Hücrem ve Ben

İsmet Bey,

yazılarınız -şaşırtıcı biçimde- içimde sebebini bilmediğim bir coşku uyandırıyor. Öncelikle bunun için teşekkür ediyorum. Sebebini bilmesem de sanırım yakında anlayabileceğim. Önceki başlık iç içe fazla döngü oluşturduğu için yeni biir başlık açtım ve son mesajınızdan yola çıkarak bazı sorular (7 adet çıktı şimdilik) yöneltiyorum:

Öncelikle bilgi teriminden ne anladığımı tanımlayarak başlayacağım. Bilgi, enerjinin nerden nereye aktarılacağını belirleyen ve varlıkların yapısal-dokusal durumlarında (anizotropi, simetri, polarizasyon, vs. şeklinde) kayıt altına alınan sinyal sistemidir. Enerji bu bilgi sinyallerine göre aktıkça, kuvvet dediğimiz faktör ortaya çıkar ve o kuvvet yardımıyla da varlıklar bir yerden bir yere aktarılarak, doğadaki oluşumlar gerçekleşir.

Atom-altı-öğelerden başlanıp, atomlara, moleküllere, hücrelere, bedenlere doğru gidildikçe, enerji çok farklı şekillere bürünür, kah sıcaklık-soğukluk, kah basınç farkı, kah şeker, kah seks, vs. g,b, çok çeşitli kuvvet türleri oluşurlar. Her varlık bu farklı kuvvet (enerji) türlerinden bir veya birkaçına bağımlı olduğundan, o kuvvet türünü algılayıcı organlar-organeller oluştururlar. Bu şekilde bilgi düzeyi sürekli gelişir ve değişir. Buna fizikçiler MIP=Maksimum Information Principle derler. Zaman dediğimiz değişim-dönüşüm sistemi bu nedenle bilgi ile doğrudan bağlantılıdır.

Soru 1.

“Her varlık bu farklı kuvvet (enerji) türlerinden bir veya birkaçına bağımlı olduğundan” derken burada geçen varlıktan kasıt insan mı? Eğer insansa (veya değilse de cevabı merak ederim) sizce sözü edilen özgün bağımlılık hangi sebep-ler-den kaynaklanıyor?

Hücreler birer mühendistirler, muazzam hesap kitap yapmak zorundadırlar. Bakın ne tür hesap-kitap söz konusu. Amip gibi hücreler besinlerini (enerjilerini) bakteri gibi daha küçük hücrelerden almak zorundadırlar. Alınan besinin kaynağı sonsuz değildir, sınırlıdır. Bu sınırlı besin kaynağını oluşturan moleküller, amip içindeki bir başka organel tarafından –ki organel de bir başka bakteridir ve amip o bakteriyle ortak çalışırsa, glikoz molekülünden daha fazla enerji  (ATP= Adenosine-Tri-Phospate) elde edebilmektedir. Glikoz moleküllerinin yakılmasıyla elde edilen ATP molekülleri hücre içindeki işlerin yapılmasında kullanıldıkça, ATP, ADPye (Adenosine-Di-Phosphate) dönüşür, yani enerji düzeyi düşer.

Hücrenin çevresinde besin azalıp, yeterli glikoz gelmediğinde içinde hücre içindeki kimyasal reaksiyonlar değişmeye başlar. Hücre ya açlıktan ölecektir, ya da, neslini devam ettirmek için bir çare arayacaktır. Malum, amipler bölünmeyle çoğalırlar. Bölünse, doğacak iki yavru hücre de kıtlıktan ölecek. Çare, diğer hücrelerle ortaklık yapıp, nesillerinin devamını sağlamak için başka tür bir üreme-çoğalma taktiği oluşturmaktır. Kıtlık başlangıcı sinyali olan en düşük enerji düzeyli AMP (yani Adenosine-Mono-Phosphate) molekülüne bağlı cAMP (cyclic-AMP) üretimi başlar.

Şekilde görüldüğü üzere, cAMP bir sinyaldir, bir dalgalanma şeklinde çevreye yayılır. Kıtlıktan etkilenen her hücre bu sinyali çevresine yaymaya başlar. Her hücrenin bu cAMP sinyallerini algılamaya yönelik reseptörleri (algılayıcıları) vardır. Bu algılayıcılar vasıtasıyla cAMP sinyalinin en yoğun olduğu yönde tüm hücreler hareket ederler ve  (B)de görülen şekilde bir polip oluştururlar.

Bu polip spor şeklinde rüzgârla çevreye yayılabilen hücreler üretir ve besin kıtlığı olamayan yerlere düşen hücreler orada tekrar gelişerek birer amip oluştururlar. Bu şekilde amipler nesillerinin devamını sağlamış olurlar.

Amiplerin bu davranışından çıkartılacak ders ise:

►1- Zorluklarla baş etmenin en etkin yolunun karşılıklı ortaklık içine girmekten geçtiği olgusudur.

►2- cAMP molekülü sinyali ile haberleşmenin, biz insanlar gibi çok hücreli hayvanlar arasında hala çok etkili ve yaygın bir hücreler-arası haberleşme sistemi olduğudur. Yani bizleri oluşturan hücrelerimiz, taa 2 milyar yıl önceleri oluşturulan bir haberleşme sistemi sinyalini, günümüzde hala kullanmaktadırlar.

Soru 2. Yani bu polipler insanın bünyesinden dışarı ölmeden çıkabiliyor ve rüzgarla uygun yerlere düşüyorlar öyle mi? Tıpkı bitkilerin tohumlarını mümkün olduğunca uzaklara düşürmek için çabaladıklarına mı benziyor? Ya da aynı bedenin içinde mi uygun yerlere savruluyorlar? (sorularımın acemiliğini bağışlayın)

Şimdi amiplerin bilinçli mi, bilinçsiz mi davrandıklarına sizler karar verin. Geçenlerde bir e-postada, insanların arrogance (kendini beğenmişlik) ve ignorance (bilgisizlik) yüzünden mantıksız davranışlarda bulunduklarını söylemiştim. Demek istediğim yukarıda anlattığım türde olaylardı. İnsanlar ne hücreler dünyasındaki olayları doğru-dürüst biliyorlar, ne de atomlar-moleküller dünyasındaki gelişimleri tam anlayabiliyorlar.

Biz insanlar kendimizi bilgili ve bilinçli, hücrelerimizi, bakterileri, molekülleri, vs. bilinçsiz otomatlar olarak görürüz. Biz 3-5 faktörü ancak birbiriyle bağlantı içine sokup, zar-zor bir karar alırken, hücrelerimiz on-binlerce faktörü birkaç saniye içinde değerlendirip bir karar verebiliyorlar. (Beyindeki her bir hücre 50-60 bin veri alır (dendritik girdiler) ve bir karara varıp, bunu ilgili diğer hücrelere bildirir.) Bilinçsiz-bilgisiz dediğimiz bir taş parçasını bir ipliğe bağlayıp, bir çekül yaparsak, bu çekül tüm çevresindeki dağların, taşların, ineklerin, insanların, vs. tüm varlıkların kendine olan uzaklıklarını ve kütlelerini anında algılayıp, her biri için m1.m2/r2 formülüne göre hesaplayıp, tüm bu hesapların bileşkesini alıp, kendini ona göre yönlendirir. Örneğin Himalaya gibi yüksek bir dağa yaklaştıkça, yerin merkezine doğru değil de Himalaya’nın kütlesi ve kendisine uzaklığı oranında Himalaya’nın köküne doğru yönlenir! Bu nasıl bir otomat ki, trilyonlarca faktörü anında hesaplayıp, kendine bir yön belirliyor. Üstelik yanına biri yaklaşırsa, o yaklaşanı anında algılayıp değerlendirmeye katıyor? Otomatların çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp değerlendirenini gördünüz mü hiç? Otomat, nasıl önceden programlandıysa öyle davranan varlıklara denir. Çevresine bakıp, değişim-dönüşümleri algılayıp, onları hesaba katıp bir sonuca ulaşan bir varlığa nasıl otomat, bilinçsiz-bilgisiz varlık dersiniz?

Soru 3. Bu söylediğiniz ölçümlemeleri, çok bilinmeyenli denklemler halinde, veri alıp ölçüm yapıp istenen nihai amaca doğru yönlendirmek üzere programlamak mümkün görünüyor bana. Hücrelerin amacının ise, her halikarda hayatta kalmak ve en rahat konuma doğru ilerlemek olduğunu söylediniz (ki bu bana insanların durumunu da gösteriyor gibi geldi, insanlar para peşinde güç peşinde filan görünurler ancak onların hepsi araçtır-kendileri unutmuş olabilirler- aslında bu araçlar yardımıyla hayatta kalmayı ve en rahat konumda bulunmayı istiyorlardır). Yani hücrelerin bu işleri yapabiliyor oluşuna katılıyor ancak bunun onların başka bişey tarafından programlanmış olmadığına delil olarak göremiyorum. (çok sayıda bilgisayar programı yazdığım için bu bana çok kolay gibi göründü). Buraya kadar sizi doğru anlamışsam, hücrelerin programlanmış yapılar olmadığına dair ikna edilemedim.  Acaba bunu konuşabilir miyiz?

5-10 sene öncelerine kadar insanlar “bilinç” deyince, bunu sadece insanlara özgü bir özellik olarak kabul ediyorlardı. Günümüzde bazı insanlar biraz ilerlemişler, hayvanlarda da bilinç olduğunu kabul ediyorlar ve hücreleri bilinçsiz olarak görüyorlar.

Acaba hücreleri bilinçsiz kabul eden bu insanlar, insan gibi bilinçli bir yaratığın (veyahut genel bir ifadeyle çok hücreli hayvanların) hücreler gibi bilinçsiz bir varlık tarafından nasıl oluşturulmuş olabileceğini tasarlıyorlar? Yoksa çok-hücrelilik (bilinçli davranış) gökten zembille mi indi?

Bedenlerimizin yapısı ve işleyiş mekanizması hakkındaki tüm temel bilgileri yapısal-dokusal durumlarında kayıt altında bulunduran hücreler, neden bizlere “bilinç” gibi bir serbest irade vermişlerdir?

Beyin uzmanlarının tanımına göre, “… when processes become linked within consciousness, they can be more strategically and intentionally manipulated, and the outcome of their processing can be adaptively altered. = Olaylar bilinç devresine aktarıldığında, daha stratejik ve daha amaca yönelik olarak işlenebilir, bu şekilde oluşturulan sonuç, koşullara uygun olarak değiştirilebilir” (Siegel 1999, s. 263). Yani bilinç, bedenin kalıtsal davranış kalıplarından kurtularak, çevredeki değişim-dönüşümlere daha kolay uyum sağlanması için oluşturulmuştur.

Beyin araştırması uzmanlarının yaptıkları bu bilinç tanımından ne anlaşılması gerektiğini açıklayalım.

Domates, patates ve tütün ülkemize yaklaşık 500 yıl önce girmiştir. Daha önceki insanların beyinlerinde bu ürünleri tanıyıcı-tanımlayıcı devreler bulunmamaktadır. Hücreler bu ürünlerin hangisinin ne kadar yararlı veya zararlı olacağı konusunda karar vermek zorundadırlar, ama bu konuda kalıtsal bilgi depolarında hiçbir veri yoktur, çünkü bu ürünler yaşanılan ortamda yeni ortaya çıkmışlardır. İşte bilinç sistemi burada yararlı olur. İnsanlar bu ürünlerin ne işe ne kadar yararlı veya zararlı olduklarını, kendi gözlemleri veya deneyimleriyle ve birbirleriyle konuşarak belirlerler ve bu şekilde, bu yenilikler hakkında kısa sürede bilgi sahibi olurlar.

Bizler yeni bir şey öğrenirken epey zorlanırız. Örneğin, araba kullanma olayına bakalım. Öğrenilmesi gereken işlev 5 tanedir. Gaz, fren, debriyaj, vites değiştirme ve direksiyon kontrolü. Bu 5 farklı faktörü el, ayak ve gözlerimizle birbirleriyle uyumlu olacak şekilde kontrol edebildiğimizde, araba kullanma denilen şeyi öğrenmiş oluruz. Dikkat edilmesi gereken konu sadece 5 faktör olmasına karşın, bu 5 faktörü birbiriyle uyumlu olacak şekilde davranmayı ancak aylar süren çabalar sonucu öğreniriz. (Halbuki hücrelerin dikkate alıp değerlendirmeleri gereken faktörler binlercedir!) Öğrenme olayı gerçekleştikten sonra sık sık araba kullanmaya başladıysak, artık hiç zorluk çekmeyiz; arabaya biner binmez araba çalıştırılır ve hiç düşünmemize gerek kalmadan araba uygun vitese konur, gaz verilir ve istenen yöne gidilir. Tüm bu işlemler yapılırken artık kişinin dikkatini bu olaylara ayırması gerekmez. Kişi yanındaki bir arkadaşı ile değişik konular üzerinde sohbet edebilir. Yani kişinin bilinci başka konular ile meşgul iken, kişi otomatik olarak arabayı kullanır. İşte bu durumda, araba kullanma olayı öğrenilmiş ve otomatik sisteme aktarılmış, ‘sabitleştirilmiş’ olur.

Soru 4. Demek ki “otomatikliğe” takılmamak lazım. Son cümlenizde siz hem insanın hem de hücrelerinin otomatik sistemde hareket eden yanlarını kabul etmiş oluyorsunuz. Sadece bu süper hiper zeki otomatizmayı kim programlamış o müphem gibi, değil mi?

Yaşamımızda sık sık yaptığımız tüm eylemler, hücrelerimiz tarafından “alışkanlık” dediğimiz otomatikleşmiş-‘sabitleştirilmiş’ bilinçaltı sistemine alınırlar. Sabitleştirme işlemi, belli kimyasal moleküllerin oluşturulmasıyla yapılır. Her yeni bir şey öğrendiğimizde, bedenimizde belli molekül düzenlemeleri gerçekleşir. Yani bilgi denilen olgu, varlıkları oluşturan bileşenlerin (örn. hücrelerin) yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılması şeklinde, varlıkların temel yapıtaşlarında oluşturulup-saklanır.

Yıllardır oturduğunuz evinizde bir değişiklik yapıp, içe doğru açılan bir kapıyı dışa doğru olacak şekilde değiştirdiğinizi düşünün. Bu değişikliği yaptıktan sonra günlerce, o kapıya gelip açmaya çalıştığınızda kapıyı önce kendinize doğru çekmeye kalkışırsınız, çünkü beyninizdeki hücreler böyle bir otomatik alışkanlık devresi oluşturmuşlardır. Bu alışkanlık devresinin kaldırılıp yerine yeni bir devre oluşturulması, haftalar sürer. Ama hücreler değişim-dönüşüm içinde olan bir doğada yaşadıklarını bildiklerinden, eski alışkanlıklara dayalı olarak oluşturulmuş otomatik-sabit devreleri de, yeni uygulama sonucu, bu yeni duruma uyacak şekilde düzenlerler.

Özetleyecek olursak, biz insanların bilinci 4-5 faktörü ancak değerlendirip bunları birbirleriyle uyumlu olacak bir sırada işleme koymayı zar-zor becerirken, hücrelerimiz on binlerce faktörü aynı anda değerlendirip, birkaç salise içinde bir sonuca varabilmektedirler. Yani bizlerin tüm işlerini, tüm sorunlarını gerçekte bedenimiz içindeki hücrelerimiz üstlenip, onlar yapmaktadırlar.

Bizlerin bilinci, çevremizdeki gelişimler hakkında en kısa yoldan yeterli bilgi toplamak için oluşturulmuştur. Bu bilgilerin ne kadar uzun vadeli geçerli oldukları, dolayısıyla hücrelerin kalıtsal veri depolarına aktarılıp-aktarılmayacağı, tamamen hücrelerin değerlendirmesine kalmıştır.

Soru 5. İşte en önemli sorum da bu 🙂  İzin verirseniz Koyu renkle işaretlediğim bu son paragrafınızdan çıkardığım anlam üzerine hücre ile konuşmak istiyorum:

Sevgili kardeşim hücre, Sen ne istediğini bilmiyorsun! Hem kalıtımsal deponun genişlemesini ve değişime uğramasını istiyor ve bu doğrultuda bana bir bilinç oluşturuyorsun, hem de benim getirdiğiim sana göre yabancı bilgilerin hangisinin ne kadar zamanda bünyene alınacağına karar verme otoritesini elinde tutuyorsun?Böyle saçmalık olmaz. :))) Ya yetkiyi bana vermeseydin, ya da sonuca razı olacaksın. Sana nelerin katılacağını ve hangi sürede sabitleneceğinin iradesi bana aittir. Aksi takdirde sen sadece kendini  kandırıyorsun.


Özetlersek, bilinç, bedenin güncel değişimlere çabuk uyum sağlanması için bedenlere (üst-sisteme) tanınan bir bilgi işleme sistemidir.

Bilgi ve bilinç, varlıkların daha rahat bir duruma ulaşacak şekilde davranmalarını sağlayan ve varlıklar tarafından oluşturulan sinyallerdir. Bu sinyaller, varlığın bileşiminde gerçekleşen dokusal-yapısal aktarımlarla olur. Bir insanın temel amacı da, daha rahat bir duruma ulaşmaktır. Bir insan “ben özgürüm, istersem intihar edebilirim, ama amip bunu yapamaz” diyorsa, bu durum o insanın hayatı anlayamamış olmasından kaynaklanır. Amip hayatı bilmektedir ve ölümü değil, yaşamayı nasıl sürdüreceği konusunda fikir üretmektedir. Bir bedende hücreler arasında ve canlının çevresiyle uyumunda ahenk kaybolursa, o beden intihar girişiminde bulunabilir; nitekim birçok hayvan türünde bu tür intihar eylemleri görülmektedir.

Hayatın temel amacı daha rahat bir duruma ulaşmaktır. Rahatlama dürtüsü denilen bu hedef, atom-altı-öğelerden başlar ve atom > molekül > hücre > beden > toplum, vs şeklinde hep devam eder. Bu açıdan bakıldığında, atomlar, moleküller de yaşayan varlıklar olarak değerlendirilmelidirler.

Daha rahat bir duruma ulaşmak, daha az enerjiyle geçinebilmek demektir. Bu nedenle fizik yasalarının en önemlisini “Minimum Amplitüd Prensibi (MAP)” oluşturur. Bu ilke gereği, tüm varlıklar hep en ekonomik yapısallaşmalar, en az enerjiyle geçinebilme uğraşları peşinde koşarlar. Tüm olay ve oluşumları gerçekleştiren temel faktör (toplum hayatının para denilen değerine karşılık gelen)  kuantsal enerji paketçikleridir ve onların tünelleme etkisi denilen en ekonomik sistemlere akma-göçme özellikleri vardır. Bu şekilde  enerji (para) en ekonomik sistemlere göç edince, ekonomik olmayanlardan enerji kaçmış olur ve dağılırlar.

Bir şeyin yapılması bilgi denilen faktörle mümkündür. Bir bilgisayarın nasıl yapılacağı bilgisine sahipseniz, onu yaparsınız. Yoksa bilgisayarı oluşturacak temel öğeler çevrede boşu-boşuna dururlar. Bilgi enerjinin nerden nereye, ne zaman akacağı veya aktarılacağı verilerinden oluşur. DOM-dizini içinde gösterildiği üzere, bilgi varlıkların yapısal-dokusal durumlarına işlenir. Örneğin bir kristal enerjiyi belli yönlerde az, belli yönlerde çok iletir. Bu şekilde enerjinin nerde az, nerde çok depolanacağı belirlenmiş olur.

Canlı varlıklar bilgiyi hem hücre-zarları yapısallaşmasına hem de kromozom iplikçikleri dizinine işleyerek depolarlar. Bilginin korunması ve aktarılması çok önemli olduğundan, canlılar sahibi olduğu bilgileri gelecek nesle aktarmaya çok önem vermişlerdir ve aşk+seks denilen dayanılmaz zevklerle bağlantılı kılmışlardır.

Her canlı çevresini algılayarak, nelerin nelere dönüştüğü, nasıl dönüştüğü vs. gibi gözlemler yapar ve bu değişimleri dikkate alarak, kendi yapısallaşmasında ne tür düzeltmeler yapılacağına karar verir. Bu nedenle doğada canlıların yapısı sürekli değişmiş olur. Örneğin 50 milyon yıl önceleri Pasifik okyanusunda bir volkan patlaması sonucu oluşan adalara rüzgarlarlar gelen spor ve polenler, adanın farklı konmu ve iklimi nedeniyle, geldikleri yörelerdekinden daha değişik bir bitki topluluğu oluştururlar. Daha sonra uçarak bu adaya yerleşen kuşlar, bu bitki topluluğundaki farkları dikkate alarak, değişik gaga yapıları, vs. oluştururlar ve bu şekilde o adalara özgü yeni bir fauna gelişmiş olur. Biz paleontologlar da, yeryuvarı katmanlarını tek tek inceleyerek, hangi zamanda hangi tür canlı kalıntıları bulunduğunu anlar ve hayatın yeryuvarındaki gelişim aşamalarını tasarlayabilme olanağını bulmuş oluruz.

Bedenlerimizin tasarımcıları da, bakımcıları da, onları yapan hücrelerdir. Bizim bu beden hakkında söyleyecek çok şeyimiz olamaz, çünkü onu tasarlayan-yapan değiliz. Yani bilinç, bilinç-altı, özgür irade vs. bizlerin sorunumuz olmamalıdır, çünkü bunları düzenleyen-ayarlayan hücrelerdir. Elbette bu konularda fikir edinmeye çalışabiliriz, ama bu konular bizim tartışma konumuz olmamalıdır, çünkü biz insanların sorunu, insanlar olarak nasıl daha rahat bir yaşam düzenine kavuşabiliriz olmalıdır. Bedenlerimizin nasıl daha rahat olabileceğini hücrelerimize bırakmış olsaydık, hiçbir ruhsal sorunumuz olmazdı, fiziksel sorunlarımızın da büyük çoğunluğu zaten oluşmazdı. “Atalarımızın Doğa Anlayışı” başlıklı yazıda ve DOM-dizininde belirtildiği üzere, canlılığımızı hücrelerimize değil de, “ruh” adını verdiğimiz bedene girip-çıktığını varsaydığımız hayali bir kavramla ilişkili düşündüğümüz için hastalıklara maruz kalırız.

Soru 6. Bu soru mudur bilmiyorum belki bi öz eleştiridir kendime. Ben kendimi bildiğim beş-altı yaşlarından itibaren  sebepler ve sonuçlar üzerine nerdeyse uykuda olmadığım tüm zamanlarda kafa yormuş, araştırıp okumuş, gözlem yapmaktan ve sonuçları yazmaktan yorulmamış biriydim. Szlerin de hep yapageldiğiniz gibi tüm gücümü “ilk sebebi” bulmaya yönlendirdim. Sonra bir gün belki  (özellikle kuantum fiziği çalışmaya başladığımın ilk beş senesinin sonuna denk gelir sanırım)40 seneyi filan geride bıraktığımda yaptığım işin manasızlığıyla karşılaşıverdim. Tüm yazılı kaynaklardan gördüğüm kadarıyla herkesin ilk sebebe dair çıkarsamaları vardı fakat hiç biri kanıtlanamazdı. Ve kanıtlanabilmesi için bi ümit de yoktu.Aynen ben de sizin gibi ruh kavramını hiç anlayamadım. Oturup o ana kadar yaptığım bi ömürlük gözlemimi kağıda döktüm(oyun kuramı), sadece 7-8 saat sürdü(komik). Ve orada defteri kapattım. İlk sebebi aramaktan vazgeçtim. Bütün hayatım değişti:))) Nasıl oldu? Aynen hücrelerime benzedi! Nasıl olmuş kim yapmış ile hayatımı tüketmediğim için kendimi kutlamama izin verin 🙂 O günden beri gayet rahat ve özgür hissediyorum ki lafla anlatılmaz. Peki daha mı az çalışıyorum? Yoo eskisinin iki misli çalışıyorum ama buna artık sadece eğlenmek, rüzgar, deniz sörfü yapmak denir. Bildiğin çocuk oldum, bi şey bilmiyorum fakat ilgimi çeken her şeyi dinlemek, seyretmek, dokunmak süper eğlenceli.

Peki, bizim hayattaki yerimiz ve amacımız ne?

İşte bu soru bizleri meşgul eden temel soru olmalı

Soru 7. Bi amacımız olması şart mı?

sevgilerimle

Not: Burada  Sn Prof.İsmet Gedik’e sorularımı yazmakla yetindim, cevapları aldığımda konuya devam etmeyi umuyorum


https://sibelatasoy.com/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir