Heterodoksilere bakış devam-7

Reha Çamuroğlu’nun Sabah Rüzgarı kitabından iz bırakan noktalara devam ediyoruz. Önceki bölüm için Bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=2133

İkinci bir mezhep olan Bengal’li Baul’ler kadar ilginç bir akım az görülür. Pek bilinmeyen bu topluluk basit insanın “kalbinin efendisini” aramasının en güzel örneğini verir. Baul’ler alışılmış bütün bağlardan kopmuşlardır, tam anlamıyla özgürdürler. Özgürlük için ölümü bile göze alırlar ve buna Sufilerden aldıkları bir sözcük olan “fena” derler. Kast sistemine karşıdırlar, belli bir tanrıları yoktur, tapınak istemezler. Baul’ler evlenmekten ve dünya nimetlerinden yanadırlar. Kadın-erkek aşkının tanrı aşkını duymalarına yardım ettiğini söylerler. Baul akımının özü; kitaplara boş verip Tanrı ile doğrudan doğruya ilişki kurmaktır.

Müslümanlığın Hindistan’a girmesinden sonra Heterodoks düşünürler iki dini uzlaştırmaya çalıştılar. Bu düşünürlerden en tanınmışı Ramananda’dır. Onun oniki havarisinden biri, hem müslüman hem de hindu Bhakta olan Kabir; “inançlar arasındaki ayrılık salt adlardadır, yoksa Tanrı her yerde aynıdır. Tanrı ruhun gizli köşelerindedir diyenler dış dünyayı kınamış oluyorlar ve bunun tersini söyleyenler de aynı şekilde doğru söylememiş oluyorlar” demektedir.

Uzakdoğu’nun en eski ve en yaygın diğer iki heterodoksisini ise Taoizm ve Zen‘de buluruz.

Lao-Tze’ye göre her şeyin kaynağı Tao’dur. O tüm şeylerin atası ve anasıdır. Ayrılık yoktur, Tao çokluğun altında yatan birliktir. Fakat bu birlik durağan değildir, aksine sürekli ilişki içinde olan ve yaratıcı olan çokluğun birliğidir. “Dünyadaki tüm şeyler varlıktan gelir ve varlık ise varlık olmayandan.”  Varlık olmayandır göğün ve yerin başlangıcı; Varlık’tır onbinlerce şeyin anası. Bunun için bazıları sürekli “varlık olmayanla” uğraşır, çünkü onun sırlarını bulmaya uğraşır, diğerleri sürekli Varlık’la uğraşır, onun sınırlarını keşfetmeye çalışırken. Bu ikisi aynı kaynaktandır, fakat değişik adları vardır. (biz bu konuyu bilmeden, kendi düşünce ve sözcük dağarcığımız çerçevesinde Oyun Kuramı’nda resmetmişiz, bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=187 -Sibel’in notu)

Tao’nun temsil ettiği “birlik” ve “uyum” arasında bir çelişki yoktur. Lao-Tze söz konusu uyumun, ortodoksinin tanrısıyla olan büyük farkını çok açık bir biçimde verir: “Tüm şeylerin yaşamı ona bağlıdır ve o onlardan yüz çeviremez. O kendi görevini başarır ama bunun için iman istemez. Herşeyi giydirir ve besler ama efendileri olmayı istemez.” Onda evrene adalet getirme çabası yoktur; çünkü bu sav aslında kargaşa ve adaletsizlik yaratacaktır.

Bu nedenle, Tao yok olduğunda fazilet öğretisi yükselir. Fazilet yok olduğunda bundan ancak insanlık öğretisi yükselir. İnsanlık yok olduğunda, bundan ancak adalet öğretisi yükselir. Adalet yok olduğunda, bundan ancak doğruluk öğretisi yükselir. Ama doğruluk, sadaket ve inançlılığın yüzeysel bir ifadesi olduğundan kargaşanın başlangıcıdır.” Bu anlamda, ahlak bir toplumsal yükümlülüğün ürünüyse, Şao-Tze ahlaka karşıdır. Onun savunduğu ahlak ancak içrek Tao’nun izlenmesiyle, doğal olarak elde edilen büyük uyumdur. Toplumsal sözleşme olarak ahlak, iki yüzlülüktür.

Taoizm bir sadelik öğretisidir. Dünyasal para mal mülk hırsı kadar dinsel sanatsal ve siyasal hırsların da tahakküm yaratıcı öğeler olduğuna işaret ederek, rekabet duygusunun uyumun bozulmasına sebebiyet verdiğini söyler. Bu öğreti de kadın ve çocuk aşağılanmazlar, hatta övgü ile anılırlar.

Lao-Tze’ye göre engelleri aşmanın en kolay yolu su gibi olmaktır. Bu da  saldırganlığa karşı barışçı bir tavrın temeli olacaktır.

-devam edecek-

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir