Oyun Kuramı sorulara cevaplar

Her şey neden Böyledir 2. Kısım 

Oyunlarda sezgisel bilgi çok önemlidir.

Önceki ile sonraki an arasında bir aralık vardır.

Bu aralık düşünce sürecinin bir parçası değildir. Bu aralıktan sezgi yoluyla “yeni” BİR malzemeleri çıkar.

“Yeni” oyun malzemeleri, kapsayıcı üst oyunlardan gelen “dokungaçlar” yoluyla olabileceği gibi yine kaza eseri oyuna düşmüş de olabilirler.

Böylece çıkan YENİler düşünce evreninin ham hamuru olur.

Bu aralıktan birşeyler girebileceği gibi bir şeyler de çıkabilir.

Dünya diline çevirecek olursak, bu bir nevi koruma kalkanının kapsamadığı daracık bir yarık gibidir.

Yeri neresi diye sorarsanız;

Tekrar eden her iki şeyin arasındadır. İki notanın, iki sayının, iki film karesinin vs… ve aslında ALDIĞIN/VERDİĞİN NEFES aralığındadır.

Bu aralıktan içeri çekilen YENİler şimdiye kadar hiç madde olmamış olduklarından bizim dünya oyunumuz için öylesine HAMdırlar ki, onlarla istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Bu bir oyundur fakat sorumluluk sahibi oyuncular gerektirir.

Sorumluluk bilincine ulaşmamış kişilerin KAZA ile eline geçen YENİ, çevre için felakete neden olabilecek düşünce/madde lere dönüşebilir ya da en hayırlısı o kişiyi deli eder.

 Oyunda uyanarak oyuncaklıktan oyunculuğa geçmiş bir kişinin gözünden örneklemeler:

 Bu oyunun en ilginç belki de en hoş tarafı; tam her şey bitti artık dediğinde, hızla dibe vurduğunda, yeni bir “seviye” ile karşılaşmak!

Tamamen yeni bir enerji ile dolmak ve önüne gelen yeni seviyeden bilinmezler…

Poker oyunundaki gibi sermaye bitti çekiliyorum diyemiyorsun, sürekli yemleniyorsun.

Kaybedenin kazanan olduğu ilginç bir durum bu!

Fakat işin ince tarafı “eh iyi o zaman, ben de herşeyi kaybederim” diyememek. Önce her  şeyi acıyla kaybedip, yeni kozayı ısıtacak ısıyı yaratmak zorundasın. Eğer bunu kendi isteğinle yapmazsan o zaman arzun hilafına otomatik pilot bu işi yapıyor. Yine anlamazsan bi daha, bi daha, bi daha yapıyor.

Peki biz bu tekrarları göremeyecek kadar nasıl ahmaklaştık?

Ahmaklaşmamızda başka bir şeylerin de payı var mı yoksa bütün şeref bize mi ait?

Biz kaybederken kim kazanıyor?

(Bizden kasıt dünya insanıdır)

 Bu aynen petrol örneğindeki gibi olmalı

Petrolü çıkardığındaki karışımı/yoğunluğu, her inceltilme işinde ortaya incelmiş yakıt ve doğaldan daha kabalaşmış artık bırakmıyor mu?

Bu durumda birileri bizim omzumuza basmak pahasına inceliyor olmalı!

Aynen ekonomi  dünyasında olduğu gibi…

Fakat bu incelenlerin suçu değil tabii. Çünkü onlar kendilerini genele adıyorlar zaten. Ne kadar vermeye çabalarlarsa o kadar inceliyorlar.

  …

 Her şeyin dille bağlantısı var. İnsanın “şu an” dışında şeylerle uğraşabilmesini DİL sağlıyor, yani simgeler (harf, rakam, resim gibi) vererek içimizdeki ve dışımızdaki şeyleri İŞARETLİYORUZ. Bu bir çeşit, köpeğin her dolaştığı yeri işeyerek işaretlemesi gibi olabilir.

 Bu simgeler olmasaydı yalnızca “şu anda” yaşıyor ve yalnızca gerçek ihtiyaçlarımızı ediniyor olurduk. Ve bu durum, “şimdi” ye muazzam bir dikkat yönlendirmemizi sağlayacağından aynen bir büyücü gibi maddeye hükmedebilirdik.

Bu oyunda, enerjimizin çok büyük bölümü fiziki bedeni faal halde tutmak için harcanır. Geriye kalan küçük miktar enerjiyi de kelime ve bilgi leşlerini anlamaya/anlatmaya çalışarak şu an’ın dışına harcarız. Yani geçmiş ve gelecek oyunları inşa ederiz. Sanki çok lazımmış gibi!

“Şu an ve burada” için maalesef çoğunlukla hiçbir enerji kırıntısı kalmamış olur. O zaman insan kendi oyuncaklığını hangi enerjiyle bulup çıkaracak? Enerji yoksa iş de yok!

İnsana gereken geçmiş ya da gelecek değil; çünkü oyunun sürmesi bir anlam ifade etmiyor, üstelik zorunlu da değil.

İnsan şu an’da olanı görebilmek için gayret göstermeli. Belki şanslı bir anda oyundaki beyhude varlığını yakalayabilir. Sabır ve dikkatle dinleyip/beklemesi için enerji ve “şimdi”ye ihtiyacı var.

 Ne yapmak lazım? Artık olan olmuş, bilinçli ego devreye girmiştir ve bu dağ aşılmak zorunda.

Benim tavsiyelerim naçizane şunlar olabilir;

* Yavaşla

* Daha da Yavaşla

* Ölmeyecek kadar yavaşla

* Tekrarlara azami dikkat göster

* Maddi manevi bütün ağırlıklardan kurtul.

* Sezgilerine kulak ver.

* Tüm konularda sadeleştirme işlemi yap

* Geriye kalana bir bak!

  …

 İnsanın mı doğayı yarattığı yoksa doğanın mı insanı yarattığı sorularında ben bir zıtlık göremiyorum; çünkü her ikisi de TAM bir ifadedir. Bu cümlede insanın doğadan koparıldığını da göz ardı etmeyelim tabii. İnsan ne ki doğa ne olsun?

 Fakat bu her iki tam ifadenin yoğunluklu olarak gerçekleştiği zamanlar farklıdır. (“Yoğunluklu”ya dikkatinizi çekerim; çünkü her ikisi de her zaman ve şimdi olmaktadır. Ancak birisinin daha yoğunluklu olduğu devirler olmuş gibi görünüyor.)

 Dünya’nın ilk oluşum zamanlarında madde henüz şimdiki formunda değilken, insansılar da bildiğimiz katı bedene sahip değildiler. Onlar düşünmüyor ve biriktirmiyorlardı, henüz simgeleştirmeyi de bilmiyorlardı, fakat buna rağmen halleri şu anda bildiğimiz hayvanlar gibi de değildi.

İşte o zamanın insansıları çok ama çok yıllar süren bir süreçte enerji-bulutumsu bir şeyin içinde jöle kıvamında bedenleri ile yaşadılar. Sonra başka dış tesirlerinde etkisiyle belki yavaş yavaş dünyanın maddesini yaratmaya başladılar; çünkü işaretlemeye başladılar. Onların işaret ettikleri katılaşma eğilimi gösteriyordu. Onlar bulundukları AN’ı yaratabiliyorlardı.

Oysa şimdilerde biz insanlar geleceği ve geçmişi yaratabiliyoruz. İşlemde ciddi bir değişiklik oldu. Yaratma süreci, direkt algılama dan düşünce/hayal şekline dönüştü.

Özetle;

İnsansılar “şu anda” yaşarlardı ve bulundukları anda yaratırlardı.

İnsanlar ise (farkındalıksız olarak) geleceği ve geçmişi yaratıyorlar.  

 Bütün bu süreçlerin oldukça karmaşık bir yapısı var, anlamak da anlatmaya çalışmak gibi neredeyse imkansız.

Her şey birbiriyle ilintili. Ayırmaya çalıştıkça içinde kaybolacağınız denli içsel sonsuzluğu var.

Bu sebeple, herhangi bir şeye yaklaşırken; anlayabilecek kadar yakında, yutulmayacak kadar uzakta durmak gerekiyor

  …

Her şey zaten BİRdir.

Fakat bunu anlamamız biraz zaman alacağından BİRleşmeye çalışarak yola girebilir, kişisel egoları kitleye aktarabiliriz. BİRleşme BİR olduğuna aymanın yavaşlatılmış sürecidir.

 Bu bir yanılsamalar OYUNu.

 Bir bilgisayar oyunu (beş yaşındaki yeğenim bile elinde kılıç, ya da tüfek ha bire canavar öldürüp PUAN alıyor!)gibi düşünün, ya da film içinde, orada olan biteni dert ediyor musunuz? İyi gitmeyen şeyler olmasaydı iyi gidenleri nasıl ayıracaktık?

Sizin içinizi titreten o kötü adamlar/kadınlar ve iyilik timsali olanlar hepimiz oyuncuyuz.

Sahip olma isteği, OYUNun başlatma butonudur. Bu bir yanılsamadır.

 Sahip olmak isteyen kim? BEN…

BEN kim? zaten herşey olan BİR

Bu savaş Donkişotu bile gölgede bırakır!

Kendine karşı bir savaş yürütmek olası değil.

Çok ayrıştırmak sonuca değil tükenişe götürür.

Yorar, bitirir.

Maddeyi sonsuza kadar bölmeye uğraşır, her yeni bulduğunuzu (kuark) son zannederek avunursunuz. Üzücü bir durum.

  …

 Her şeyin BİR olması ne mene bir şeydir?

 Bu durumu sadece anladığım şekilde tarif etmeye niyetleniyorum. EKSİK olacağını baştan itiraf etmemde bir sakınca yok.

Önce insanların nasıl BİR olduğundan başlayacağım; çünkü en çok akla yatmaz görüneni sanırım bu husus. İnsanlar çeşit çeşit görünüyorlar ve hatta biz de zaman zaman onların doğalarının, biricik gen bütünlüğü ve çevre etkileşimleri olduğunu ve bu sebeple binbir şekil farklılık oluştuğunu ifade ediyoruz.

O zaman insanlar HEM farklı farklı, HEM de BİR nasıl oluyorlar?

Bu yalnızca “canım dokundukları iplik aynıdır, dokuma şekli farklı olabilir” şeklinde ifade edilirse sanırım yeterli olmuyor; çünkü bu sefer de insanlar “dokuma şekilleri” ile övünebilmeyi ya da başkalarını dövebilmeyi başarıyorlar.

Bunu bir örnekle izah edeceğim, lütfen bu fantastik öyküyü sakince, sanki dedeniz size uyku öncesi bir masal anlatıyormuş gibi okuyun.

 Her insanın bir küre olduğunu düşünün ve bu kürenin üzerinin belli sayıda minik aynacıklarla kaplı olduğunu ve bu aynacıkların karanlık olduğunu varsayın. Bu minik aynacıklar her insanda aynı ve eşit sayıdadır. Yani bu durumda bu küreler birbirinin aynıdır.

Her küre dünyaya gelirken DOĞA tarafından bir BONUS ile ödüllendirilir. Bu ödül şudur; bu aynalardan oniki tanesi (sayı atmasyondur) ışıklandırılmış olur. Fakat her kürenin farklı yerlerindeki farklı oniki aynası aydınlıktır.

Böylece insan hayata karanlıkta başlamaz, kendisine başlangıç puanı verilmiştir.

Aynı yerdeki aynaları aydınlatılmış insanlar arasında tabiidir ki bir tanıma duygusu, sempati oluşur.

Kendisinde diyelim A/F/Z aynaları ışıklı olan küre, başkasında R/N/C aynalarının ışıklı olduğunu gördüğünde irkilir ve onu reddetme/yanlışlama/kötüleme gayreti içine girer. Çünkü kendini AFZ zannetmekte ve her kürenin de böyle olmasını istemektedir.

 Küre hayat içinde büyürken bazı olaylar (AŞK, sarsıcı büyük acılar gibi) nedeniyle başka kürede aydınlanmış O ve S aynasının kendinde de olduğunu fark eder. Bu farkındalık derhal onun yeni iki aynasını aydınlatır. Böylece 12 aydınlık aynası olan diyelim AFZ… serisi, AFZ…OS haline gelir.

 AFZ den başlayan (diyelim) 12 aynasını bilmek de zaten bir merhaledir. Yaşadığı sürece bunu bilememiş olanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Fakat insan kendi dizisini bildiğinde geri kalanı henüz bilemez; çünkü 12 küçük ayna bütün karanlığın sınırlarını henüz çizmemiştir.

 Çok çok eski zamanlarda olsaydınız (haberleşme yok) ve diyelim Eskişehirde doğup büyüseydiniz, buradan hiç bir yere gitmeseydiniz Akdeniz sizin için bilinir olur muydu?

Oysa Antalya aynasını, sicilya aynasını ve fas aynasını aydınlattığınızda ortada karanlık bir bölge olduğu artık sizin için bilinir.

Bu hiç bir zaman katil olmadığınız halde katil olma olabilirliğinin sizde belirginleşmesidir. Ve böylece bir katille, hırsızla hatta Hitler’le BİR olduğunuzu anlarsınız.

 Kürelerin kendini bilmekte gayretleri eşit olmadığından fırsatları da eşit olmayacaktır. Bu sebeple her küre hayatı içinde 12 aydınlık aynasına eşit sayıda aydınlık ayna ekleyemez. Zaten ekledikleri de farklı farklı olduğundan, küreler doğarken farklı gibi görünürken ölürken de hala farklı görünecektir bu da doğaldır; çünkü kimse karanlık aynaları bilmez.

Bir kürenin bütün aynalarının aydınlık hale gelmesi pek alışıldık bir durum değil. Sadece şunu varsayabilirim o takdirde küre bir IŞIK topu haline gelir ki bu artık asla ondan alınamayacak yuvaya dönüş biletidir.

 Bunun örneğini ben görmedim, yalnızca bilgelik tarihinde böyle insanlar olduğuna dair sezgilerim var.

 Bir diğer ve bence çok önemli aşama ise şudur:

Bazı küreler hayatlarında öyle çok aynayı aydınlatırlar ki, aydınlık bölümler, karanlık aynaları çerçeveleyecek şekilde öyle bir dağılır ki hala karanlık duran aynalar da bilinir hale gelir!

Şöyle örnekleyelim; Diyelim küre doğduğunda üstünde İstanbul, Honolulu, AlmaAta, Erzincan… aynaları aydınlatılmış olsun. Diğer her yer karanlıktır. Bu kişi hayatı boyunca öyle çok ayna aydınlatmayı başarır ki, kıtalar tarafından çevrelenmiş OKYANUSU yani bizim deyimimizle “hala karanlık aynalar” bölgesinin varlığını ANLAR.

Bu durumdaki kişi her  şeyin BİR olduğunu artık bilir. Fakat bir ışık topuna dönüşmemiştir.

Diyelim ki kürede toplam ayna sayısı X olsun.

 X sayıda aynanın hepsinin yanması Işığın yuvaya dönüşüdür.

Fakat yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi aydınlatılmış aynalar öyle iyi ve akıllıca konumlanmış olur ki X/4 aynanın aydınlatılması bile karanlığı çevreleyerek varlığını BİLDİRİr.

 Herkes herkesin ne olduğunu bir bakışta ŞIP diye görür. İnsan yalnızca kendisini göremeyecek kadar kibirli maalesef.

 “şu an” dan kopmuş ve simgeler/düşünceler yolu ile yaşamaya başlamış insanların yukarıdaki aşamalardan geçmesi bir zorunluluk haline gelmiştir.

Dışımızdaki dünya aslında zihnimizdedir ve oradan yansıtılır. Milyarlarca insan tarafından yüzbinlerce yıldır yansıtılan bu görüntüyü artık “gerçek” kabul etmek zorundayız. Zihin imgeler çöplüğüdür.

BEN dediğimiz algımızın, zihnimizdekiler olduğu yanılgısı en büyük açmazımız olur.

Oysa BEN algısı TEKtir.

Kendini zihnindekiler zannederek ayrıştırır ve isim koyar; Ayşe, Fatma, Sibel gibi…

Ayrıştırma anlamanın bir yolu olmakla birlikte eğer bunu ifrata vardırırsanız sonu tımarhanede biter. Ve çok sayıda küre bunu yaparsa bu dünya da böyle sonsuza kadar OYUNu geveler.

Çok yaklaştığınız objenin çekim alanı sizi yutar; çünkü o obje yüzbinlerce yıldır sayılmayacak kadar çok insanın enerjisini içinde barındırmaktadır. Bir kişinin enerjisi bunun yanında hiç kalır. Kuvvetli olan zayıfı yutar; Oyunun en gözde kuralı budur.

 İnsanın ayrılıkçı zihniyeti, kendini biricik ve özel kılma zavallı girişimlerini açıkça gösteriyor.

Ayrılıkçı zihniyetler hep özel zümreler  yaratma peşindedir. İyi diye tanımlanmış bütün özellikleri kapsamaya geri kalanını ise dışlamaya çalışırlar. Böylece OYUN’un sonsuza kadar sürmesini garantilemiş olurlar.

Öyle ya da böyle…

 Oyuna nasıl girildiyse aynı yoldan dışarı çıkılır. Kapı TEKtir.

 Oyunun içindeki “seviyeler” ise çoktur, alt alt, üst üst sayısız basamaklar…

  Başka insanlarla anlaşamama nedenimiz, onu kendimizden farklı bulmamız ve var gücümüzle ayrı ve özel biri olma isteğimiz olabilir.

 Aslında biz kendimizi bildiğimiz kişi değiliz!

 Biz zihnimizde var olan şeyler de değiliz.

 Zihnimizdeki her hangi bir şeyi kaybetmek ya da onun yanlışlanabileceği ihtimali bizi çılgına çeviriyor; çünkü benliğimizi kaybetmekten korkuyoruz.

 Yanılgı içindeyiz.

 Kaybetmekten korktuğumuz o şey değiliz.

  …

 Akıl bana bir tartı mekanizması gibi gelir. Şüphesiz standart insanlar da akıl kullanır ancak duygularla karıştığından ortalık sisli bir hava gibi görünmektedir. Oysa duygu üzerinden bakan bulutlar üzerinden seyir etmektedir.

Duygu üzerinden bakmak, duygusuzluk tanımı ile eşdeğer değildir.  Aksine bu tür “akıl güdümünde” insanlar son derece duyarlı varlıklar olarak görünürler.

 Duygular bastırılarak dizginlenemez. Bunun örneğine bir kez dahi şahit olmadım. Bastırılan duygu kısa bir zaman sonra yeniden ve bazen bambaşka konuda ortaya çıkar. Onu da bastırırsanız, başka şekilde çıkar. Bastırmaya devam ederseniz vücuduz buna itiraz eder ve hastalanırsınız.

Ya da biriken enerji ani patlamalara neden olur; büyük addedilen suçlar böyle ortaya çıkıyor.

 Duyguyu, içinizdeki çocuğun ağlamaları gibi düşünün, onun şikayetini yerine getirmediğinizde sürekli ağlayacak ve dikkatinizi kendisine yönlendirmenizi talep edecektir. Ve böylece hayatınız siz farketmeden akıp gidecektir ve siz hayatınızda olmayacaksınız; çünkü dikkatiniz içinizdeki ağlamaktan helak olmuş çocukta kalacak.

Dünya duyguların denenme sahasıdır. Deneyecek ve deneme/sınama yoluyla öğreneceksiniz. Kimsenin deneyimi başkasına yar olmaz, herkes kendi burnunu kendi duvarına çarpmadıkça “mışşşş” gibi yaparak ömrünü bitirir.

Eğer o duyguyu denemenizin “hata” olacağını söyleyen biri varsa onu dikkatle dinleyin kendi mi yaşamış? Yoksa o da sadece “mışşş” gibi mi yapıyor. Eğer kendi yaşamışsa ondan öğüt değil samimiyetle deneyimini anlatmasını talep edin. Tatmin oldunuz mu? Gerçekten mi? O zaman içinizdeki çocuk viyaklamayı kesmiştir.

Sabah uyandığınızda o hala ağlıyorsa bunu denemekten başka “büyüme” yolu ben görmedim/duymadım/bilmiyorum

Hayat bir oyundur fazlaca ciddiye almamak gerek

Hayat bir oyundur, kurtulmak için ciddiye almak gerek

Oyundaki katalizörlere gereğinden çok önem atfedilirse oyundan çıkmak hayal olur.

  …

 Dünyada “inceltmeye” uğraşan bütün öğretiler ya basit bir gerçeği gizlemeye çalışıyorlar ya da bunu henüz görememişler.

İncelen, içindeki daha kaba olanı dışarı attığı/atabildiği için inceliyor. Uçak yakıtının bedeli, zararlı atıklar veya radyasyon ile ödeniyor. Bu durum kutupların arasını iyiden iyiye açar.

 Bu sonsuzca uzaklaşmak için, binbir zahmete ne gerek var.

 Geneli ortaya çekme kuralı bu sebeple var. Sistem önlemini baştan almış, yok ööle kaçıp gitmek!

Fakat incelmenin bir aşamasında öyle bir enterval var ki karşı kabalık ile birleşmeden daha fazla kutupsal  incelişe izin vermiyor.

Orada ööööle kalakalıyorsun. Ben neyi yanlış yaptım acaba diye bir kaç milyon yıl düşünüyorsun!

İki düşman yatakhanesinde, karşılıklı yatıp tavandaki tahtaları saymaya başlıyorsunuz!!!

Yoksa “tahtası eksik” deyimini biz gelecekten mi aşırdık?

Hakikaten de tahtaları say say bitmiyordu azizim, öyle de düzgün kesmişler ki Yunus’un yakmalık odunlarını geride bırakır.

Ama her şeyin de bi sonu var yani, insana gına geliyor. Rahatlık iğnesi batıyo bi yerine, zıplayıp kalkıyorsun.

Hep tahta saymakla olmaz, biraz da yerinde görmek lazım

  …

 Bütün dünyanın bir çukura ilerlediği doğru

Tek şansımız, çukura götürenlere engel olmamak

Bırak ilerlesin ve olsunlar.

Yanlışa engel olma telaşı ve paniği yanlışı ilk önce sizin yapmanıza sebep olur.

  …

 İnsanın kimliği hem genetik hem de dünyasal çevresi tarafından oluşur.

İnsan hayatının bir noktasında dışardan tamamen farklıymış gibi görünen bir hayat çizgisine geçebilir. Bu asla rastlantısal değildir. Bir kader de değil (yani bilinen anlamıyla). İnsanı o farklı çizgiye yönlendiren gerçekleştirmek zorunda olduğu doğasının gerekliliğidir. Yani olgunlaşmış meyve yere düşer. Düşmemek elinde değildir ama bu kadere delalet ettiği için değil, kendisinin tüm hayatının etkileşimleri o noktaya doğru olgunlaştırmış olduğu için.

 Bu değişimde insanın özgür iradesi ile aldığı binlerce kararın ve yakın çevresinin kendileri için almış oldukları kararların yarattığı dalgalanmanın bu insana çarmasının ve son olarak soy ağacını gütmekte olduğu o biricik gen bütünlüğünün “ortak sorumluluğu” bulunmaktadır.

 Bu ani geçişte kullanılan ARAÇlar tesadüfi imiş gibi dururlar ve bazen değişime sanki o rastlantılar sebep olmuş gibi görünebilirler. Oysa onlar yalnızca bir ARAÇtır. O olmasa başkası olurdu.

İnsan hayatının değişik evrelerinde değişik yoğunluklarda bulunur. Bir çok yeni şey geliyor, eskileri gidiyor zanneder, oysa gelip giden hiç bir şey yoktur. Bizim böyle zannetmemizin sebebi kendi algımızın üzerinde durduğu yoğunluk bareminin değişmesidir.

 Kahve makinesi milyonda bir de olsa hata yapabiliyor ve sizin kahvenizi verirken bardak vermeyi unutuyor.

Kahve makinesi de aynı DOĞA gibi davranıyor: çünkü onun uzantısı maddeden, onun uzantısı insanın yaratıcılığı ile yapılmıştır.

Doğa da “evrim” i bu tür kazalar neticesinde gerçekleştiriyor. Buradaki KAZA tabiri size irkiltici gelebilir; fakat döngüden çıkıp bir başka döngüye dahil olmanın doğal yolu yalnızca budur. Kaza olasılığı kumarbaz yanılması denilen hesaplama tekniği ile incelenebilir hatta tahmin bile edilebilir. Olasılık matematiği son derece ilgi çekici bir konudur.

Döngüden yani OYUNdan tamamiyle çıkmak apayrı bir konudur.

  …

 İnsan kendini neden satar?

Bazen satar bazen de satmaz!

Hangi tür davranış SATIŞ kelimesine uygun düşer?

Bence içgüdülerine aykırı davranmaya, ezberletilmiş OLUMLU davranış modellerine zoraki uyum sağlamaya çabalama SATIŞ anlamına gelebilir.

İnsan gerçekten istediği bir şeyi yaparken menfaat sağlıyorsa buna satış denemez. Bu doğal alış-veriş denir.

Bana kalırsa İNSAN ne istediğini BİLMİYOR.

Ya da istediği şeyden öylesine korkuyor ki BİLMEZLİKTEN geliyor.

 Son beş yılımda hemen hiç isteğim kalmadı. (Daha önceleri ne istediğimi hep NET olarak bildim). Üstelik isteklerimin hepsi oldu ve yeni hiç bir şeyi kendime beğendiremedim. Fakat son aylarda henüz ifade etmeye hazır olmadığım yeni bir istek/oyunla dolduğumu hissediyorum. Bu istek mevcut dünyamızla ya da bilinen dünya ötesi fantazmalarla ilgili değil. Ve halihazırda oluşmakta olduğundan ben bile tam kavramış değilim. Yalnızca yaklaşmakta olanın coşkusunu hissediyorum ve şu anda gülümsüyorum, demek ki bu beni mutlu ediyor.

 İstek, bu hayatta/oyunun bu fazında kalmanın bir numaralı gereği olduğundan son beş yıldır ne zaman öleceğimi merakla bekliyordum. Bir olumsuzluk duygusu yaşamaksızın sadece meraktan bekliyordum.

Halen ölmemiş olmam da yeni isteğimin yeşermekte olduğunun bir kanıtı gibi geliyor bana.

Herneyse, gerçekten de insanın tam olarak ne istediğini bilmeyi istemesi (istediğinde bilecektir) son derece kritik bir merhaledir.

  …

 Bilmekle bildiğini sanmak arasındaki farkı nasıl anlarız?

 BİLME, yaşamınıza geçirdiğiniz bilgilerinizin, üst üste geçirilmiş ve KENDİNİZ olan ŞEYdir. Bu bir HALdir. Gerçekten bildiğinizde bundan emin olursunuz. (Buradaki emin olma durumunu standart “ben her şeyi biliyorum” tarzındaki ifadelerden ayırıyorum).  

 Ya kendini bilmeye yaklaştığınıza emin olduğunuz bir anda aslında bir sanrı içindeyseniz? Yani bir ‘düş’ten başka bir ‘düş’e uyanıp uyanmadığınızı nereden bileceksiniz? Yoksa sonsuz sayıda “düş” mü var, sonsuz sayıda “oyun” olduğu gibi?

 Son derece haklı bir şüphe, ben de senelerce böyle düşündüm. Fakat düşünmek, sanmak, varsaymak bir yana BİLME durumu bir yana. O öylesine farklı bir içgörü getiriyor ki önceki yüzlercesinin çelimsiz bir öykünme olduğunu gözler önüne seriyor.

Bunu size kanıtlamam maalesef mümkün değil. Bu, artık ne kendime ne de başkasına kanıtlamam gerekmeyen bir durum. Kesin bir tatmin duygusu; öyle ki mantığınız buna alternatif yaratmaya yanaşmıyor. Çünkü acınacak duruma düşer (aklıma geldiği anda kahkahalarla güldüm).  

  …

 Eğer insan doğaları farklı farklı ise, onlara neden aynı kurallar uygulanıyor? Doğasına aykırı gelenler suçlu mudur?

 Şöyle bir örnek üzerinden gitsek:

 Diyelim ki bir kazan çamaşırınız birikmiş, bir çok değişik malzemeden üretilmiş, değişik renklerde kirli çamaşırlar!

Tek tek makineye atsanız zaman kaybı ve para kaybı olacak üstelik sizi bütün gün oyalayacak. Hele de daha önceden “hepsini bir arada yıkamaya kalkmak” gibi bir deneyiminiz olmamışsa, hiç düşünmeden makineye attınız ve içinde “iki tane çok kirli beyaz çorap var diye” dereceyi de 60 a ayarladınız.

 E artık süre sonunda ne ile karşılaşacağınızı defalarca çamaşır yıkamış biri olarak ben söylemeye korkarım!

Şimdi bir çift çok kirli çorabın narına yandığımıza mı üzülsek?

Hep aynı renk ve cinsten elbise giymediğimize mi yansak?

Yıkama sürecinden en berbat çıkanların üstelik en kıymetli varlığımız (beyaz ve en hassas malzemeden pahalı bir gömlek!) olduğuna mı şaşırsak?

siyah ve kırmızı renkli olanlardan ve üstelik doğal malzeme kullanılmamış en ucuz giysilerin sapasağlam çıktığına mı üzülsek?

Bize hepsini tek tek yıkamak gerekli olduğunu tembih etmiş olan annemizi dinlemediğimize, kız arkadaşımızı hiç kaale almadığımızı aniden farketsek mi?

Yoksa bizi böyle koştur koştur acele işler yapmaya mecbur ediyor diye düzene, sisteme sunturlu küfürler atarak rahatlamaya mı çalışsak?

Tek tip giyilsin diyen sistemlerin, demek bazı durumlarda bir bildiğinin olduğunu kabul eder gibi mi olsak?

 Şimdi bu nahoş hadisede suçlu kimdir? Doğasına aykırı gelen kimlerdir?

Şu kırmızı eşofman mı? bir çift çok kirli beyaz çorabınız mı? Ya da utanmadan 5 yaşında bir çocuğa uygun bedene indirgenmiş olan en pahalı yeşil kazağınız mı?

BU eşyalar birlikte yıkanacaklarından ve yıkandıklarından HABERLİ mi?

Haberli olsalardı bir uyarı yapma şansları olur muydu?

En nazik ve pahalı olanlar nasıl yıkanmaları gerektiğine dair uyarı plaketi ile gezerler. En kaba olanlarda uyarıya zaten gerek yoktur çünkü sonuçta onların rengi hakim olur.

Vallahi ben gerçekten bu durumda bir suçlu bulamıyorum? EKSİKlik görüyorum sadece… “yeterince çamaşır yıkama geçmişi” olmama EKSİKLİĞİ!

Sibel Atasoy 

Ortaköy-2004

Oyun Kuramı için bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=187

2 Yorumlar

  1. Turan says:

    Sibel,

    bilioyrum, simdi soracagim soru bu konu ile hic alakali degil, yine de senin görüsünü almak istiyorum.

    Bilinc ila yas arasindaki bagi sen nasil görüyorsun? Sanki bilinc hücrelermizin yaslanmasini önlüyormus gibi bir hal var. Yani bilincli kisiler yaslandikca hücreleri de ayni oranda yaslanmiyor. Bu konuda görüsün nedir?

    1. says:

      Mantık doğru gibi ancak gözlemlerime dayalı olarak böyle bir çıkarımım yok henüz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir