Evrenin tetikleyicisi AŞK’tır

Evrenin tetikleyicisi AŞK’tır

03 Haziran 2013 Pazartesi 16:02

Mayıs 2013’te TRUVA Yayınları’ndan çıkardığı son eseri “BİR KADINI ÖLDÜRMEK” daha şimdiden okurların ilgisini çekerken yazar Atasoy; “Bir Kadını Öldürmek, bir erkeğin, hayatına giren kadınlarda kendini var edebilmesinin öyküsü…

Uzun yıllar büyük şirketlerin üst yönetimlerinde görev yaptıktan sonra aniden kariyerini bırakıp Fethiye’de bir adada yaşamaya karar veren Sibel Atasoy ile yaşamı ve yazarlık kariyeri üzerine konuştuk. Mayıs 2013’te TRUVA Yayınları’ndan çıkardığı son eseri “BİR KADINI ÖLDÜRMEK” daha şimdiden okurların ilgisini çekerken yazar Atasoy; “Bir Kadını Öldürmek, bir erkeğin, hayatına giren kadınlarda kendini var edebilmesinin öyküsü… Bu öyküde, kadına ve erkeğe dair şimdiye kadar ele alınmamış yönler bulacak, cinselliği yeniden yorumlayacaksınız.” diyor.

 
-Sizinle yeni tanışacak olan okurlarınıza seslenmeniz gerekse ve sadece bir cümle kullanma hakkınız olsa, kendinizle ilgili söyleyebileceğiniz ilk şey(ler) neler olabilir?

 


Sibel Atasoy:
Dakika bir en zor soru geldi. (Gülüşmeler) Üstelik giderek zorlaşıyor bu sorunun cevabını bulmak çünkü kendime dair şu an hissedip söyleyeceklerim bir başka an için belki de hiç öncelikli olmayacaklar. Curiosita diye bir şey duydunuz mu hiç, şu an aklıma o geldi ve bana yardıma geldiğini anladım dedi ki ” sen en çok bana benzersin.” Pek kimseler bilmez onu bizim kültürde. Amerika yerlileri bir çeşit büyücü cinsi olduğunu söylerler onun. Kısaca şöyle : “Curiosita’lar  sonsuzluğun bilinmeyen şeylerine dalmışlardır. Onlar, bilinen ve bilinmeyen arasındaki görünmeyen iplikçikleri, bir örümceğin yaptığı gibi ağ şeklinde örerler”

-A aaa ne hoş bir tanımlama oldu… Özellikle Bir Kadını Öldürmek kitabınızdaki bilinenler, bilinmeyenler ve onların arasında ördüğünüz kusursuz ağ düşünülürse… Evet, devam ediyorum, bu soru daha kolay (gülüşmeler) Bu kitap zihninizde nasıl ve ne zaman doğdu? Sürece dair neler paylaşabilirsiniz?

 


Sibel Atasoy:
Kitaptan bir yıl kadar önce “oyun kuramı” şu hani kitabın arkasında toplu olarak verilen,  geldi bana. Geldi diyorum çünkü gerçekten de bir akşam hiç düşünmediğim anda ortada belirdi ve kendini yazdırdı.


-Oyun kuramı sadece bir gecede mi doğdu? İnanmak güç!

 


Sibel Atasoy:
Biraz tuhaf biliyorum ama adına akış diyelim ya da önceki onlarca senenin getirilerinin birleşip sadeleşmişlerinin aniden ve beklentisizce dışarı uğraması diyelim. Ertesi gün onu okuduğumda aklım başımdan gitti, yüreğim ağzıma geldi. Onunla ne yapacağımı bilmiyordum.

-Evet, okuyanların da aklı başından gidiyor.

 
Sibel Atasoy: Bir yandan mütecaviz bir havası vardı bir yandan da ben doğruyum diyen bir samimiyeti… En yakın dostuma okuttum, o da şaşırdı. İşte bu şaşkınlık ve neler olduğunu anlama pozisyonu bir altı ay kadar sürdü sanırım. Bunları bir açıklamak gerekiyordu, kendime açıklamak…

 

Fakat nereden başlayacağımı bilemiyordum, resmen sersemlemiştim ki o zamanlarda bu bana pek olmazdı, yani kolay sersemletilecek biri değildim ben eskiden. (Kahkahalar) Derken o çok yakın dostum bana bir öneride bulundu. Sibel sen bunları dert etmeden boş sayfanın başına otur, öyle gezinti yap, bakalım ne olacak dedi. İşte kitap böyle çıktı ortaya.


-Hımm.. Anladım.. Tam bu noktada aklımdaki bir soruyu öne çekiyorum şimdi… Bir gün bir arkadaşımla konuşurken kitabınızın ismi geçti ve bana konusu nedir diye sordu, bir an öylece dank diye kaldığımı hatırlıyorum. Sonra yazmaya başladım; kadınlar-erkekler, cinsellik, aşk, tanrı kavramı, dünya oyunu kuramı, kutuplar ve illüzyonlar, ilişkiler, spiritüalizm, metafizik, kuantum fiziği, bulmacalar, dedektiflik, kazalar, go oyunu, ölmek, aura, rüyalar ve atlamış olabileceğim pek çok detay. Bu kadar çok veriyi bir bütünlük halinde okura sunmak ya insanüstü bir gayreti veya büyücü olmayı gerektirir diye düşünüyorum… Siz ne dersiniz?   

 

 

 


Sibel Atasoy:
Bir okuyucunun bütün bu söylediklerinin farkında oluşu benim için gerçek bir ödül. Eğer sorun, bu kadar şeyi birbiriyle örtüşmenin zorluğuna dairse, hayır bu benim için zorluk değil, çünkü hiç biri hesaplanmış kitaplanmış değil. Ben yalnızca bir yolda yürüyorum, Sırıtkan Kırmızı Ay’da da böyle olmuştu, günlük yürüyüşümü anlatmaya başladım ve sonra bakın neler oldu! Galiba Tin benimle dalga geçmeyi seviyor.

-Yani başlangıçta, ortada neredeyse vahiy gibi inen bir oyun kuramı var… Ama sonrasında inanılmaz derecede bununla ilişkilendirilen onlarca detay var… İşin ilginci okuyucu bu detaylar arasında kaybolup gitmiyor, kitabın sunduğu bütünlük tek kelimeyle mükemmel… Bunu nasıl başardığınızı anlamaya çalışıyorum…

 
Sibel Atasoy: Teşekkür ederim, çok başarılı bir senarist arkadaşım vardı, o bana kafamın içinde müthiş bir matematik olduğunu söylemişti.
 


-Kitabın sonunda, kitabın başına dönüp her yazılanı mercek altına alıyor dedektiflerimiz… Yazım sıranız nasıl oldu kurguyu oturturken?

 
Sibel Atasoy: Dedektif bölümüne geldiğimde aslında ilk bölümü anlamaya uğraşan komiser ve yeğeni kisvesi altında bendim.

 


“Siz okurken ben yazıyorum”

 

-Yazım sırası git-geller içermedi yani… Başladınız ve bitirdiniz..

 


Sibel Atasoy:
Aynen, ilk 48 bölüm bitti ve bir şey anlamadan ortada kaldım, yani öyle hissettim.

Yani dışsallaştığımda yabancı kaldım ve bu kez dedektifliğe soyundum. Zaten gerilim yazarıyım, bu duyguya alışığım. Okuyucularım diğer kitaplarımda son sayfaya gelene dek katili tahmin edemediklerini söylerler bunu nasıl başarıyorsun diye çok kez soruldu, hem de iyi okurlar, dünya gerilimini takip edenler ve ben de onlara sırrın basit olduğunu, son sayfaya kadar benim de katili bilmediğimi söylerim  ve bu kesinlikle bir abartı değil.

 

-O zaman şunu sormalı; bu bilinmeyeni bilmeye dair merak ve yetenek nereden kaynaklı?

 


Sibel Atasoy:
Önceleri gizli bir kendini beğenme duygusundan kaynaklanıyordu sanırım (tabi bunu yılların ötesinden bakınca söyleyebiliyorum) Yani bilinmeyen adına ne varsa bunu bulabilmeye anlayabilmeye muktedir olduğumu sanıyordum gizli gizli. Bu konuda öncü olabilirdim, hissim buydu sanırım.

 

-Evet. Anladım… Peki, bunları konuşurken sormak isterim… İlk baskısı 2005’de yayımlanan bu kitabınızı anında aldım ve o günden bugüne (8 yıl) kaç defa okuduğumun sayısını unuttum. İlginç bulduğum kitabı tekrar tekrar okumak değil, ilginç bulduğum her okuyuşumda farklı bir kitap okumuş olduğumdan emin olmam. Bu sizce nasıl açıklanabilir?

 
Sibel Atasoy: Çünkü sağlıklı bir insansınız, yani değişiyorsunuz.

 

-Kendi adıma sevindim şimdi.

 


Sibel Atasoy:
Ben de sağlıklıyım, elimden çıkanlar kes-k-inleştirilmiş değiller, zaman ve mekân engelinden kurtarılmaya çalışılmış kelimeler ve işaretler.

 

-Evet, sağlıklı bir insanım bu yüzden her seferinde farklı bir kitap okuyorum… Ama konu benim değil kitabın değişmesi, bunu biraz daha irdelemek isterim. Hem bir de kitabınızda yer alan şöyle bir cümle var; “lütfen bu kitabı yazarken sizden farklı bir zaman ve mekân kullandığım kabulünden kurtulun. Siz okurken ben yazıyorum.”

 
Sibel Atasoy: Okuyan kişi değişince kitap da değişiyor çünkü kelimeleri, cümleleri en minimum düzeyde kesinleştirilmiş. Evet, eşzamanlı, okuyana göre anında yazılıyor anlamı doğrudur.

 

-Ben sevdiğim kitapları döndüre döndüre okumayı severim mesela, ama kitap hep aynıdır, sadece hafızam tazelenir, ama nedense bu kitap farklı?

 


Sibel Atasoy:
Evet, bazı kitaplar büyülü bir dille yazılmış, örneğin Castaneda ve Gurdjieff’de de bu özelliği bulabilirsin.

 

-İşte bunun farkındayım, zaten o yüzden üstüne gidiyorum…

 


Sibel Atasoy:
Kitabı “an” yazdırıyor, yani belki tin de diyebiliriz. Kitapta kuram ve deney iki ayrı koldan ilerler biliyorsunuz ve bunlar birbirlerinin yolunu kesmeksizin sakince akarlar.

 

-Mesela şöyle bir şey oldu mu? Yazdınız, yazdınız ve aslında ne yazdığınızı kendiniz bile bilmediniz sonra okuyunca şaşırdınız gibi?

 
Sibel Atasoy: Öyle oldu pek çok yerde.


-Tamam, bunu da anlayabiliyorum zihnimi zorlayarak da olsa ama şunu anlamıyorum; sayısal bölümlerdeki felsefi ve öykü bölümleri tam bir kusursuzlukla örülmüş… Keza nota ve renkler bölümü de… Akıl, kurgu yeteneği, ince hesaplar yapmaksızın bu nasıl ortaya çıktı? Başlangıçtan bitişe kadar ne kadar zaman geçti?

 
Sibel Atasoy: Sanırım 8-9 ayda yazmıştım, tam hatırlamıyorum.

-Böyle bir kitap için bu çok kısa bir süre, öyle değil mi?

 
Sibel Atasoy: Bir sorun yoksa genelde kitapları yazma sürem böyledir. Sorun genelde kahramanların canlanmasından sonra oluşur; çünkü bazıları onları götürmek istedim yere gitmek istemezler, direnirler ve böylece yazma süreci kesintiye uğrar. Komik olan sonunda onların dediği olur da kitap ilerleyebilir.

 

-Kimsiniz siz? Nasıl isterseniz öyle yanıtlayın ya da yanıtlamayın.

 
Sibel Atasoy: Kim olduğunu yanıtlamak kolaymış gibi soruyorsunuz? Bilinen TC kimliği dışında ben bu konuda hiç emin olamadım, hatta çoğu kez hemen her devirde, insan olmayı öğrenmeye çalıştığımı ve bunun zor olduğunu söylerdim. Sanırım yeniden kim olduğumu sorgulamanız, bu kitabın özel yazılış şeklinden çıkıyor değil mi?

 

-Evet…

 


Sibel Atasoy:
Peki bu benim oyuncu kimliğim, matematik zekâm ve filozof doğmuşlugum ve önceden 4000 kitap okumuşluğum ile izah edilemiyor mu? (Kahkahalar)

 

-Hayır

 
Sibel Atasoy: Sanırım başka bir şey bilmiyorum, ha bir de spontanelliğimi ekleyebiliriz oraya.

 

-Tam bir bela gibi hissettim kendimi (Kahkahalar)

 


Sibel Atasoy:
Sonuç olarak bu kitap özeldir, hem içerik hem yazım tekniği hem de bariz bir filozofi kitabı oluşuyla, hem de bir kadın yazarın filozofisi olarak sadece Türkiye için değil dünya için de önemli kitaplardan biridir. Gördüğünüz gibi o kadar da tevazu göstermiyorum  (Kahkahalar) Evet, başka bir şey var mı netleşmeyen?

 

-Çok şey var, her satırdan 10 soru çıkar çıkmasına. Peki, devam, Sırıtkan Kırmızı Ay kitabınızda da GERÇEK kavramının sorgulanışına şahitlik ediyor okur. Bununla ilgili olarak; A- Gerçeği nasıl tanımlarsınız? B- Gerçeklik kavramı üzerinde kafa yormaya başlayışınız ve her iki kitabınızda yer alan kavramlara eğilim göstermeniz nasıl başladı?

 
Sibel Atasoy: Sanırım gerçek konusuna eğilişim, ergenlik yaşlarımdan itibaren başlamıştı ve sebebi gerçekliğe takmış bir öküz pardon boğa oluşumdan kaynaklanıyor olabilirdi.  Aslında her şey şimdiki sorunuzla barizleşti. Evet, her şey o şahane, renkli sinemaskop, kaldığım yerine geri dönebildiğim, fantastik rüyalarımla ilgiliydi. Rüyalarım tam olarak gerçektiler, fakat bir de uyanınca gördüğüm gerçeklik vardı, çocuk yaşımda bunu dikkatlice sorguladım.

 

-Hangisi gerçek olan gibisinden mi?

 
Sibel Atasoy: Ve uzunca bir süre sonunda uyandıktan sonraki rüyanın her gün kaldığı yerden devam ettiği ve anlamlı bir devamlılığı olduğuna karar vererek buna “gerçek” demeye karar verdim. Yani gerçeğe kendisi karar vermiş bir çocuğum. Belki de o gerçek benim eserim olduğundan onu sorgulamamayı kendime hak görmüşümdür (Kahkahalar)

 

-Bu konunun biraz daha üstüne gitmek istiyorum.

 


Sibel Atasoy:
Gerçeği nasıl tanımlarsam öyle olur, o sebeple ona bel bağlamayalım derim.


-Farklı gerçeklik deneyimleri olarak tanımladığınız rüyalardan biraz konuşmamız gerekse, neler söyleyebilirsiniz?

 


Sibel Atasoy:
Bu çok geniş bir cevabı hak ediyor acaba kahvaltı mekânıma gitsek ve orada devam etsek?
Hemen pılımı pırtımı topluyorum, zaten mis gibi hava bizi çağırıyor. Sallana sallana yürüyüp mekâna ulaşıyoruz. Yolda uzun uzun son günlerde beni çok etkilemiş olan rüyamı anlatıyorum O’na…

Dikkatle, dinliyor, peş peşe bir sürü soru soruyor, kimin soru soran, kimin yanıtlayan olduğu hepten karışıyor. Söylüyorum bu dolaşmış halimizi O’na, serin serin gülümsüyor… Çaylar ve su börekleri eşliğinde devam ediyor söyleşimiz…
Gerçeklikler eğer bizim herhangi bir nedenle (benimki küçükken yaptığım gibi devamlılığı olduğu nedeniyle idi) seçtiğimiz ve sonra onu seneler içinde keskinleştirdiğimiz bir şeyse, eğer bir an için gerçeğe böyle bakabilirseniz, o zaman daha sayısız başka gerçek olduğunu kabul etmek durumunda kalırsınız. Ve bu sayısız gerçekliklerden şüphesiz bize en sık görüneni rüyalarımızdır.

Onların devamlılığı yoktur çünkü o gerçekliği yalnızca rüyayı gören tek kişinin erki desteklemektedir ve bu sebeple çok naiftir, hatırlaması bile güçtür çoğu kez. Oysa bizim gerçek dediğimiz gerçekliğin ardında yedi milyar insanın kararı, erki vardır. Bu sebeple duvarlar sertleşir, çarptığında acıtır!

 

“Şifre sözcük; kapılmamaktır”

 

-Aşk’ın gerçekliğini sorgulamak istiyorum biraz. Sizin deyişinizle aşk… Dikkat ve ilgi enerjisinin, maksimumum seviyede bir ŞEY’e (insan, nesne, fikir vs.) bağlanışına verilen ad idi… Bunu biraz detaylandırır mısınız? Bir kitaba aşık olmak örneğin, pek çok insan için anlaşılamaz bir şey.

 
Sibel Atasoy: Nasıl açabilirim ki bunu aşık olmayana? Herhangi bir şeye aşık olmuş biri ise bilir hislerini, nefesin kesilir. Tüm hayatının mucizesi, olmazsa olmazıdır o an için. Gözünü gönlünü ayıramazsın. Ayırman gerekirse kanarsın. Yaşam kaynağından ayrılmış gibi hissedersin. Bilirsiniz işte.

 

-Öz’ler buluşur, kenetlenir ve birbirine muhtaç hale gelir?

 


Sibel Atasoy:
Muhtaçlık söz konusu değil aşık olana. Âşık olduğun şeysindir sen zaten, olunabilecek en tam şey. Dışardan bakana belki de o an avlanmış bir ceylan ya da karaca gibi görünebilirsin.  Evrenin Tetikleyicisi AŞK’tır.

 

-Peki, teknik açıdan ele almak mümkün mü sizce? Dikkat ve ilgi enerjisinin kanalize olması açısından bakarsak? Yani ne oluyor da dikkatimiz ve/veya ilgimiz bir anda bir şeyin üzerine çağıl çağıl akmaya başlıyor?

 
Sibel Atasoy: Sanırım kitapta bunu anlatmıştım, o an aşık olduğun şey, senin bir sonraki olacağın şeyi maddeleşmişi! Hatta bunun için ünlü bir cümlem vardı eğer hatırlayabilirsem; önce örülür, sonra görülür sonra olunur. Galiba böyleydi Yani yakın gelecekte dönüşeceğin kişilik(ki onu farkında olmadan düşüncelerin ve kelimelerinle sen yapıyorsun) önce bir yerlerde somutlaşır, beden kazanır, belki bir insan, belki bir manzara, bir kitap ya da melodi olabilir. Gördüğün an onu tanırsın ve çarpılırsın. Aslında bu kendimize olan aşkımızın ispatıdır bir anlamda. Sonra somutlaşan gelecekteki kendini yavaş yavaş yalayıp yutmaya başlarsın bir kedi gibi belki,  ta ki ondan geriye bir şey kalmayana dek ve o noktada aşk bitti derler. Çünkü kendini göremiyorsun, çünkü kendini yalayıp yutamıyorsun.

 

-Peki, bununla ilgili son soru. Yalnız tek cümleyle yanıtlamanız çok önemli… Uzun veya kısa olabilir ama tek cümle… Aşk? Nedir Sibel Hanım?

 
Sibel Atasoy: Bir sonra oluşacak kendinin dışarda somutlaşan hali, ön gösterim


-Nefis bir yanıt, teşekkür ederim. Enerji konusunu biraz detaylandırmak istiyorum… Mesela bir erkekle kadının sevişmesindeki enerji değiş tokuşundan söz ediliyor. Ya da enerjimizi korumak için insanlara, bitkilere, hayvanlara, televizyona vs bakarken bakış mesafemizi ve bakış şeklimizi korumamız gerektiği öneriliyor… Biraz açalım mı? Enerjiyi korumak için ne yapmalı ne yapmamalı?

 


Sibel Atasoy:
Belki de şifre sözcük; kapılmamaktır. Buna rağmen başka bir şey olmanın gerçekten o olmanın da deneylenmesidir, Bu ikisi birbirine zıt şeylerdir ve biz birer sonsuzluk yolcusu, savaşçısı olarak bunu öğrenmek zorundayız. İnce ayar gerektiren bir şeydir üstelik bu iki zıt şeye bir de zevk almayı eklemelisiniz, aksi takdirde kişisel olarak bana hitap etmez.

 

-“Bu sefer dönüp yeniden kıyıda durursun. Karşı kıyı bildik, bu kıyı bildik, taşlar çok bildik, nehrin suyu bildik! Bilmedik bir şey ister gönlün.” Bu cümlenizden yola çıkarsak; nehir nedir? Taşlar nedir?  İki kıyı nedir?

 


Sibel Atasoy:
Nehir için pek çok benzetme yapabilirim ancak sanki en çok bilinmeyeni temsil ediyor. Taşlar mesele, olay çoğu kez de sorundur. İki kıyı, mevcut oyun evrenimizin dualitik yapısıdır, negatif+pozitif, eril-dişil, anot katot gibi. Kıyılara çıkmak bireyleşme çabaları olarak da görülebilir, suyun içi ise dalga yönümüz, kapılmaktır bir anlamda.

-Bana da şöyle gelmişti… Nehir: akış, yani yaşam…. Taşlar: hatıralar (ayağımıza dolaşan kötü hatıralar) veya bilgiler (geleceği inşa ederken) İki kıyı: bunların sonucunda ulaşacağımız seçimlerimizin her biri

 


Sibel Atasoy:
Bu da yanlış olmaz, her seviyeden farklı doğrular hepsi. Nehri enine kat  etmeden boyuna ahkam kesilmez.

-Sanırım biraz uğraşsak 7 katmanlı bir açılım bulabiliriz.  Dünya neden 7 katmanlı bir oyundur?

 


Sibel Atasoy:
Sebebini bilmiyorum ancak kadim uygarlıklardan bu yana 7 özel bir sayı olmuştur, döngüleri ifade eder. Bazı öğretiler de bu konuda 9’u baz alırlar. Bu sayılardan o kadar emin değilim ama döngülerin varlığını bizzat müşahede ettiğimden bu konuda şüphem yok.

-Şüpheniz nasıl bir şekilde ortadan kalktı peki? Bir olay? Bir anı?

 


Sibel Atasoy:
Önce dünya tarihindeki döngüleri fark ettim, küçük yaşlarda sosyoloji, siyaset tarihi gibi konulara merakım vardı. Sonra ülkemizin döngülerini gördüm. Orta yaşlara ayak basarken kendi kişisel döngülerimi fark edebildim. Dönüp duran şablonlardı bunlar. Şimdi komik geliyor ama o zamanlar dünyanın biricik mucizesini keşfettim gibi gelmişti.

-Farklı sanat dallarıyla da ilgili olduğunuzu biliyoruz, ancak sizi çok seven okurlarınıza seslenecek olsak, ufukta yeni bir kitap görünüyor mu? Bu doğrultuda yeni çalışmalar içinde misiniz?

 


Sibel Atasoy:
Evet, geçen yaz başlayan bir “rüya ve vizyon” yolculuğumuz var, epeyce çalışma araştırma yaptık, bu konuda bana yardımcı olan arkadaşlarım da oldu, tercümeler saha çalışmaları epeyce veri depoladık. Sanırım şimdi onların nasıl ne şekilde bir nizama girip kitap olacağını bekliyorum merakla, çünkü ilk defa kurgu olmayan bir kitap geliyor.

-Heyecan verici…

 


Sibel Atasoy:
Rüyalar ve vizyonlar başka gerçeklikler olarak gerçekten de heyecan verici. Türkçe literatürde fazla çeşit bilgi yok gibi. O sebeple ben dünyadan bazı ilginç örnekler aldım tercümeler bazında ve bizim BAK (Birleşik Alan Kullanımı) oyunu ile de çeşitlendirdim. Şöyle insanı yepyeni hayallere daldırma kapasitesi olan bir kitap olsun istiyorum ancak ne derece becerebileceğimi şu an bilmiyorum.
 


-Çok teşekkürler Sibel Hanım, zamanınızı, enerjini ve değerli düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için…

 


Sibel Atasoy
: Ben de teşekkür ediyorum, sayenizde neşeli ve hatırlatıcı bir söyleşi oldu.

 

 

ROPÖRTAJ: ESİN FULYA BEKEM / haberpolitik.net

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir