Aklın Sınır Berisi

     Aklın sınırında daima iki çıkış bulunur. Bilinç  altının giriş kapısı ve daha üst bir farkındalığa ait azıcık aralık duran dev kanatlar.                                    Y. Meyyin 

1976 yılıydı, Amsterdam’da o yıllarda dünya çapında ünlü Melkweg’in(Samanyolu) sinema salonuna acaba ne oynuyor diye girdim. Niyetim on beş dakika kadar film seyredip çıkmaktı. Yarım saat sonra başlayacak bir tiyatro etkinliğini izlemek istiyordum. Daha Hollanda’ya geleli bir yıl olmamıştı. Filmin dili Rusçaydı, Hollandaca alt yazıların yarıdan fazlasını anlayamıyordum. Gene de yerimde çakıldım kaldım.

Tarkovski’nin Solaris’ine Chris Kelvin’in, Snow’la konuşması sahnesinde girmiştim.

“Eğer benden başkasına raslarsan, benden ve Sartorius’dan başka birine yani, o zaman…”

“O zaman ne?”

“O zaman bir şey yapayım deme.”

“Kimi görebilirim ki? Hayalet mi?”

Sonradan filmi beş on kez daha izledim. Kitabını defalarca okudum. Beni en çok heyecanlandıran yer o sahne kalmaya devam etti. 1972 yılında yapılan Tarkovski’nin Solaris’inin Rusların, 2001 Bir Uzay Destanı(2001 A space Odyssey- 1968) filmine karşılık olduğu söylenip durmaktaydı. Rusların marifeti aklın algının kavrama sınırına toslamasının ve bilinçaltının keşfedilemezliğinin serüvenini, bunu en iyi gerçekleştirebilecekleri bir kitabı kullanarak filme dönüştürmeleridir. Bu  marifet 34 yıl sonra dahi aşılamamıştır.  

2001 A Space Odyssey’in daha ünlü olması, sadece İngilizce dili, kavranamazın daha kolay anlaşılır şekilde çok derine inmeden işlenmesi ve tabii ki koruyucu süper bir babaya kapılanmanın evrensel huzurudur.  BK kitap kalitesi olarak Stanislaw Lem’in Solaris’i,  A.C. Clarke’ın Nöbetçi (The Sentinel) adlı bir öyküsünden hareketle, film senaryosundan bozularak kitaplaşan 2001’den kıyaslanamaz ölçüde üstündür. Bence algının tülden parmaklarla, yani ancak sezgiyle dokunabildiği yerlerden gelen  yankılar filmi olarak 1972 yılından bu yana hâlâ zirvede durmaktadır. Carl Sagan’ın Temas isimli kitabından filme uyarlanan (Contact-1997) öykü hem yazarın, hem de yapımcıların yıllar sonra hâlâ Solaris’in etkisinde olduklarını göstermesi açısından çok ilginçtir.    

2001 bir Uzay destanı bilindiği gibi ayda daha yüksek bir teknoloji tarafından bırakılmış bir siyah taş levhanın bulunmasıyla başlar. Bu monolit kazıyla çıkartılınca Jüpiter’in arkasında bir yere sinyal gönderir. Aradan kısa bir süre sonra Martin Bowman ve arkadaşları o sinyalin yollandığı yeri araştırmak üzere yola çıkarlar. Çok gelişmiş bilgisayar HAL kişilik krizi geçirip astronotları öldürür. Tek başına kalan Bowman HAL’ı safdışı etmeyi başararak sadece kendi aklıyla gemiyi o noktaya ulaştırmayı başarır. Kavranamaz büyüklükte bir zekayla safhaların anlamını kestiremediği bir buluşma yaşar. Her şey çok hızlı gerçekleşir. Bowman’ın ilkel! benliği uyarlanır ve dünyanın kayıtsız şartsız efendisi kılınır. 

Kitap şu satırlarla biter:

İşte önünde hiçbir Yıldız Çocuğunun karşı koyamayacağı bir oyuncak duruyordu. Bütün insanlarıyla dünya gezegeni.

Tam zamanında geri gelmişti. Aşağıda o kalabalık küre üstünde, radar aygıtları harekete geçecek, büyük teleskoplar gökyüzünü tarayacaklar ve insanoğluna göre tarih dönemini yitirecekti.

1500 kilometre ötede ölümü simgeleyen yükün uyarılmış olduğunu fark etti. Dünya ekseni etrafında sarsakça dönüyordu. Sahip olduğu güçsüz enerji kendisini korkutmuyordu, ama daha belirgin bir geleceği yeğlerdi. Arzularına uydu, megatonlara

dönüşen sessiz bir patlama ile kürenin yarı uyanık kısmına sahte, kısa bir aydınlık getirdi.

Sonra düşüncelerini düzene sokup henüz denemediği gücünün yeteneklerini anlamak için bekledi. Şu anda dünyanın sahibiydi, ama ne yapacağına karar veremiyordu.

Günün birinde yapılması gereken şeyi bulacak ve yapacaktı. Kesinlikle en iyi bir biçimde.

Beleşten tanrılaşmak, megatekno-sınıf atlamak hiç de fena bir sonuç değildir Bowman için. Ama Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçek bambaşkadır. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi ziyaretine gelmiştir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Ama fena halde o değildir. Nötrinodan yapıldığı için ölmesi, fizik zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, gözbebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Hatta Kelvin’e kendi ölümünden sonraki devirlerde tanıdığı kimselerden söz ederken gerçeği bile aşmıştır. Bir iki çok anlamlı küçük fizik fark dışında.

Soyunmaya çalışırken olağanüstü bir şey daha anlaşıldı:Giysisinde ne fermuar ne toka vardı, öndeki kırmızı düğmeler sırf süs içindi.

Giysilerindeki ayrıntıların işlevsizliği kadının varlığının Kelvin’in zihninde kurgulandığı gerçeğini gözler önüne sermektedir. Buradan Bowman’ın insan bilinçli son anlarına geçelim usulca.

Uzay küresindeki dairenin mobilyasız kısmından otel odası kısmına doğru yürüdü. Yaklaştıkça masanın ve iskemleningözden kaybolacağını sanmıştı, ama işte yine yanılmıştı. Her şey gerçekte olduğu gibi yerli yerine oturtulmuştu. Üstüne oturunca devrilmeyecekti.

Sehpanın yanında durdu. Üstünde bir telefon rehberi, yanında da Bell telefon şirketinin videolu telefonu vardı. Eldivenli elleriyle rehberi aldı. Üstünde Washington D.C. yazılıydı. Bu yazıyı Amerika’dayken belki binlerce defa görmüştü.

Rehberin üzerinde sadece Washington yazısı okunabiliyordu. D.C harfleriyse bir gazete fotoğrafından kopye edilmiş gibi bulanıktı. Rehberi açıp sayfaları gözden geçirdi. Kağıda çok benzeyen, fakat dokunulduğunda kağıt olmadığı hemen anlaşılan beyaz bir maddeden yapılmıştı. Sayfaların hepsi boştu.

Telefonu açtı, kulaklığı dinledi. Hayır ses gelmiyordu. Umduğu gibi hiç ses gelmedi. “Hatlar kesikti” anlaşılan.

Demek bunlar çok başarılı birir kopyadan başka bir şey değildi. Aldatmak için değil, ona güvenlik vermek için yapılmıştı.

Bu kadar üstün bir zekanın eşya kopyalamadaki eksikliği insan zihnini çağrıştırsa da Clarke burayı Bowman’ın eski yaşamını canlandıran bir tiyatro dekoru benzetmesiyle aşmayı dener. Bowman’ın karşılaştığı şeyler hep cansızdır. Tanrılaştığı için olmalı artık yalnızdır. Kevin’i bekleyen bir dizi şokun içindeyse saf insani duygular kıpırdaşmaktadır.

“Nerdeyiz Rheya?”

“Evdeyiz.”

“Evimiz neresi?”

Kadının gözlerinden biri açılıp kapandı. Upuzun kirpikleri avucuma değdi.

“Chris.”

“Ne var?”

“Mutluyum.”

2001 Bir Uzay Destanı filmi 1968’de yapıldı. Üzerinden neredeyse 40 yıl geçti. Şu ana kadar bir yeniden yapım lafı duymadım. 1972’de yapılan Solaris, 2002’de Soderbergh tarafından yeniden filme çekildi. Bir aşk hikayesi olarak bu defa. Solaris gezegenindeki zekayla iletişim kuramamanın bunaltıcılığı, onu bir türlü kavrayamamanın şaşkınlığı, insanın çok güvendiği zekasının(aydınlanma meşalesinin) yaya kalmasından duyduğu yitiklik duygusu, akılcı böbürlenmenin çöküşü falan gibi hep güncel kalan gerçeklikler, felsefik düğümler iyice arka planlara itilmişti.  George Clooney’e rağmen film kötü not aldı. Hak ettiği dereceyi yaptı yani.

Lem ve Tarkovski’nin Solaris’leri hâlâ klasik erişilmezliklerini koruyorlar.

Chris Kelvin’in zihnin sınırının azıcık berisinde geçirdiği serüven kaliteli bilimkurgu okumayı sevenler ve yazma planları olanlar için anıtsal bir yapıttır. 2001’in ana konusuysa bugünlerde daha çok bir Orta Doğu masalını andırmakta. 

 Sadık Yemni

Alıntılar:
Stanislaw Lem – Solaris  – Maya yayınları 1983
Arthur C. Clarke – 2001 Bir Uzay Destanı – Deniz Kitaplar yayınevi 1983

www.sadikyemni.net

www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir