Pueblo Yerlileri -4

C.G.Jung’un gezi notlarından özetlemeye devam ediyorum:

İçimden ne olduğunu bilmememe karşın, bana çok tanıdık gelen bir sis bulutu yükseldi ve o bulutun içinden art arda resimler çıkmaya başladı. İlk önce, Romalı askerlerin Galya kentlerini yakıp yıkmasını ve Sezar’ın,  Scipio Africanus’un ve Pompeyus’un keskin yüz hatlarını gördüm. Sonra Aziz Augustinus’un Romalıların mızraklarına taktıkları Britanyalıları imana çağırmasını ve büyük bir zafer diye nitelendirilen, Şarlman’ın putperestlere zorla dinini kabul ettirmesini gördüm. Ardından da , Haçlıların yağmalayan ve öldüren ordularını. Haçlılarla ilgili eski romantizmin anlamsızlığı, içime bir ok gibi saplandı! Bunları, ateş, kılıç, işkence ve Hristiyanlıkla, uzak ülkelerinde babaları olarak kabul ettikleri güneşin altında huzur içinde düşler kuran Puebloların bile üzerine giden Kolomb, Cortes ve başka fatihler izledi. Misyonerlerin zorla giydirdikleri mikroplu giysilerden geçen frengi ve kızıl gibi hastalıklardan telef olan Pasifik Adaları halkları da.

Bunlar yetti de arttı bile. Bizim kolonizasyon, putperestlerle misyon ve medeniyetin gelişmesi diye nitelendirdiğimiz olguların bir başka yüzü daha vardı. Bu yüz, uzak yerlerde inatla avını arayan yırtıcı bir kuşun, korsan ve çabulcu denebilecek bir ırkın yüzüydü.

Ochwiay Biano ile sohbetimizi ana binanın beşinci katının damında konuşuyorduk. (Birbirinin üzerine inşa edilmiş ilginç evler için bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=1108  ) Arada sırada, öbür damların üzerinde, yün battaniyelerine sarınıp, her gün pırıl pırıl bir gökyüzünde doğup yolculuğunu yapan güneşe bakarak derin düşüncelere dalan başka yerliler görünüyordu. Pueblo yerlilerinin ağızları sıkı, özellikle de din konusunda ağızlarını açmıyorlar. Dinsel ayinlerini gizli tutuyorlar. Daha önce böylesine gizlilikle karşılaşmamıştım. Medeni toplumların dinleri açıktır ve kutsal saydıkları şeyin gizemi çoktan yok olmuştur. Oysa orada, yerlilerin tümünün bildiği bir giz vardı havada; ama bu gizi beyazların öğrenmesi olanaksızdı.

Konuştuğum yerlinin dinsel konularda düşüncesini söylerken duygularının değişmesine çok şaşırdım. Günlük yaşantısını nerdeyse kaderci bir aldırmasızlık diye nitelendirebileceğimiz bir huzur ve onurla sürdürmesine karşın, iş gizemli konulara geldiğinde, saklayamadığı bir duygusallığa kapılıyordu.(ara sıra gözleri bile doluyordu) Dinselliği kavramsal bağlamda almıyorlardı. Onların gözünde, dinle dış olayların bir farkı yoktu. Din de insanı duygulandırabilen önemli bir gerçekti.

Ochwiay Biano (Dağ Gölü) ile damda giderek yükselen güneşin altında otururken, bana güneşi gösterdi ve. “Orada yükselen şey babamız değil mi? Bunun tersini kim iddia edebilir? Başka bir tanrı nasıl olur? Güneş olmadan hiç bişey olmaz” dedi. Sözcükleri bulmakta zorluk çekiyordu. Sonunda, “Bir insan dağda tek başına ne yapabilir? O olmadan ateş bile yakamaz” diye ekledi.

Ona güneşin görünmeyen bir tanrının yaptığı ateşten bir top olup olmadığını sordum. Soruma bırakın kızmayı, şaşırmadı bile. Yalnızca, “Güneş tanrıdır. Bu herkesin görebileceği bir şey” dedi.

Kuşkusuz hiç kimse güneşin büyük etkisini göz ardı edemez, ama gene de, bu olgun ve onurlu insanların bu denli yoğun bir duygu içinde olduklarını görmek beni çok duygulandıran yeni bir deneyim oldu.

-devam edecek-

1 Yorum

  1. […] Konu Başı için Bakınız: https://sibelatasoy.com/?p=1114 […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir