Anaerkil Toplum

Anaerkil Toplum ve Kadın Hakları-Erich Fromm  

Dünyasal varoluş, tek olan bir gerçekliğin, kendisini indirgeyerek ikiye ayırması ve kutuplaşmaya gitmesi ile ortaya çıkmıştır ve “karşıtların dansı” tanımı ile de karakterize edilebilir. İnsanın “ak”ı anlaması için “kara”ya, “büyüğü” kavrayabilmesi için “küçüğe”, “hareketi” anlayabilmesi için de “durana” ihtiyacı vardır. Nitekim Einstein: “Evrende tek bir cisim bulunsaydı, bunun duruyor mu, yoksa saniyede 100.000 km’lik bir hızla dönüyor mu olduğunu kimse söyleyemezdi” diyor.
Belki dünya dışı başka uygarlık biçimlerinde bilginin kavranabilmesi ve “tek” olanın anlaşılabilmesi için, böyle ikiye ayrılıp karşıtlıklar oluşturulmasına ihtiyaç yoktur. Ama biz gözlerimizi şu an içinde yaşamakta olduğumuz dünya planetine çevirelim. Son olarak yine de ekleyelim ki, bir Hint atasözünde dile geldiği gibi: “Karşıtlık, çelişki ve ikiye bölme evrensel bir gerçeklik biçimi değil, yalnızca insan beyninin bir özelliğidir.”
“Dünya planı, karşıtlıklar ile çelişkilerin varlığı sayesinde canlılık ve hareket kazanır” demiştik. O halde “herkesin bütünsel gerçeği “tam olarak” kavraması halinde, dünyada insan soyunun işlevi de bitecektir” diye devam da edebiliriz.
Dünya ve insanlık tarihine baktığımızda, iki kutup arasında gidip-gelen bir çizgi izlediğini görürüz. Çeşitli kültürler ve uygarlıklar, farklı anlayışlara göre yaşamışlar ve ortaya değişik örnekler koymuşlardır.
Kadın ve erkek karşıtlığı, kutuplaşma ile sözü edilen karşıtlıkların en temel olanlarından birisidir. Bir yandan türün devamı için gerekli gibi duran bu cinsiyet farklılaşması, bir diğer yandan da evrenin temel özelliklerinden olan sevginin deneyimlenmesi için gereklidir. Kadın ve erkek aynı zamanda tek bir varlığın taşımakta zorlanacağı bütünsel özellikleri, kendi üzerlerinde ikiye bölerek, yaşanmalarını ve tecrübe edilmelerini kolaylaştırmışlardır.
Bu paylaşımda anneye sevgi, şefkat, merhamet gibi analık özellikleri, babaya da, ciddiyet, görev ve disiplin gibi babalık özellikleri düşmüştür.
İnsanlar en küçük toplumsal öğe olan “birey”den “aile”ye, oradan da birlikte yaşamak ve birbirlerine muhtaç olmak zorunda oldukları için “toplum”a geçiş yapmışlar ve kendilerindeki bu özellikleri toplumsal yapıya ve toplumsal sistemlere de aktarmışlardır.
Tarihin bir döneminde anaerkil aile yapısı dünya üzerinde egemen olmuşken, toplumsal yapıların kurulmaya başlanması ile birlikte, ataerkil sistem büyük bir üstünlük sağlamış ve her yere damgasını vurmuştur. Ataerkil anlayış ile kapitalist yaklaşımlar arasındaki paralelliklere Fromm kitabında uzun uzun yer verdiği için, biz burada bunların üzerinde çok durmayacağız.
Anaerkil prensipler; kanbağı, gelenek, karşılıksız sevgi ve verme şeklinde özetlenebilirken, bu anlayışta sadece doğal ve biyolojik olanlar değerli addedilir. Ataerkil ilkelerde ise; akıl, disiplin ve soyut düşünce hâkimdir. Ancak ataerkil ilkelerin kapitalist anlayış ile birleşmesi sonucunda, günümüzdeki zorbalık, otorite ve sömürü düzenine dayalı toplum yapıları ortaya çıkmıştır. Ama bu insanın gelişimine ters oluşumlara duyulan tepkiler sonucunda, bu kez de anaerkil özlemler toplumlarda belirginleşmeye yüz tutmuştur.
Amaç herhangi bir kutba ağırlık vermek olmamalıdır. Yeniçağın insanı, kutupları bir edip onun üzerindeki gerçeklik biçimine ulaşmak zorundadır. Çünkü tarihteki koordinatlar bizi, yok olma ya da daha üst bir seviyeye yükselme arasında kesin bir tercih yapmaya yöneltmiş durumdadır.

 

2 Yorumlar

  1. Tuncay Erciyes says:

    Merhaba Sibel Hanım,
    Bu güzel çalışmanız ve paylaşımınız için çok teşekkür ederim. Eğer izin verirseniz mail listemle de paylaşmak istiyorum. Ancak bu paylaşımı yapmadan önce, kitapta aynen geçip, geçmediğini bilmediğim bazı ifadeler için (parantez içinde) kendi görüşümü yazdım ve sizin de aynı konulardaki görüşünüzü öğrenmek istiyorum. Aşağıya iliştirdiğim yazıyı okuyup, beni cevaplarsanız çok memnun olurum.

    Sevgi ve saygılarımla.
    Tuncay Erciyes
    *************
    Anaerkil Toplum ve Kadın Hakları-Erich Fromm
    Kitap özeti
    Kaynak: https://sibelatasoy.com/?p=1726
    Dünyasal varoluş, tek olan bir gerçekliğin, kendisini indirgeyerek ikiye ayırması ve kutuplaşmaya gitmesi ile ortaya çıkmıştır ve “karşıtların dansı” tanımı ile de karakterize edilebilir. İnsanın “ak”ı anlaması için “kara”ya, “büyüğü” kavrayabilmesi için “küçüğe”, “hareketi” anlayabilmesi için de “durana” ihtiyacı vardır. Nitekim Einstein: “EVRENDE TEK BİR CİSİM BULUNSAYDI, BUNUN DURUYOR MU, YOKSA SANİYEDE 100.000 KM’LİK BİR HIZLA DÖNÜYOR MU OLDUĞUNU KİMSE SÖYLEYEMEZDİ” diyor.

    BELKİ dünya dışı başka uygarlık biçimlerinde bilginin kavranabilmesi ve “tek” olanın anlaşılabilmesi için, böyle ikiye ayrılıp karşıtlıklar oluşturulmasına İHTİYAÇ YOKTUR. Ama biz gözlerimizi şu an içinde yaşamakta olduğumuz dünya planetine çevirelim. Son olarak yine de ekleyelim ki, bir Hint atasözünde dile geldiği gibi: “Karşıtlık, çelişki ve ikiye bölme evrensel bir gerçeklik biçimi değil, YALNIZCA İNSAN BEYNİNİN BİR ÖZELLİĞİDİR.” (BU GÖRÜŞE KATILMIYORUM. Hatta böyle bir Hint atasözü dahi olmayabilir. Bu yıl üç hafta dini bayramların kutlandığı bir zamanda Hindistan’da kaldım. Hintlilerin inandığı Vişnu dinin tanrısı Krişna’nın binlerce kez dünyaya enkarne olduğuna inanılır. Bu enkarnasyonlarından birinde bebek olarak anne karnından doğmasıdır. Ki bu enkarnasyonda kendi benliğinin bir bölümünü dişi olarak(Radhe, Radha, Radharani) enkarne eder ve böylece kendini hem dişi hem de erkek olarak deneyimlemiş olur. Hintlilere göre, “Karşıtlık, çelişki ve ikiye bölme evrensel bir gerçeklik biçimi değil, YALNIZCA İNSAN BEYNİNİN BİR ÖZELLİĞİ OLSA İNANDIKLARI TANRI KENDİSİNİ NİYE İKİYE AYIRARAK DÜNYAYA ENKARNE ETSİN?Tuncay Erciyes)

    “Dünya planı, karşıtlıklar ile çelişkilerin varlığı sayesinde canlılık ve hareket kazanır” demiştik. O halde “HERKESİN BÜTÜNSEL GERÇEĞİ “tam olarak” kavraması halinde, DÜNYADA İNSAN SOYUNUN İŞLEVİ DE BİTECEKTİR” diye devam da edebiliriz.

    Dünya ve insanlık tarihine baktığımızda, iki kutup arasında gidip-gelen bir çizgi izlediğini görürüz. Çeşitli kültürler ve uygarlıklar, farklı anlayışlara göre yaşamışlar ve ortaya değişik örnekler koymuşlardır.
    Kadın ve erkek karşıtlığı, kutuplaşma ile sözü edilen karşıtlıkların en temel olanlarından birisidir. Bir yandan TÜRÜN DEVAMI İÇİN GEREKLİ gibi duran bu cinsiyet farklılaşması, bir diğer yandan da evrenin temel özelliklerinden olan SEVGİNİN DENEYİMLENMESİ İÇİN GEREKLİDİR. Kadın ve erkek aynı zamanda tek bir varlığın taşımakta zorlanacağı bütünsel özellikleri, KENDİ ÜZERLERİNDE İKİYE BÖLEREK, YAŞANMALARINI VE TECRÜBE EDİLMELERİNİ KOLAYLAŞTIRMIŞLARDIR.
    Bu paylaşımda ANNEYE SEVGİ, ŞEFKAT, MERHAMET GİBİ ANALIK özellikleri, BABAYA DA, CİDDİYET, GÖREV VE DİSİPLİN GİBİ BABALIK özellikleri düşmüştür.
    İnsanlar en küçük toplumsal öğe olan “birey”den “aile”ye, oradan da birlikte yaşamak ve birbirlerine muhtaç olmak zorunda oldukları için “toplum”a geçiş yapmışlar ve kendilerindeki bu özellikleri toplumsal yapıya ve toplumsal sistemlere de aktarmışlardır.
    Tarihin bir döneminde anaerkil aile yapısı dünya üzerinde egemen olmuşken, toplumsal yapıların kurulmaya başlanması ile birlikte, ataerkil sistem büyük bir üstünlük sağlamış ve her yere damgasını vurmuştur. Ataerkil anlayış ile kapitalist yaklaşımlar arasındaki paralelliklere Fromm kitabında uzun uzun yer verdiği için, biz burada bunların üzerinde çok durmayacağız.
    ANAERKİL PRENSİPLER; KANBAĞI, GELENEK, KARŞILIKSIZ SEVGİ ve VERME şeklinde özetlenebilirken, bu anlayışta SADECE DOĞAL VE BİYOLOJİK OLANLAR DEĞERLİ ADDEDİLİR.
    ATAERKİL İLKELERDE İSE; AKIL, DİSİPLİN ve SOYUT DÜŞÜNCE HÂKİMDİR. Ancak ataerkil ilkelerin kapitalist anlayış ile birleşmesi sonucunda, günümüzdeki ZORBALIK, OTORİTE ve SÖMÜRÜ DÜZENİNE dayalı toplum yapıları ortaya çıkmıştır. Ama bu insanın gelişimine ters oluşumlara duyulan tepkiler sonucunda, bu kez de ANAERKİL ÖZLEMLER TOPLUMLARDA BELİRGİNLEŞMEYE YÜZ TUTMUŞTUR.

    Amaç herhangi bir kutba ağırlık vermek olmamalıdır. YENİÇAĞIN İNSANI, KUTUPLARI BİR EDİP ONUN ÜZERİNDEKİ GERÇEKLİK BİÇİMİNE ULAŞMAK ZORUNDADIR. Çünkü tarihteki koordinatlar BİZİ, YOK OLMA YA DA DAHA ÜST BİR SEVİYEYE YÜKSELME ARASINDA KESİN BİR TERCİH YAPMAYA YÖNELTMİŞ DURUMDADIR.( Bu ifade, yazının başındaki, ““Dünya planı, karşıtlıklar ile çelişkilerin varlığı sayesinde canlılık ve hareket kazanır” demiştik. O halde “HERKESİN BÜTÜNSEL GERÇEĞİ “tam olarak” kavraması halinde, DÜNYADA İNSAN SOYUNUN İŞLEVİ DE BİTECEKTİR” diye devam da edebiliriz..” ifadesi ile kısmen ÇELİŞMEKTEDİR. Bir üst seviyeye, yeniçağa insan vasfımız yok olup, daha değişik özelliklerde bir varlık olarak mı geçeceğiz? Tuncay Erciyes)

  2. says:

    Merhaba Tuncay Bey, özeti bizzat yayıncı Aydın Arıtan yapmış, ben okuyalı çok uzun zaman oldu ve kitabı da şu an bulamdım, bu sebeple doğrudan bir kontrol yapamadım. Fakat benim fikrimi sorarsanız bu ifadeleri makul bulurum. Benim “Bir Kadını Öldürmek” kitabı da dualite ve kutuplar üzerine yazılmış olduğu için çok aşina (fazlaca yüzgöz olduğum) bir konu. 🙂
    sorularınıza sırasıyla bakacak olursak:
    İnsan beyninde sağ ve sol lobların ayrı işlevleri olması, insan bedeninin dualiteye mecbur bıraktığı gibi bir sonuç çıkarsa da ben bundan emin değilim. İnsan 0-6 yaş arasında dualitik olmayı ve başkalarının gördüğü dünyayı görmeyi ÖĞRENİR. Dünya gözlerle değil öğrendiklerimizle görülür olur. Ve fakat yine de genlerle geçen bilginin insan bedeninde nasıl bir etkisi vardır bunu tam bilemiyoruz.
    Krişna’nın kendisini ikiye bölmesi bence bu tezi onaylayan bir durum, eğer tanrı insan bedenine girecekse “bedenin” fonksiyonlarına uyum göstermek durumunda kalır, aksi takdirde tebaasına görünemez! İnsan kendine tanımlı olmayan bi şeyi göremez! Bu durum birçok bilimsel çalışmayla test edilmiştir.
    İnsan soyunun bugünkü şekli yani “kutuplu algılama” bitecektir ve sonrasında nasıl bir şey olduğumuz ve ne gibi bir yerde varlığımızı sürdüreceğimiz hakikaten de meçhuldür.
    Bu konuda benim fikrim, geleceği ortak olarak belirlemekte olduğumuz yönündedir. Sonraki boyutu ve onun insanını çeşitli hayaller ile binlerce yıldır belirlemeye çalışmaktayız. Bunlardan en çok rağbet gören “belki de en küçük ortak bölen” yani kritik kütlenin aşılması ile kesinleşecektir.
    Benim gördüğüm kadarı ile son yıllarda kritik kütle aşılmış olabilir, galip gelen yeni boyut bir çeşit “elf” kavramına benziyor.
    Dünyaya şu an gelmekte olan bebeklerin bir kısmında değişik fizyolojik özellikler olduğunu duyuyoruz, tabi eski ve yeni aralığında yaklaşık üçyüz yıl kadar geçiş süreci de öngörülüyor bazı kaynaklarca, bu bana da gayet normal geliyor.
    Oldukça kapsamlı bir konu, kısaca anlatmaya çalıştım ama muhtemelen çok eksik bıraktım, fakat benim yazılarım içinde parça parça bütün bu olayın resmi bulunabilir 🙂
    Örneğin “Yeni dünyada olmasını istediklerimiz” kampanyamız bu konuya hizmet ediyordu belki göz atmak istersiniz.
    sevgilerimle

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir