J.D. Salinger’e dair tamamlanamayacak bir özetleme girişimi

Franny ve Zooey
Salinger’i depresyonda olanlar hatta ihtimali bile olanlar okumasın. Olay yok ama sayfalarca süren mektuplar ve konuşmalar var. Adam müthiş. Ancak bir oğlak böyle mizah/zeka ve mükemmelci olabilir diye geçiriyorum içimden okurken. Sonunda merakım galip geldi (bu arada ocaktaki zeytinyağlı pırasaya da bakmam gerekiyordu) kalkıp internetten baktım, bingo! 1 Ocak 1919
Kitabını az önce bitirdim, ruh halim şu an bu kitabı anlatmaya uygun olmadığından (Ursula öldü, ben zaten hastaydım) hislerimin çoğuna tercüman olan Ekşi yazarlarından Pati’nin düşüncelerini aşağıda aktarmakla yetiniyorum şimdilik. Fakat bu böyle ortada kalmayacak söz veriyorum. İnsan böyle bir kitap yazıp da bir kaç ateşli cümle ve daha fazla küfür duymamayı bekleyemez. Niye hatırlatıyorsun tüm bu dünya şeylerini ki bize! Neden üzüyorsun neden uyandırıyorsun, neden neden neden? Geri zekalı mıyız biz?
 “Muhteşem kelimesinin yetersiz kaldığı bir j.d. salinger kitabı.
Bir ekşi yazarı Salinger hayranından alıntı:
kitabı okurken zeka özleminiz içinizde büyüyor, büyüyor ve coşuyor. aile olmak fikri öyle güzel anlatılmış ki. zeka taşan diyaloglar. zooey’le saatlerce konuşmak, franny’nin saçlarını bloomberg gibi sevmek, mrs. glass’ın sofrasında beslenmek ve mr. glass veriyor diye mandalina yemek isteğiyle dolduruyor. karakterlerin, orada olanların, olmayanların hepsinin böylesine canlı, gerçek, bunca yakın olabilmesi büyüleyici. badana kokulu evde, eşya kalabalığının, kitap kokularının arasında o kanapede oturmak isteği yankılandı içimde. öylesine coşkulu, gümbür gümbür bir istek, böylesine içten, düşünceli, yüze vuran, gerçek konuşmalara dair…
zooey’in kızkardeşiyle konuşma biçimine hayran kaldım. böyle bir abi istedim. kendi hata ve bencilliklerinin fışkırdığı upuzun konuşmaların hepsinde aslında benim için çabaladığını bileceğim. burnumun direği sızladı. taptım, bayıldım, sarsıldım.
böyle saatlerce konuşsunlar benimle istedim. bitmesinler sayfalarla. anlatsınlar, aptallığı, sahteliği, arayışı, insanları anlatsınlar. sanattan anlamayanları, yazıdan anlamayanları, ego esirlerini, akademik konuşanların sığlığını, zeki geçinmek için aptallaşanları anlatsınlar. ezsinler yeri geldiğinde…
“niye bu insanlardan sokakta yok? niye?” diye haykırmak istedim…
rekabetten korktuğum yok. rekabet edeceğimden korkuyorum” diyen franny’nin o tuvalette hıçkıra hıçkıra elindeki kitabı öpen ve geriye yanlış ve aptal -ve her nasılsa erkek arkadaşı olan- bir adamın oturmakta olduğu masaya yürüyüp de gülümsemeye çalıştığı, o hiçbir şey yiyemeyen solgun ve güzel görüntüsü öylesine tanıdık ki. yaşandı bir yerimde… bir yerimde bir tuvalette oturup da çünkü dizlerimi kendime çekip böylesine çok ağlamıştım ve gülümseyebilmek için çantamda sürekli taşıdığım bir nesneyi -defteri ya da kitabı belki de- öpüp saçlarımı düzeltmiştim. ve evime dönüp annemin çorbalarına babamın mandalinalarına sığınıp hayat bitmiş gibi yığılarak kanapelere ve dua yerine bir ismi sayıklayarak, hatta bir kediyi sevmiştim, sanki… öylesine gerçekti franny…
kendimi hatırladım… içime dokundu bu kitap. fazlasıyla..
zooey gibi bir abinin ve genel olarak hayatta zekanın eksikliği ile içime dokundu, titretti, ağlattı bu kitap beni..
bir daha unutulmamak üzere etkiledi.
yan odadaki telefondan kırıcı ama gerçek şeyleri söylemek için telefon açacak birini deli gibi özledim..
salinger zeka özlemimi giderdi ki anca kitaplarda giderilebiliyor belki de…
catcher in the rye güzeldi, ancak bu kitapla salinger’ın benim için edebi bir deha olduğunu anladım. “öyle ki artık yazmayabilirsin de” dediği bir nokta geliyorsa insanın… sonraki kitaplarıyla o nokta gelmiş demek ki kendisine.. iyi mi kötü mü bilmiyorum. saygı ve hayranlık içinde iç çekiyorum. Pati
*
Çavdar tarlasında Çocuklar

Girdiği üçüncü üniversiteden de kovulan ergenlik yaşındaki Holden’in bu habei ailesine okulun daha önce bildirmesinini umarak eve dönmeyi geciktirdiği üç günü öğreniyoruz bu kitapta. Tabi yine konu yok. Kişiler var, bitip tükenmez tanımlamalarıyla tanıdığı ya da bir kez karşılaştığı kişilerr üzerinden Holden’in (aslında Salinger’in kendi ergenlik çağını)tanımaya/tanıtmaya çalıştığını görüyoruz. Anlatım muhteşem. Tarzım olmasa bile hiç ama hiç fark etmez. Güzel güzeldir.

Bu kitapta beni çok üzen bir bölüm oldu Salinger adına. Galiba dünyasında birlikte olmaktan konuşmaktan en mutlu olduğu en sevdiği kişi 10 yaşındaki kızkardeşi Phoebe. Demoralize oluşunun doruklarında Holden’e şu soruyu soruyor: Peki sen ne olmak isterdin. Çeşitli meslekler, babaları gibi avukatlık filan hepsinin bi kusuru var. Sonuçta Holden olmak istediği şeyi şöyle ifade ediyor on yaşındaki kıza ve o da anlıyor.

Bu cevap beni ağlattı.Olur bana bazen ilk defa değildi, çok masumcaydı, ağlamadıysam da daha beter oldum.

*

Bir şeyi çok iyi yapıyorsanız,bir süre sonra, dikkatli olmazsanız kaçınılmaz şekilde gösteriş yapmaya başlıyorsunuz. Bu da yaptığınızı çok iyi olmaktan çıkarıyor. Der Salinger. Neden dersiniz?

Salinger bunu kitaplarında muhtelif yerlerde farklı örnekler üzerinden altını çizmiş.onun bu görüşünü ben şöyle anladım: kişi yaptığı performansla birleşmiş o olmuş yani, o performansı icra etmezken bile icra ediyor gibi,sürprize , hataya çabalamaya hiç ihtiyacı yok. İşte Salinger bu mükemmelliği takdir etmekle birlikte bundan sıkılıyor da aynı zamanda. Kişinin kendisi kaybolmuş performans kalmış yalnızca!.Ve bu da mükemmel hissetttirmiyor artık, gösteriş gibi hissettiriyor. Çünkü Salinger kurgu ile gerçeğin (sahtekarlık anlamında yapılanından nefret ediyor zaten) masumca birbirinden azıcık farkı olmasını istiyor.

Lunt ve lynn adlarında çok ünlü iki oyuncu hakkında konuşuyor, çok iyiydiler ama onlardan pek hoşlanmadım diye başlar:

*

Çavdar Tarlasında Çocuklar

On aylık kardeşleri iki erkek kardeşin(15 ve 17 yaşındalar) odasına taşındığı gece bebek gecenin bi yarısı uyanıp ağlamaya başlar. Abi Seymour annesinin tarif ettiği gib imama verir ama sorun bu değildir. Sonra kitaplığa yaklaşır ve fener ışığında bir kitap bulur.
Diğer erkek kardeş; daha on aylık allah aşkına ona kitap mı okuyacaksın der. Ama diğeri şöyle cevap verir “ama kulakları var ve duyabiliyor değil mi?”
Seymour’un okuduğu tao masalı:
 
Chin derebeyi Mu, Po Lo’ya dedi ki: Yaşın epeyce ilerledi artık. ailende senin yerine atlara bakabilecek biri var mı? po lo yanıtladı:”İyi bir at şöyle bir bakınca görünüşünden anlaşılır ama çok üstün bir at -toz kaldırmayan, iz bırakmayan cinsten- yitiveren , kaçıveren bir şeydir, hava gibidir, ele geçmez. Oğullarımın yetenekleri pek o kadar gelişmiş sayılmaz. İyi bir atı ilk bakışta anlarlar ama üstün bir at için pek birşey söyleyemezler. Bir arkadaşım var, adı Chiu-fang Kao, odun ve sebze satar, at konusunda benden hiç de aşağı kalmaz. Onunla bir görüşseniz.”
 
Derebeyi Mu, Kao ile görüştü ve ardından onu bir savaş atı aramaya yolladı. Kao üç ay sonra geri döndü ve bir at bulduğunu bildirdi. ”Şu anda Shach’iu’da” dedi. Derebeyi, ”Peki nasıl bir at bu? ” diye sorunca, ”Ha” dedi Kao, ” boz bir kısrak.” ama biri atı almaya gidince hayvanın kömür kadar kara bir aygır olduğu alaşıldı! Duruma çok içerleyen derebeyi, Po Lo’yu çağırttı.” Şu senin arkadaşına” dedi, bir at arasın diye görev verdik;gördün mü yaptığını? Bir hayvanın rengini,cinsiyetini ayırt edemedikten sonra bu adam attan ne anlar? Po Lo tatmin olmuş halde soluğunu alıp bıraktı. ”O mertebeye varmış mı gerçekten? Aah öyleyse, benim gibi on bin at ustası eder o. Ben onunla kıyaslanamam artık. Kao’nun göz önünde tuttuğu şey ruhsal mekanizmadır. Özü yakalayabilmek için basit ayrıntıları boş verir; iç niteliklerle uğraştığından dıştakileri göremez. Neyi görmek istiyorsa, onu görmeye çalışır; görülmesi gerekmeyenlere bakmaz. Nasıl da at seçermiş bu Kao! demek ki, atlardan çok daha iyi şeyleri değerlendirme gücüne sahip.”
 
At geldiğinde, gerçekten de üstün bir hayvan olduğu anlaşıldı.
*
Doğa sevgisi dindir ve o din şiirdir; Bu üç şey bir şey eder; haiku’lu şairlerin konuşulmayan öğretisi demiştir Blyth. Salinger de kahramanının sevgilisine ondan şu alıntıyı yaptırır: “Bir şey için Tanrının şefkatinden daha fazlasını duyuyorsak, duygusalız demektir.”
Yükseltin tavan kirişini Ustalar * Seymour -bir giriş
Diğer tüm Glass ailesi öyküleri gibi Tavan Kirişi de en büyük ikinci ağabey olan Buddy Glass hikâyenin “yazar”ıdır. Öyküde Buddy, II. Dünya Savaşı sırasında 1942’de ordudan izin alıp ağabeyi Seymour’un nikahına gelmesini ve nikahın yapılmamasından sonra olan bitenleri anlatır. Bu öyküde meydana gelenler Seymour’un 1948’deki intiharına zemin hazırlayacaktır. Seymour okurların bildiği şekilde Buddy’nin ve nikaha gelen ziyaretçilerin gözlerinden anlatılır. Bu kimselerin içinde Nikahın olduğu yerden ayrılırlarken Buddy’le aynı limuzine binen iri yarı bir kadın olan baş nedime bulunmaktadır. Yolcuların geri kalanı (nedimenin kocası Robert, Muriel’in babasının sağır dilsiz amcası ve Helen Silsburn adında orta yaşlı bir kadın) Buddy’nin Seymour’un kardeşi olduğunu bile bilmez. Hikâye boyunca nedime nikaha gelmediği için Seymour’u yerden yere vurur ve Muriel’in annesinin ne kadar akıllı olduğunu ve Seymour’un davranışları hakkında söylediklerinin nasıl bir bir çıktığını söyler. Sohbet ve Buddy’nin itirazı Salinger’ın yargılayıcı ve duyarsız insanlara olan sinirini yansıtmaktadır. Zen usulü bir kabulün olduğu yerde garez yer alamaz. Hikâyenin bir noktasında Buddy, Seymour’un günlüğünü bulur. Kimse görmeden alıp banyoya götürür ve Seymour’un ağzından duyacağımız tek diyaloğu burada okuruz. Daha sonra yayınladığı “Hapworth 16, 1924″te Buddy mektubun kelimesi kelimesine aktarıldığını ve aktarılanların kendisinin değil Seymour’un düşünceleri olduğunu söyler. Bu noktada artık iki kardeşi ayıran zar tamamen saydam hale gelmiştir ve peşi sıra gelen hikâye de bunu kanıtlar.

Seymour genellikle yazar olan kardeşi Buddy’nin gözlerinden anlatılır, Buddy de dâhi ağabeyinin gölgesi altında yaşamaktan memnun gibidir.

Hikâyenin adı, Boo Boo Glass’ın ailenin evindeki banyonun aynasında Seymour’a bıraktığı bir notun ilk dizesidir(kardeşler birbirlerine bu ayna üzerinden notlar bırakmak gibi bir alışkanlık-oyuna sahiptirler). Notun kendisi de Lesboslu Yunan şair Sappho’nun bir şiirinden alınan bir dizedir: Yükseltin tavan kirişini, ustalar. Güvey geliyor Ares’ten boylu.

Kitabın ikinci bölümü, Seymour -bir giriş ise yine Buddy’nin ağzından anlatılan öykü, okurlara 1948’de 32 yaşında intihar eden ağabeyi Seymour’u bir tanıtma girişimidir. Buddy herkesten uzak evinde geçmişi düşünmektedir.Bu öyküde de diğer Glass ailesi hikâyelerinde olduğu gibi Zen budizminin, haiku ve Hinduizm’in vedanta felsefesinin bahsi geçer. Öykü bilinç akımı tekniği ile yazılmıştır ve yarı-otobiyografik özellikler taşımaktadır. (alıntılar için tıklayınız)

Yazar akşamın olmak üzere olduğu saatlerde arkadaşıyla misket oynamaya devam ediyordur ve sekiz yaşındadır. Kendinden iki yaş büyük ağabeyi Seymour’un oyun tarzını taklit etmeye çalışmaktadır tam o anda abisi evin önüne çıkar:

Aslında bu küçücük pasajda Buddy’yi ve Seymour’u anlamak nerdeyse mümkün gibi geldi bana.

“Bilge herhangi bir şeyi üstlenme konusunda endişe ve kararsızlık doludur ve böylece de hep başarılı olur.” Chuang-Tzu

Seymour bir seferinde hayat boyu yaptığımız tek şeyin küçük bir kutsal toprak parçasından, diğerine gitmek olduğunu söylemişti. Asla yanılmaz mı o?

j.d.salinger ile ilgili bu yazı çok uzadı, sanırım burada bitireceğim ve dokuz öyküsünü bir başka sefer anlatacağım.

1 Yorum

  1. […] Not: Salinger kitaplarını toplu olarak sunacağım bir yazı yayınlayacağım (tıklayınız) için sadece kısaca bahsediyorum, geçen haftanın kurguları arasında yerini alsın diye. * […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir