuna daha pek sıra gelmemiş. Mülkiyet kavramı oldukça ilginç bir konumda, hani tay tay durabilen bir bebek desek yeridir J

Demokrasiye geçtikten sonra, devlet herkese aile üyelerinin sayısına göre büyüklüğü olan evler vermiş (bu sebeple yolda sokakta yatan insan hiç görmedim belki); fakat binaların mülkiyeti halen devletinmiş! Yani daireler kişilerin, binalar devletin. Böylece kişilerin bina üzerinde bir değişiklik yapmak gibi hakları yok ve sanırım bakımları da devlete ait. Belki bu sebeple hayatımda gördüğüm en çirkin kapılar, en kirli merdivenler, en bakımsız antreler burada. Oturduğum apartmanın merdivenlerindeki kiri annem görse düşüp bayılırdı, abarttığımı hiç sanmıyorum;çünkü bu konularda pek titiz değilimdir aslında. Hele içeri girildiğindeki o fecii kokular!!! Çöp, lağım, kusmuk, havasızlık,yağlı yemek kokuları…Tabi iç içe bi sürü kapı var ve hepsi kilitli hava da alamıyo hiç bi yer. Yanımda kimse olmadığında asansöre binmiyorum, gerçi burda elektrik kesintisi olmazmış (nükleer santral sebebiyle ) ama yine de o pis, havasız asansörün içinde kalma fikrine hazır değilim.

Bu sonuca varırken, burada pek çok apartmandan içeri girmiş olduğumu tahmin edersiniz, yoksa bir tek benim bulunduğum apartman böyledir diyebilirdim.

 

Emeklilik yaşı 55-60 sanırım; fakat emeklilik maaşı konusunu açıklığa kavusturamadım, henüz Julianın ilgi alanına girmemiş J Bu hafta sonu yine daçaya gittik, Julianın ailesiyle bir kez daha görüşebilmekten mutlu oldum. Bu kez dedesi ile de tanıştım. Dedesi oldukça şöhretli bir avukatmış, tabi aynı zamanda profesör, zaten ailede profesör olmayan yok galiba J Dedesi, önümüzdeki Juli’nın son senesinin epey zor olacağını söyledi, niye dedim, kendi verdiği derse girmesi icap edecekmiş, epeyce güldük tabi. Hitlerin doğum gününü sordum, resmi tatil değilmiş çok şükür, fakat özellikle genç nesilde nazizme bir ilgi olduğu da doğruymuş.

Dünyanın her yerinde milliyetçilik ve ruhaniyete ilgi hızla yükseliyor, umarım hayırlara çıkar.

Babuşka (anneanne) bu kez bize etli biber dolması pişirmişti, bizimkine oldukça benziyordu, önce şaşırdım; çünkü bir aydır burda normal bir yemek görmemiştim ama sonra babuşkanın Ukrayna’lı olduğunu hatırladım. Bütün aile gerçekten son derece misafirperverdi, onlarla tanışmış olduğuma seviniyorum. Umarım bu ilişkimizi sonraki yıllarda da sürdürürüz.

 

Bu günlüğü benim yerime bir erkek yazsaydı her yeni satıra “adna krasivaya devuşka” diye başlayabilirdi J Manası; bir güzel kız… Gerçekten de genç nesil, kızı erkeği pek güzeller. Fiziksel anlamda güzel bir ırk olduğunu gayet net olarak söylemek mümkün. Günlük hayatta makyaj yaptıklarını görmedim; fakat ingiliz kadınlarındaki zaafiyet burada da var, hemen hepsi pek topuklu giyiyorlar. Kadınların topuklarının taşlar üzerindeki sesini gece gündüz takip edebiliyorsunuz.

Caddelerin genişliğinden bahsetmiştim sanırım, hele bazı yerler artık tam olarak abarmış diyebiliriz, altı ya da sekizer gidiş-gelişli. Ahhh İstanbulda da olsa diyesi geliyor insanın.

 

Moskova çok geniş ve düzlük bir alana yayıldığı için en merkezi yerlerde bile İstanbul’daki kalabalık görüntü yok. Oturduğum eve çok yakın bir semt pazarı var, görünüşü son derece tanıdık. Fethiye’nin daimi pazarından pek farkı yok. Şu ana kadar duyduğum kadarıyla burada en sevilmeyenler Azeriler, sebebi de her türlü katakulliye yatkın oluşlarıymış. Daçaya gitmek üzere Moskova’yı çıkarken aynen bizde olduğu gibi yol kenarında birikmiş erkekler gördük. Julia onların iş bekleyen tacikler olduğunu, burada kaçak yaşadıklarını söyledi.

Yolda sokakta, kilesede, kızıl meydanda birçok gelin-damat gördüm, meğer bu temmuzda moskova’da evlenme rekoru kırılmış; 1750 çift! J

Buradaki Türk işverenlerin de bir birliği varmış; RTİB- Rusya İşadamları Birliği, gazetede okudum geçenlerde yaza merhaba pikniği yapılmış. Yine bir işadamının şöyle bir demeci var: “Rusya’ya rekabet edebileceğine inanan firmalar gelsin”

 

Bu hafta sonu Puşkin müzesini gezdim. Maalesef sergilendiğini öğrendiğim altın kuran’a yetişemedik. Resimler ve heykel ağırlıklı bir müze, çeşitli kültürlere ayrı salonlarda yer verılmiş. Mısır bölümünü ezbere biliyomuşum gibi geldi! Müzelerde her salonda ve girişte bayan görevliler var, hepsi de oldukça yaşlı, en ufak bir şeyde hemen müdahale ediyorlar. Sanki kendileri de müzenin birer parçası gibiler J

Bana Puşkin müzesinden daha ilginç gelen binanın tam karşısındaki bir resim galerisiydi. Burada çok ünlü bir ressama ait yüzlerce tablo vardı. Henüz hayatta olan ressamın adı İlya Glazunov. Bir sanatçının bu kadar verimli olabileceğine inanamadım, defalarca sordum ki, bu tabloların hepsi aynı kişinin olamaz diye ama oluyormuş işte. Çok ilginç bir stili var. Tamamen klasik çalışmaları, bolca portre çalışmaları olduğu gibi son derece büyük politik tabloları da var. Ressam arkadaşlarımın ilgisini çekebilir diye Glazunov’un resimlerinden bir kısmını gösteren bir kitap ile resimleri arasında en çok hoşuma giden “Rus güzelliği” ni içeren bir reprodiksiyon aldım.

Rus ressamlarının portre çalışmalarına hayran kaldım. Bunların resim olduğuna inanmak zor, öylesine canlı ve gerçekçi ki, sanki her an tablodan dışarı atlayabilirler.

İzlediğim konserler de oldu. Pop müziğinden, yerel folk müziğine kadar geniş bir yelpazede şarkılardı. Gerçekten sanatçılıklarına diyecek yok, yaptıkları işi ciddiye aldıkları için olsa gerek.

Burada kapitalizme geçişle ilgili rahatsızlıklar henüz başlamamış. Bu konuda hükümetlerin akıllıca davranmış olduklarını düşünüyorum. İnsanların asgari ihtiyaçları karşılanmış durumda: Daha önce de söylediğim gibi herkesin kendi evi var yani barınma sorunu yok, ısınma, aydınlatma gibi enerji problemi yok, benzin sudan ucuz. İlaç bedava, içki sigara konusu ise dünyanın en ucuzu olabilecek düzeyde bol. Ruslar zaten yemek yemiyorlar, sadece içiyorlar. Eh bu durumda yaşamak onlar için kolay ve garantide. (Moskova yabancıya pahalı!) İleride ne olur bilemem! Bence henüz kominizmin getirilerini harcıyorlar.

 

Dönüş günü geldi çattı. Buraya yeniden gelmekten çok memnunum ama her zamanki gibi beni en çok sevindiren İstanbul’a geri dönmek. Dünya’da İstanbuldan güzel bir yer yok.

 

Sibel Atasoy

Temmuz-2007

Moskova

4 Yorumlar

  1. […] gezi Notları tamamı için bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=83 Tags: Gezi, Rusya | Posted in […]

  2. Sayfanızı çok beğendim izninizle bende rusya hakkında kısa bilgiler vereyim. Geçen hafta döndüğüm rusyadan nedense bir türlü hoşlanamadım insanlar ve hava çok soğuk. İngilizce bilen ve size yardım etmek isteyen insan bulmak zor. Bütün tabelalar rusça. Metro ağı çok geniş şehrin bir çok yerine metro ile gitmek mümkün tabi kaybolmazsanız. Kremlin, Kızıl meydan, st vasili klisesi dünyada herkesin ölmeden önce görmesi gereken yerler 🙂 Moskova geziniz için 5 günden fazla zaman ayırmanıza gerek yok oraya kadar gitmişken tataristanın başkenti kazan’ı görmeden dönmeyin. Rusyaya ilk bahar veya sonbahar aylarında gidin st peterburg’u beyaz gecelerin yaşandığı zaman ziyaret edin.

    1. says:

      Müslüm bey katkılarınız için teşekkür ederim. Gezdikçe iz bırakanlardan olmak lazım 🙂

  3. ..Endless.. says:

    Dün Mısır bugün Rusya, yine güzel bir seyahat oldu sayenizde..
    İlk fırsatta Paella yemek istiyorum.. :))

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir