Sufizm,Bir Varoluş Felsefesi

İnsanın ve içinde yer aldığı evrenin yaradılış amacını araştıran sufîlik, temelinde mistisizm olan, varoluşun nedenselliğini irdeleyen; bunun için de sürekli olgunlaşıp aydınlanması gerektiğini öngören bir yaşam felsefesidir. Sufizmin etimolojisine ilişkin öngörüler herkesin çekirdek inancına göre farklı biçimlerde olabilir. Gerçekte o ‘dinler ve inançlar ötesi’ bir felsefedir. Kaldı ki sözcüğün anlamını sadece dinsel veya mistik terimlerle açıklamak da hayli zordur. Çünkü tarihin her döneminde mistikler gibi sufî düşüncesi de varolmuştur.
İnayet Han’a sormuşlar; “Sufizm bir din mi, felsefe mi, yoksa mistisizm midir?”. Yanıtı şöyle olmuş: “Her üçü de. Eğer ondan dini öğrenmek istiyorsanız, bir dindir; bilgelik öğrenmek isterseniz, felsefedir; ruhun gelişiminde rehberlik etmesini istediğinizde mistisizm olur. Gerçekte ise üçünün de ötesindedir.”
Böyle olduğu içindir ki sufîlik belirli bir inancın tekelindeki bir öğreti değildir. Aksine, islam sufizmi olarak bilinen tasavvuf da dahil, sufî inanç ve araştırmalarının tümü klasik-organize-tutucu dinlerin ortodoks nitelikteki tutumlarına tepkiden doğmuşlardır. Yani bir bakıma ‘din’ düşüncesini ‘aslına döndürme’, ona doğallığını yeniden kazandırma çabasıdır. Buna kanıt olarak öncelikle, bütün Ortadoğu kökenli din ve inançların düalist olmalarına karşın, sufîliğin monist olmasını, onun da köklerinin Uzakdoğuda olmasını gösterebiliriz. O nedenle sufîlik, Doğu mistisizmi bilinmeden anlaşılıp üzerinde fikir yürütülebilecek bir felsefe değildir.
Sufî düşüncesini yeterince anlayabilmek için önce terminolojisini doğru bilmek gerekmektedir. Gündelik hayatta dilimize yer etmiş, kimi sıradan görünümlü sözcük ve kavramların sufîlikte çok özel ve önemli anlamları olabilmektedir. Örneğin İbn’ül Ferîd, inançlar sistemleştirilmeden önce de sufîliğin varolduğunu şöyle anlatırdı:
“Dostun adıyla içtik şarâbı, onunla sarhoş olduk,
Üstelik daha bağ bile yaratılmamışken…”
Buradaki üzüm ve bağ, okul ve sistem (kurulu düzen); şarapsa onun zihinleri sarhoş eden ürünüdür. Ancak şarap, üzümün ve bağın niteliği ile onu tadacak kişiye göre, kimi zaman huzur verici kimi zamansa zihni bulandırarak idraki engelleyici olabilmektedir. Ürünün ‘aşk şarâbı’ olabilmesi üçünün de niteliğine bağlıdır… Öyle ki bu şarâbı içmeyen ‘Varlığın Birliği’ düşüncesine ulaşamayacak; ulaşabilenlerse adetâ yeniden doğmuşcasına bir üst zihin boyutuna erişecek; bu durumda idrâkin kapıları açılmış, zaman ve mekân sınırlamaları aşılmış olacağından, sufî gerçekte bir önceki yaşamının ‘sarhoşluk hâli’, eriştiğininse ‘farkındalık hâli’ olduğunu fark edecektir.

Gerçek ‘din’ içsel bilinçte saklıdır; sufînin çabası önce ona ulaşmak, sonra da oradan hareketle varoluş ile ‘bir olmak’tır. Çünkü dinlerde inanç ‘dışarıdan’ verilir, görevli kurumlar ve kişilerce sürekli desteklenip güçlendirilir ve hiçbir biçimde ‘sorgulanamaz’. Yani organize dinlerde gerçek anlamda bir ‘arayış’ yoktur. Sufîlikteki şuurlu inancın kaynağı insanın kendi derinliklerindedir. Yanlışlık inanmayı istemekte değil; insanın doğasında mevcut olan bu isteğinin sömürülmesinde ve onu koşullandırmaya çalışmaktadır. Mistikler, kendi özlerini benlik duygusundan olabildiğince arınmış, özgür ve tarafsız biçimde görebilme çabası içerisindeki kimselerdir. Sufizm ise, kendini bilme yolunda önceliği karşılıksız sevgiye vermiş, zihnin aşılabildiği ölçüde arınıp aydınlanılabileceğini kabul etmiş olan doğal dindarlığın adıdır.
Sufîlere göre zihin ‘zamanda’, bilinç ise ‘sonsuzlukta’ varolmuştur. O nedenledir ki ‘zaman ve mekân’ olmayınca işlev göremeyen, daha açık bir ifade ile ancak onlar var ise ve tamamen onlara ‘bağımlı’ biçimde işleyen sınırlı ve sonlu zihin, sonsuz ve sınırsız olan bütünsel bilinci algılamakta zorluk çeker. Ne ilginçtir ki bu görüş Bodhidharma’dan Arabî’ye, Krishnamurti’den Wolf’e kadar hemen bütün büyük mistiklerin ortak anlayışıdır.

 

Sufîlikte her şeyin ‘sonrası’ ve ‘daha da sonrası’ vardır. Çünkü yaşamın kendisi böyledir. Buradan Varoluş’un kesintisizliği ve ardından da sonsuzluğu kavramına ulaşılır. Hiçbir şey yok olmaz; Taoculukta ve budizmde de öngörüldüğü gibi sadece ad ve biçim değiştirir. Ümitsizliğe kapıldığımızda, hayatın anlamını yitirdiğimizde mutlaka bir şeyler yanlış gidiyor, zihnimiz ve aklımız bize oyun oynuyordur. Böylesi durumları ancak yaşam ırmağına şuurla katılabilmiş olanlar kolaylıkla aşabilecek; onunla ‘bir’ olmayı başarabilenler ise öyle olumsuz zihin hâlleri ile hiçbir zaman karşılaşmayacaklardır.
Kendi yolunda ilerleyebilmiş bir sufî de tıpkı bilinçli bir Zen mensubu gibi geçmişle düşünmez, “Bugün yeni bir şeyler söylemek lâzım, Cancağzım!” der. Çünkü ona göre de “sonsuz yaşam ancak ‘şimdi’dedir”. Dün geçmiştir, yarınsa henüz gelmemiştir. O halde geçip giden ile henüz gelmemiş olan hakkında gereksiz yere eni-konu konuşmak ve olup bitenler hakkında kederlenip tasalanmak boşunadır. Bir sufî için yaşam sürekli bir kutlama ve şükürdür; bunun mümkün olabilmesi için de kendisinin, onun bir parçası; yaşamın da kesintisiz varoluş hâli olduğunun bilincinde olmak gerekmektedir. O zaman varolan her şeye saygı ve sevgi duymak kolaylaşacaktır. Ancak o zaman yaşam olduğu gibi kabullenilir, geliştirilebilir; zihnin oyunları olan sanal korkular son bulur, yaşama sevinci artar, hattâ tüm yaşam coşku ve dua olabilir. Bu anlayış, yolda oldukça mesafe alabilmiş sufîlerin yaşam felsefesi olmuştur.

Gerçek sufî, kendi yolunda ilerlerken hiç kimseyle çatışmaz. Bu eleştirmez anlamında alınmamalıdır; kavga etmez, her görüşe saygı duyar, eleştirilebilir de eleştirir de; ama sonunda mutlaka gönül alır. Yüreğini varoluşa açtığı ve burada yaşanılacak her şey gibi, her duygu ve düşüncenin de eksik, yanlış veya yanıltıcı olabileceğini bildiği için bütün görüşlere hoşgörü ile yaklaşır. Sufî de tıpkı bir budist gibi veya gerçek İsa düşüncesinde olduğu gibi ‘şiddet karşıtı’dır. Çünkü onun amacı hiç kimseyi bir görüşü kabule zorlamak değil, varoluşa duyduğu aşk ve şükranla kendi yolunda ilerlemektir. O nedenledir ki sufîleri dinadamları veya misyonerlerle karıştırmamak gerekir. O denli barışçı kişilerdir ki Sâdî bunu şöyle dile getirir: “Tüm yeryüzüne hâkim olmak bile bir damla kan akıtmaya değmez”. Öte yandan sufizm öylesine hoşgörülüdür ki, örneğin tanrı inancı söz konusu olduğunda dahi “kişilerin sayısı kadar farklı inanç biçimi olabileceği”ni öngörür.
Sufîlikteki aşk, varoluşa karşı duyulan şükran ve minnetle yoğrulmuş olan ‘ilâhî aşk’tır; sufîler ona ‘ışk’ derler. Onun fark edilebilmesi de ‘aydınlanma’da alınan yola bağlıdır… Fiziksel evrene ilişkin sufî görüşüne göre; yaratılmış olan her şey gibi dünyamız (ve tabii ki dünya hayatı da) ‘sonsuz varoluş’un aynadaki bir tür ‘yansıması’ gibidir. Aynada görülenler gerçekliğin kendisi olamaz; çünkü ayna olsa olsa tam ve asıl olandan, yani varoluşun bütününden yansıyan, görülebilen (fark edilebilen) kısımlar için bir ‘görünüm mahalli’ olabilir. Aynalar, görülebilecek olanın bütününü gösteremezler.

Sufî, dinin temellerine bakarak gereksiz ayrıntıları eleyebilmiş olan kişidir.
Sufîlik hiçbir zaman kaderciliğe prim vermemiş, kader kavramını yüceltmemiş; insanın kendi aklı, gücü ve çabasıyla bir yandan kendini geliştirirken diğer yandan da yaşamı etkileyip ona yön verebileceğini, onu değiştirebileceğini öngörmüştür. Bu açıdan bakıldığında fatalist değil, aksine ‘varoluşçu’dur. Önceki yaşamlarımızı birer birer geçerek bugüne geldiğimizi, bu fırsatı en iyi ve en doğru bir biçimde değerlendirebilirsek daha üst gelişim basamaklarına çıkabileceğimizi öngörür.
Sufî düşüncesine göre evren sonsuz, yaşam sürekli, bilinç ölümsüzse; tekâmül de zorunlu ve kesintisiz bir süreç olmalıdır.
Genel olarak sufizm, özel olarak da ‘Anadolu sufîliği’ gerçekte o kadar çağdaştır ki, yüzyıllar önce dahi, statik olan hiçbir vasıta ile (organize din, taassup, dogmalar, şuursuz inanç… gibi) aydınlanma yoluna girilemeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Sonlu olan hiçbir vasıta ile sonsuz olanı kısmen de olsa algılamanın mümkün olamayacağını fark etmiştir. O vakit önümüzde iki seçenek kalır: Ya sonsuzluktan (bugünkü gelişmiş kuantal söylemle ‘sonsuz enerji okyanusu’ndan) içimize ‘üflendiği’ varsayılan cevherin peşine düşerek mistik olmak; ya da nihilist anlamda ‘yokoluşu kabullenerek’ kaba maddeci bir ateist olmak… Bu ikisinin dışındaki ara yollar, varlık ile yokluğu, sonsuz ve sınırsız olanla sonlu ve sınırlıyı bağdaştırmaya çalışan sentetik ve zorlama uyarlamalardır. Çokları için böylesine yapay ve kolaycı bir orta yolu hiç düşünmeksizin kabullenmek gerçekte bir başka türde zihinsel tembellik, bilmeksizin inanmaya razı olma ve ‘kendini bilmekten vazgeçme’ demektir. Oysa ki yeterince bilinçlenilmediği sürece ‘maddeden ruha kaçış’ da, ‘ruhsallıktan maddeye yönelmek’ de hiç kuşkusuz ne zihinsel ne de akılsal çözüm sağlayabilecektir. Yani Mevlânâ Celaleddin’in dediği gibi, ‘tek kanatlı kuş uçmayı başaramayacak’tır.

Bugün, içeriğinin ‘derleme-toplama’, çalışma biçimininse ‘mekanik’ olduğu kabul edilen zihne o kadar da güvenilmeyeceğini sufîler yüzyıllar öncesinden biliyorlardı. O nedenledir ki sufizm kimseye hazır reçeteler vermez, çabasızlığa ve miskinliğe övgü de düzmez. Her görüşü ‘değerlendirilebilir’, ‘üzerinde tartışılabilir’ bularak aslolanın iyi niyetli ve doğru çaba gösterilmesi olduğunu öngörür. Nitekim kimi Batılı düşünür ve yorumcular, şamanlığın da, o naif ama yetersiz hâliyle, sufizmin yeterince işlenemediği için yabanileşmiş, zamanla başıboş kalmış, otantik ve gelişmemiş bir biçimi olduğunda ısrarcıdırlar…
Yazımızın önceki bölümünde belirttiğimiz gibi, sufizm kuşkusuz ‘din-dışı’ değildir ve yerleşik inançlarla çelişmemeye de özen gösterir. Ama organize dinlerin biçimselliğini aşarak içselliğe yöneldiği için, herhangi bir skolastik inanca göre ‘din-ötesi’ özellikler gösterir. Nedeni, en belirgin özelliğinin, sistematik dinlerdeki statikliğin aksine, ‘dinamik’ olmasıdır. Dinadamları hem kendi aralarında hem de farklı inançların mensuplarıyla sürekli çelişir ve çatışırken; kültürel ve altyapısal olarak hangi inancın içinden çıkmış olursa olsunlar bütün sufîler birbirleriyle kolaylıkla ‘iletişim’ kurabilir, özgürce tartışarak anlamaya çalışır; hattâ farklı görüş ve anlayışları öğrenmeye istek duyarlar. Kadim Uzakdoğu gelenekleri de böyledir. Çünkü bütün sufîler aydınlanma sürecinde yaratılacak ‘artı-değer’in farkındalık ve ondaki artış olduğunun bilincindedir.

Sufînin teslimiyeti koşullara değil, ‘Varoluş’adır. O, tutsaklığa razı olan değil, erdem ve tekâmül yolundaki şuurlu teslimiyettir. Sen-ben, veya ben-o ikilemleri aşıldığında, bu esasında ‘kendi kendini kabullenme’ ve ‘kendi kendine teslimiyet’ anlamına gelir. Böylesi konularda sorun da zaten sözcüklerin ve kavramların yüzeysel anlamlarına saplanıp kalarak ‘ötesine geçememek’ten, bu amaçla yeteri çabayı göstermemekten; öte yandan da yanlış anlaşılabileceği kaygısıyla yeterince açık anlatamamaktan kaynaklanmaktadır.
Sufîlikte derviş olursunuz, tamam; ama sizden hiçbir zaman için rahip/rahibe, papaz, şeyh, baba, din âlimi…vb. olmanız istenmez. Zaten sufîlikte böylesi rütbeler de yoktur. Dervişlik tevazu sahibi ve gönüllü olma yanında bilinçli olmayı da gerektirir. Keza bir sufî üstadı da yaşadığı sürece aynı zamanda bir öğrencidir, derviştir. Çünkü sufîlikte, gündelik yaşamda aşırı önem ve değer verilen makamların yeri yoktur.
Her sufî, kendisinin de, ona kulak verenlerin de eksik, kısıtlı, bir ölçüde zihinsel önyargılara sahip kimseler olduklarını bilirler. Zaten “kişi noksanın bilmek kadar âriflik olmaz” sözü de onlara aittir. O nedenle de âriflerin, zâhidlerin hiçbir zaman aramaktan, kendini ve hakikati bulma çabasından vazgeçmemesi gerektiğin farkındadırlar.

SUFİZM: BİR ‘VAROLUŞ’ FELSEFESİ A.Kerim SOLEY
Kısmi alıntı

2 Yorumlar

  1. A. Kerim Soley says:

    İlgi, beğeni ve paylaşımınız için teşekkür ederim.

    Keşke okuyanlar yorum da yapsalardı…

    A. Kerim Soley

    1. says:

      Merhaba Kerim Bey, geri bildirim hala pek yaygınlaşmadı toplumumuzda, oysa ben de buna çok ihtiyaç duyanlardanım bir yazar olarak. Tüm okuyanlar adına ben size teşekkür ediyorum, içimi ılıtan bir çalışmaydı. sevgiler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir