Ben Bu Cihana Sığmazam

Gönül Ehlinden sayfalarımızda “Ben Bu Cihana Sığmazam” başlığıyla yayınladığımız, günümüzden yaklaşık altı yüzyıl önce “Nesimî” hazretlerinden dile gelen dizeleri, bilebildiğimiz kadarıyla Tasavvuf ve Bilim bakışıyla anlamaya ve değerlendirmeye çalışalım bu yazıda.

Seyyid Nesimî hazretleri, bu muhteşem dillenişte, “ben” diyerek işaret ettiğimiz “zat”ın özelliklerini, insan bilincini evrenselliğe yönelten coşkulu bir tarzda, benzetme ve karşılaştırmalarla —bu suretle hem teşbih hem tenzihi bünyesinde barındıran “tevhid” lisanıyla— anlatır. Böylece insana kendi hakikatinin farkında olmasının kapılarını açar. Nesimî’nin, ikiliği ortadan kaldırarak her şeyi içselleştiren ve zatında gören “ben” tarifi, hiç bir şeyle kayıtlı olmayıp, bütün tanımlamaların ötesindedir. Bu bir bakıma, “yerlere ve göklere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” kudsi hadisine tam kalp ile şüphesiz imanın dillenişidir.

Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam,
‘Cevher-i lâmekan’ benem, ‘kevni mekâna’ sığmazam.

‘Arş ile ferş’ ‘kâf ile nun’ bende bulundu cümle çün,
Kes sözünü ve sessiz ol, şerh ve beyâna sığmazam.

Kevni mekândır âyetim, zâti durur bidayetim,
Sen bu nişanla bil beni, bil ki nişana sığmazam.

Kimse güman ve zan ile olmadı Hakk ile biliş,
Hakkı bilen bilir ki ben zan ve gümana sığmazam.

Surete bak ve mânâyı suret içinde tanı ki,
Cism ile can benem velî, cism ile câna sığmazam.

Hem sedefem hem inciyem, Haşrü Sırat esenciyem,
Bunca kumaş ve raht ile ben bu dükkâna sığmazam.

Gizli hazine benem ben iş, aynı ayan benem ben iş,
Cevher-i yer benem ben iş, deryaya ve yere sığmazam.

Gerçi Muhit ve Azimem, adım âdemdir âdemem,
Dar ile ‘künfekan’ benem, ben bu mekâna sığmazam.

Can ile hem cihan benem, dehr ile hem zaman benem,
Gör bu latîfeyi ki, ben dehre ve zamana sığmazam.

Yıldızlar ve felek benem, vahy ile hem melek benem,
Çek dilini ve sessiz ol, ben bu lisana sığmazam.

Zerre benem, güneş benem, car ile penç ve şeş benem.
Sureti gör beyan ile, çünkü beyana sığmazam.

Zat ileyim sıfat ile, Kadr ileyim Berât ile,
Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam.

Nâra yanan şecer benem, çarha çıkar hacer benem,
Gör bu ateşin zebânisin, ben bu zebâne sığmazam.

Bal ile hem şeker benem, şems ile hem kamer benem,
Rûh-i revân bağışlarım, rûh-i revana sığmazam.

Gerçi bu gün Nesîmiyim, Hâşimîyim, Kureyşiyim,
Bundan uludur âyetim, âyet ve şâna sığmazam.

Hazreti İsa, Hallacı Mansur, İbni Arabi gibi seçkin zevatın dillendirdiği gerçekleri o devirde açan Nesimî de, insanlığa sunduğu aydınlığa karşılık neticede, onu tehdit olarak algılayan içinde bulunduğu inanç grupları tarafından 40′lı yaşlarında ezayla şehit edilenler arasında tarihte yeralmıştır. Bununla birlikte, onun gerçeğe olan sevdası ile kaleme aldıkları ve verdiği eserler, okuyarak öğrenen insanların gönlünü yüzyıllardır fethetmeye devam etmektedir.

Rivayet edilir ki… Derisinin yüzülmesine fetva veren zamanın müftüsü, Nesimî’nin bedeni çarmıha gerili iken parmağını sallayarak “bunun kanı da necistir, uzva damlasa, o uzvun kesilip atılması gerekir” diyormuş. Tam bu sırada Nesimî’nin yüzülen derisinden bir damla kan müftünün şahadet parmağına sıçramış. Meydanda bulunan ehl-i can; “Müftü efendi, fetvanıza göre parmağınızın kesilmesi lazım” demiş. Müftü efendinin, “nesne gerekmez, biraz suyla temizlenir” dediğini duyan Nesimî kanlar içinde, daha önce yazmış olduğu şu beytini okur:

“Zahidin bir parmağın kessen döner Hak’tan kaçar,
Gör bu gerçek aşıkı ser-pa (baştan ayağa) soyarlar ağrımaz.”

Bunun sonrasında da denir ki, Nesimî eğilip yüzülen derisini yerden alarak bir post gibi sırtına vurmuş ve Halep’in oniki ayrı kapısından aynı anda çıkarak insanların arasından çekip gitmiştir.

Tasavvuf’taki “lâmekân” kavramına günümüz biliminde karşılık gelen kavram “non-locality”, Türkçesiyle “mekânsızlık”tır. Atomaltı boyut itibariyle uzayda her yerin aynılığını vurgulayan özelliğe fizikte “mekânsızlık” (non-locality) denir.

Şimdi bu mısraların ardındaki hazineyi görmeye ve anlamağa çalışarak gönüllerimizi aydınlatmaya bakalım.

Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam,
Cevher-i lâmekan benem, kevn ü mekâna sığmazam.

İki cihan, “dünya ve ahıret” olarak değerlendirilebileceği gibi bunları ötelemeyen bilinç için “beş duyu ve beş duyu ötesi”, “madde ve mânâ”, “görünen ve görünmeyen”, “fiziki ve düşünsel” şeklinde de yorumlanabilir. Bu iki yapı benim varlığıma sığar; ancak ben bu cihana (bu görünen beş duyu evrenine) sığmam. Hem bedenim, hem ruhum; ama “ben” ne bedenim, ne de ruh!

Mekânsızlık (lâ mekân —beş duyu algısının ürünü olan mekânın yokluğu, onun ile kayıtlı olmayış) cevheri (özü, kaynağı) benim, ancak yine de kevni varlığa ve mekâna sığmam. Kevni, bu ortada “olan”, “algılanan” anlamınadır. Kevn ü mekâna sığmam: Bu kelimelerin işaret ettiğiyle kayıtlı, sınırlı değilim.

Tasavvuf’taki “lâmekân” kavramına günümüz biliminde karşılık gelen kavram “non-locality”, Türkçesiyle “mekânsız”lıktır. Bizim gördüğümüz uzaydaki şekil, suret ve yer gibi ayrımların, atomaltı düzeyde henüz varlığı belirmemiştir; bir yeri veya şeyi bir başka yerden veya şeyden ayırmak imkânsızdır. Bu varlıkta gördüğümüz, bildiğimiz her şey, neticede mekân (lokalite) kavramının geçersiz olduğu evrenin özündeki o düzeyden ortaya çıktığı için, evrenin aslı, sınırsız bir olasılıklar denizi gibi anlatılır, ki her olası şey ve yer ondan meydana çıkar. İşte bizim gördüğümüz uzayda her yerin aynılığını vurgulayan bu özelliğe fizikte “mekânsızlık” (non-locality) denir.

Bunun ötesinde, holografik gerçeklik esasına göre düşündüğümüzde, sınırsız ve sonsuz olan “Tek”e, ya da “Bütün”e ait her özellik hologramik biçimde her zerrede mevcuttur. (Daha geniş açıklama için bkz. Holografik Bakış) Varlık bütünüyle bir hologram olarak düşünüldüğünde, tıpkı bir hologram plakasının her bir noktasında, bakılan yöne göre üzerindeki resmin her noktasının görülebilmesi gibi, evrenin her bir zerresinde de bütüne ait tüm özellikler mevcuttur. “Bende sığar iki cihan”, bilebildiğimiz tüm özelliklerin insanın zatında toplandığına işarettir. Zira her zerre, bütüne açılan bir başlangıç gibidir. Nesimî, bu mânâyı müşahedesini, yine divanında yer verdiği şu beyitleriyle de dile getirir:

Külli yer ü gök Hakk oldu mutlak (Yer ve gök büsbütün Hak oldu, şüphesiz),
Söyler def ü câng ü ney “Ene’l-Hakk” (Def, saz ve ney “Hak benim” diye söylerler).

Mescûd ile sâcid oldu vâhid (Secde edilenle secde eden bir oldu),
Mescûd-i Hakiki oldu sâcid (Secde eden gerçekte secde edilen oldu).

Her katre mühit-i azim oldu (Her damla azameti kapsayan oldu),
Her zerre Mesîh-i Meryem oldu (Her zerre Meryem oğlu İsa oldu).

O halde…

Arşla ferş ve kaf u nun bende bulundu cümle çün,
Kes sözünü ve ebsem ol, şerh ve beyâne sığmazam
.

Arş (semavatın nihayeti) ile yer ve “kâf” ile “nun” bende bulunduğu için, sözünü kesip sessiz ol; ben şerhe (açıklamalara) ve beyana (bildirilenlere) sığmam.

Burada geçen “kaf” ve “nun” harfleri, Allah’ın “kün” yani “ol” emrine atıftır.

“İnnema emrühû iza erade şeyen, en yekûle lehu kün, feyekun.” (Yasin: 82). Bir şeyin olmasını irade etti mi, “ol” der ve o şey olur!

“Kün”den oluşan “kevn”, yani “olan”, “varolan”; olanların hepsi birden de “kainat”tır. Ayrıca “kaf”, Allah’ın kudret sıfatına; yanısıra “nun” da “akl-ı evvele” işaret eder. Dolayısıyla kün, maddi, manevi bütün varlığın oluşumudur.

“Şerh ve beyâne sığmazam”, zatın hiç bir tanımla, anlatımla, açıklamayla kapsanamayacağının ve bu suretle bütün tanımlamalardan münezzeh olduğunun ifadesidir. Zat sözkonusu olduğunda tefekkür ve tezekkür, düşünce ve anlatım sonra erer, söz biter. Bundan ötürü, hadiste “Allah’ın zatı tefekkür edilmez” denmiştir.

“Arşla ferş ve kaf u nun bende bulundu cümle çün” mısraındaki “bende bulunduğu için” vurgusuna modern bilimin bulguları ışığında bakarsak…

Atom fiziğinde, maddenin derinliğine inildiğinde gözlemlenen nihai parçacık dünyasının, daha mikro düzeyde başka parçacıklara ayrıştırılamaz duruma geldiği tespit edilmiştir. Aslında çeşitli teorilerle bahsedilen atomaltı öğeler çoğu zaman soyut varlıklar sayılırlar, zira birçoğunun kütlesi yoktur; nesnel değil, tamamen kuramsal ve düşünsel varlıklardır.

Atomaltı düzeyde herşey homojen tek bir “bütün” olarak var olduğundan dolayı, bireysel varlıkların, yani parçacıkların, bütünden ayrı olarak kendi başlarına hiç bir anlamı yoktur!

Bahsettiğimiz atomaltı düzeyde herşey homojen tek bir “BÜTÜN” olarak var olduğundan dolayı, bireysel varlıkların, yani parçacıkların, BÜTÜN’den ayrı olarak kendi başlarına hiç bir anlamı yoktur! Bunun sebebi, o düzeyde “nesne” diye birşeyin gözlemlenememesidir. Hiç bir anlama sahip olmadıklarından dolayı, o haldeyken hiç bir şeyin henüz bir “varlığı” da yoktur! Zira her şeyin varlığı, anlamı iledir. Peki, varlıklar ne zaman ortaya çıkmaktadır? Varlıklar, ancak bir gözlemci tarafından, ölçümler arasındaki ilişkinin ve karşılaştırmanın bir sonucu olarak “kavrandıklarında” bir özellik, yani anlam kazanmakta ve bu suretle kazandıkları özelliğe karşılık gelen varlıkları sözkonusu olmaktadır. Bu durumda, “var” diye hükmettiğimiz her şeyin, gözlemci bilinç ile gözlenen yapı arasındaki karşılıklı ilişkinin bir “ürünü” olduğu anlaşılır. O halde, gözlemci bilinç varoluş zincirinin bir unsurudur ve ondan ayrı değildir! Eğer gözlemcinin kavrayışı olmasa, gözlenen yapının bir “anlamı” olamayacak ve varlığından da söz edilemeyecektir. Buradan anlaşılır ki, insanın bakışını, bilincini, müşahedesini işin içine koymadan, varlıktan, dünyadan ve evrenden bahsetmemiz asla mümkün değildir. Hakikat ehlinin bizzat müşahede ettiği bu gerçeklik, yani varlıkların, o varlıkları seyreden bilincin dilemesiyle vücuda gelmesi, yahut her karşılaşılanı, seyreden bilincin kendi dileği olarak bulması, “cennet” diye anlatılan yaşam halidir. Edebe riayetle buna, her murad edilenin anında bahşedilmesi denmiştir.

O halde, bilinenin varlığı bilen sayesindedir, bilen ile mümkündür. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim âlemi, bilmeyi istedim ademi halkettim” kudsi hadisinde işaret edilen mânâ budur. Her ikisini birden vareden Allah’tır. Buradan da, “cümlenin bende bulunması” işareti anlaşılmış olur.

“Sözünü kes ve sessiz ol, şerh ve beyâne sığmazam.”

Ne ile tarif edersen et zatını, sen o tarifin ötesindesin. Sınırsız olan zatını, sınırlı olan algı ve kavrayış kapsayamaz. Zira, kavrayış, sınırlamaya muhtaçtır! Her kavrayış senin bir veya birkaç özelliğini anlatır ama sen kavranabilen hiç bir şeye sığmazsın. Bunun farkına varıldığında söz de biter, açıklama da biter; sükunet başlar. Çünkü o hal, kendi kendine kalıştır. Gözün kendini görmemesi gibi, kendini kendine şerh ve beyanı da sözkonusu olmaz.

Cûş kıldı akl-ı küll, geldi vücuda kâinat,
Kâf ü nun emrinden oldu bu cihan yekbar mest
.

Herşeyi kapsayan tümel akıl coştu ve evren yaratıldı. “Kaf” ile “nun” emrinden bu cihan bütünüyle mest oldu.

Coşmak diye anlatılan, kudsi hadisteki “bilinmekliğimi istedim” ifadesine atıftır. “Allah var idi, onunla beraber hiçbir şey yok idi” açıklamasında ifade edilen durumda iken kendini bilmeyi istedi. Bunu bir başka mecazı ile söylersek, “ben neyim ki?” diye varlığına nazar etmeyi murad etti. Böylece zaten sınırsız “can” olanın, kendini “bilmeyi” “muradı” gerçekleşti. Hay, Alim, Mürid. Ve böylece kendi azameti ve “kudretinin” nasıl bir şey olduğunu “işiten”, “gören” kendi oldu. Kadir, Semi, Basir. Bu anlatılan “kâinat”ın vücuda gelişidir. Kelim. İşte bu kendini “bilen”e varlıktaki adı ile “akl-ı evvel”, ya da burada olduğu gibi kimi zaman “akl-ı küll” tabir edilmiştir.

Burada arş ve kün işaretlerine biraz değinirsek…

Bizler “madde” diye yeryüzü koşullarında şartlandığımız özellikleri algılarız. Ancak bu sırada farkına varmayız ki bu tür özelliklerin ve dolayısıyla maddenin böyle oluşu ve bu maddenin bitişi, yer iledir. Yerkürenin, yani arzın ötesine yükselişle —içsel yönüyle değerlendirdiğimizde “dünyadan bağımsızlık kazandıkça”— madde, dünyada şartlandığımız halini yitirir, değişime uğrar; bizdeki madde algısı, dolayısıyla özellikleri başkalaşır. Dünyadan bakıp da dünyanın maddesi gibi olduklarını zannettiklerimiz, semanın katlarına doğru yükseldikçe buradaki ağır, bağlayıcı maddi özelliklerini yitirip “mânâlara” dönüşürler, içsel “hissedişlerden” ibaret kalırlar. Fiziksel diye bildiğimiz kurallar kaybolmaya yüz tutar. Nihayetinde bu bildiğimiz haliyle “özelliklerin” ve onları öyle “bilişlerin” de giderek azalması ile kaybolması sözkonusudur ki, işte madde ve mânânın o tükeniş limitine “arş” tabir edilmiştir. Arştan dünyaya iniş, nüzul denen olaydır. Sınırsızlığın, beş duyu dünyasında kendini ifadesi. “Arş, Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli yeridir” denir. “Arş iki cihanı da kaplar” denir. Arşın üstü tamamen madde ve mânâdan ari, saf sınırsızlıktır ve hiç bir anlam, meleke, zihni kuvve ile değerlendirilemez.

“Errahmanü alel arşisteva” (Tâhâ, 20/5). Rahman arşa istiva etti.

Arştan bahsetmek için yine altındaki mânâ dediğimiz bilişlere başvurarak, yani mânâları kullanarak tarifler getiririz ama gel gör ki arşı dünyanın idraki ve şuuruyla bilemeyiz. Nasıl ki maddeyi madde ile ölçüyor; mânâları ise mânâya karşılık gelen bilinç yapımızla değerlendiriyor isek, her boyutsal düzey de o düzeyin yapısına karşılık gelen algı ile ancak değerlendirilebilir. “Kabre konan her kişinin feryadının arşa kadar yükselmesi” hadisiyle de işaret edildiği üzere, bağımsızlığına ulaşan ruh, kendi hakikatinin arşa kadar her şeyi kapsadığının farkına varır ve kendi gerçeğinin azametini görür. Ama zannedilmesin ki böyle bir gerçekliğin farkına varabilmek, arşın altındakileri geride bırakıp dışlamakla mümkündür. Tam aksine, maddi, manevi her şeyi kapsamak ve tam anlamıyla içselleştirmektir. Mevlana hazretlerinin deyişiyle, “insanlığa karılıp, insanlarla bir olmak” ile olasıdır.

Arştan semavata, yani bilince ve farkındalığa geçiş kün emri ile anlatılandır; ki bu, sadece bir anlık “oluş” ile artık “olanın” içine dalıştır veya biz diyelim ki “Allah’ın yoktan var etmesi”dir. Bu anlattığımız hale en güzel misâl, uykudan uyanıştır. Uykuyu sadece uykudayken yaşarız fakat onu tarif için, uyku olmayan uyanıklıkta sahip olduğumuz düşünce, fikir, hayal gibi araçlarımızı kullanırız. Uykuyu uykudayken anlatmanın mümkün olmaması gibi, arşın hakikati de dünyada dile gelemez. Uyanıklıkta anlattığımız uykunun kendi değil benzetmelerle tarifi olabilir ancak; bu sebeple arşı da bilinçle anlatmak ancak benzetmelerle olabilir.

Yekbar mest (yekpare, tümden sarhoş oluş), bu kadar yakın olan hakikati göremeyişin tanımıdır. Tecellinin bu yakınlığı ve anlık şiddeti, tümden kendinden geçişe ve hakikatin gizlenmesine sebep olmuştur. Görünenin, kendinden ayrı olmadığını, kendi hakikati olduğunu göremeyişinden dolayı, insan uykudadır ve ölünce bu uyanışla yüzleşir.

Kevn ü mekândır âyetim, zâti durur bidayetim,
Sen bu nişanla bil beni, bil ki, nîşâna sığmazam.

Bütün varlıklar ve mekân benim delilim, işaretimdir; başlangıcım ise Zata dayanır. Sen beni bu işaretlerle bil, ama “ben” bu işaretlere de sığmam.

“Mekân”, olanların tamamının tutunduğu yer ve zemine verilen addır; kâinatın duruşudur. Evreni tutan kudret mekân iken; mekânı tutan, Allah’ın kudretidir. Nasıl ki mekân ile sabit olmasa, bu ortada görünenlerin hepsi yok olur, hiç biri kalmaz ise; aynı şekilde mevcut her şey de Allah’ın varlığı ile “hayy ve kayyum”dur, süregitmektedir. Buradan anlaşılır ki, mekânın devamlılığı, “ben” diye işaret edilen “zat” iledir. Abdülkadir Geylani hazretleri bu hakikati, rabbinden işittiği “Ben mekânın mekânıyım” şeklindeki hitabı ile dile getirir. Yani mekân denen, Hakk’ın varlığı ile ve O’nun varlığında sözkonusudur.

“Mekân” benim işaretimdir. “Ben”im tanınıp bilinmem bu işaretlerle mümkündür. Onlar benim özelliklerimin açığa çıkışı, bilinmesidir. Bütün alem Hakk’ın kitabı, her nesne ve oluş O’nun işaretleridir. O işaretler değerlendirilerek (okunarak) tanınırım ancak ben. Bunların hepsi de nihayetinde Zata dayanır. O Zat ki hiç bir aklî, fikrî, düşünsel yeti ile kavranamayan sınırsızlık. Her şeyin kaynağı odur; her şey ondan meydana gelir, ondan başlar. “Zati durur bidayetim”, başlangıcım zata dayanır demektir. Varolan her şey varlığını zattan alır. Zat kendiliğidir, bilinemez; ancak ayetler ona işaret eder.

“Hüvel evveli vel ahiri vezzahiri vel batın…” (Hadid: 3). O’dur önce, sonra, görünen, görünmeyen…

Bidayetim (başlangıcım), bütün bu anlatılanların sahibi ve kendinden varedicisi olan Zat iledir. Bu işaretle tanı beni, fakat aynı zamanda farkında ol ki ben bu işarete, bu işaretler sayesinde bana atfettiğin niteliklere sığmam, o özelliklerle de beni sınırlandıramazsın.

Ayet ve nişan, işaret ve iz demektir. Alemlerdeki her şey, Allah’ın zatına delalet eden işaretlerdir. Zatı ile sıfatlarını ve esmasını görür. Gözün kendini ancak aynada görmesi gibi,  zat da kendini evren aynasında seyreder, yani sıfatlarının ve isimlerinin anlamlarını müşahede eder.

Modern bilime göre bu evren, kendi kendine mevcut değildir; daha derinlerdeki saklı bir işleyişin gölgesi ya da izi gibidir.

Modern bilime göre de, görünen muazzam, maddesel yapısına rağmen, evren kendi kendine mevcut değildir. Bunu, çok uzak ve güçlü bir vasînin üvey evladıdır diye tarif etmişlerdir. Bundan da öte, bu vasînin önemli bir uğraşı da değil, geçici bir gölgesidir, denmiştir. 1980 yılında yayınlanan “Wholeness and the Implicate Order” (Teklik ve Kapsadığı Düzen) kitabının yazarı ünlü fizikçi David Bohm’a göre, bu evren, daha derinlerdeki saklı bir işleyişin gölgesi ya da izi gibidir. Saklı düzen denen o orijin sistemin anlaşılması, ancak yaşadığımız düzende ortaya çıkan kesitsel verilerin, yani işaretlerin kodlarının çözülmesi ile mümkündür.

Nesimî, burada birinci mısrada hakikati teşbih ederken, ikinci mısrada tenzih eder. Tenzih ile der ki, her neyin farkında olursan, her neyi bilirsen bil, yine de bil ki senin bu bildiklerinle “ben” bilinmiş olmam. Bildiklerine güvenip de Allah’ın vahidiyetini bildim zannetme! Sen bu işaretlerle bil beni, ama yine de bil ki, beni bilebilmiş değilsin.

Bu mânâya işaretle Abdülkerim Ciyli hazretleri, “iki cihanda da mülk benimdir” diye başlayan ve “ne kadar görürsen, benimdir hep, tümden makamımdır oralar, tecelli edeniyim hakikatlerin” diye renklendirdiği şiirinin nihayetinde der ki:

“Şimdi dikkat et, anlattıklarımın hepsinde ben,
Zattan anlattım, Mevlâ’ya kulum her hal ü kârda.”

Burada işaret edilen sır, bütün bu bilişin kulluk olduğudur.

Kimse güman ve zan ile olmadı Hakk ile biliş,
Hakkı bilen bilir ki, ben zan ve gümâna sığmazam.

Hiç kimse tahmin, şüphe ve zan ile Gerçeği bilenlerden olmadı. Gerçeği bilen farkındadır ki, ben zanna ve şüpheye sığmam.

Gümanın bir anlamı da bireysel gayrettir. Gayretle olmadığı gibi, Hakkın kendini bilişi zan ve kuşku yoluyla, beklentiyle de olmaz. Kendini hakikatinden uzakta, yani Hakk’tan ayrı zannedişe seslenişinde Nesimi şöyle der:

“Ey özünden bîhaber, gel Hakkı tanı, sendedir,
Gel vücûdun şehrine seyr et, gör ânı sendedir.”

Hakkı biliş zan ve gümanla olmaz, Hakkı biliş sadece ve sadece ilim ile olur ancak. Hakk’ı bilen, yani bu ilme, (bu bilince, bu irfana) sahip olan, benim zanna, kuşkuya sığmayacağımı da bilir. Hakkani müşahede ile bakıldığında tüm varlık ve mânâlar hükmünü yitirir. Her şey helak olur sadece veçhi kalır. Bu yüzden zan ve şüphe ile “kimse” Hakkı bilemez.

“Külli şeyin halikun illa vechehu” (Kasas: 88). O’nun veçhi (zatı) hariç, her şey helaktir.

Şüphe ve zan, ulvi şeyler dahi hissettirse, neticede gelip geçicidir; ilim ise bâkidir. Bilinç bir kez var ise artık ilanihaye vardır, yok olmaz. Çeşitli sanışlar ve beklentiler ile Hakikat müşahedesi birarada olmaz. Bunu da Hakkı bilen, yani gerçeklere vakıf olan ilim sahipleri bilir ancak. Şüphe ve zan, dünyaya ve beşeriyete bağımlıdır. Dünya hırsı ve beşeriyet ile ilim asla biraraya gelmez. Ancak şüphe ve hayal perdesini açabilen bilinç, eşyayı olduğu gibi, yani külli olarak görür.

“Senden perdeni kaldırdık, bugün artık görüşün keskindir.” (Kaf: 22)

(devam edecek…)


Ahmed BAKİ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir